ŞEYH İSMAIL TILLOVI'NIN HALLERI
— Giriş
Hazret-i Gavs-i ulvi Fakirullah Şeyh İsmâil Tillovî’nin haseb ve nesebini, mezheb ve meşrebini, dil ve edebini, vatanı ve doğumunu, rûsûm ve âdetlerini, ilim ve ibadetlerini, kuyu hikâyesini, keşifdeki velâyetini, tam uzletini, kudsi kuvvetini, güzel faziletlerini, şemailini, günlük ibadetlerini, üns âdetlerini, giydiği elbiseler ve babam Osman Efendi ile Sıhranlı Muhammed Efendi’ye gâibâne meyl ve muhabbet saldığını, babam üzüntülü iken, nasıl varıp da onu bulduğunu, o hakim-i İlâhî’nin yanında kalıp her derdine derman olduğunu, Hazret-i Şeyh’in bazı kerametlerinin nasıl zahir olduğunu, adı, şânı ve makamı ile cihanın dolduğunu ve merhum babamın vefatından sonra bu Hakkı yetimini bir nazar ile taziye edip sonra nice hikmetle tavsiye ve hakîmâne terbiye ettiğini, Hazret-i Şeyh’in va’desi erip Hakk’a cân verip, murâd aldığını, fena şerbetini içip, beka âlemine göçüp bu cihanda güzel adı ve çok hayırları kaldığını on nevi ile beyan eder.
— 1. Nevi: Hazret-i Gavs-i ulvi Fakirullah Tillovi merhumun haseb ve neseb, mezheb ve meşreb, dil ve edeb, vatan ve doğumu, rüsûm ve âdetleri, ilim ve ibadetleri
Ey aziz!
O Mevlâ’nın veli kulu ve Resûlullah’ın varisi pirimiz Şeyh İsmâil Fakirullah (rahmetullahi aleyh) hazretleri, âlimler neslinden, mezhebi Şâfiî, aslı Arabîdir. Yüksek babalarının dilini Arapça olarak konuşmuştur.
Büyük dedesi Mevlânâ Molla Ali, Kürdistan’ın payitahtı olan Cezîre-i Ekrâd’ın âlimlerinin reisi iken dokuz yüz on (M. 1504) tarihinde, zalimlerden hicret edip, iki merhale [iki günlük yol] kuzeye gelmiştir. Beldemiz Arz-ı Rûm’un [Erzurum’un] güneydoğusunda on merhale kadar mesafede bütün binaları kireçten ve halkı Arap olan Siirt kasabasının doğusunda, iki saat mesafede, yüksek bir yerde bulunan, havası lâtif, sıcak, ormanlık, suyu az, sarnıç ve kuyusu çok, iki yüz ev, birçok dükkân, bir han, bir hamam, üç mescid ve bir cum’a câmisi bulunan Tillo adlı Arab kasabasında bulunmuş, o Cum’a câmiinde imam, hatib ve müderris olmuştur.
Onun kıymetli oğlu Mevlânâ Molla Abddülcemâl, ondan Arabi ilimlerini alıp, babasının vefatından sonra yerinde kalmıştır. Onun değerli oğlu Mevlânâ Molla Kasım ondan ilim alıp, babasından sonra onun yerini almıştır. Hicri tarih bin altmış yedi [M. 1656] olunca, Mevlânâ Kâsım’ın o yılın Receb ayının birinci Cum’a gecesi, yâni Regaib gecesi, gece yarısından sonra, saadetle bir oğlu dünyaya gelmiştir. Sıdkı yönünden İsmail ismini almıştır.
Annesi onu kırk yıl, lâtif meyvelerle beslemiştir. Temiz tabiatı, her yemekten, belki ekmek ve sudan bile kaçındığı için, hayvani sıfatlardan temiz kalmıştır. İçi ve dışı, ilim ve ibadet lezzetiyle dolmuştur. Huşu’ ve hudu ile melekler huzurunu bulmuştur. Anne ve babasının hukukunu gözeterek dua ve rızalarını almıştır.
Babası Molla Kâsım’dan ilim tahsil edip, yirmi dört yaşında iken ilim ve marifetleri tamamlamıştır. O yıl sonu babası vefat edip, kendisi evlenmiş, imamlık, hatiblik, müderrislik ve ibadette babasının yerini almıştır. Otuz yaşına gelince, şefkatli annesi de vefat edince, kendi ehli ve evlâdı ile kalmıştır.
Zühd ve verâ’ı gereğince bağların sonunda bir hayli yeri ihyâ edin, kendisi için bir üzüm bağı dikmiştir. Ehil ve evlâdı için bir tarla yapıp, meşeden topladığı mazı ile kazancı helâl bir kimseden tohum için bir ölçek buğday alıp, kendi eliyle kazarak ekmiştir. Üzüm bağı işlerini kendi eliyle görüp, meyvesini sırtında eve getirirdi. Tarlası susuz olduğundan, diğerleri gibi kavgalı değil idi. Hasadı zamanında talebesi abdest alıp, onu orak ile biçip, bağ bağ tokmakla döğüp, tozunu savunurlardı. Sonra evindekiler, o buğdaydan, tohum miktarını ayırıp fazlasını el değirmeni ile un yaparlardı. Sonra gün be gün hamur ve ondan ekmek yapıp, hiçbir şüphe karışmadan helâl olarak yerlerdi. Kendisi daima üzüm ve kuru üzüm ile iftar ve iktifa ederdi.
Her Cum’a günü gusl edip, çamaşırını değiştirince, cebine bir miktar kuru üzüm koyarlardı. Ertesi hafta bir kısmını cebinde bulurlardı. Çünkü her gece ibadet eder, her gün oruç tutardı. Mevlâsı ile huzuru daim idi. Zikri, fileri ve ibadeti kendine âdet etmiş idi. Onlar ona can kuvveti olur, iman lezzetini duyardı. Kırk yaşına kadar böyle devam etti.
Kırk yaşında lâtif mizacı değişip, kırk gün, yemedi, içmedi ve konuşmadı. Kendinden habersiz yattı. Kırk gün sonra mübarek gözünü açıp, bir tas su içip, ekşi nar isteyip ekmekle yedi. Ayıldı, kendine geldi, sıhhat buldu.
Her yemeğe iştihâsı gelip orta derecede yedi. Bu şekilde kırk sekiz yaşına kadar devam edip, ilim ve fazilette baba ve dedelerinin yerini tuttu. Bugüne kadar beş çocuğu dünyaya geldi. Dördü yaşadı. Bir kız çocuğu küçükken vefat etti.
Kıymetli oğullarının büyüğü Abdülkâdir’dir. İlim ve fazilette eşi pek az bulunur. Ortancası Molla Abdullah’dır. Allahü Teâlâ’nın ahlâkı ile ahlaklanmıştır. Küçüğü Hacı Sâlib’dir. O da âriftir ve sâlihdir. Hafsa adında hepsinden şefkatli olan kerimesini çok severdi. Büyük oğlu Abdülkâdir Efendi kendinden sonra kutubluk makamına ulaşmıştır.
Nazm:
— 2. Nevi: Gavs-i a’zam Şeyh İsmail Fakîrullah hazretleri’nin kuyu hikâyesi ve velâyet-i keşfiyyesi, uzleti ve kudsî kuvvetin
Ey aziz!
Gavs-i ulvi Fakiruliah Tillovî (rahmetullahi aleyh) hazretlerinin yaşı kırk sekize gelince hicri bin yüz on dört [M. 1702] yılında, kazara onun komşularından bir Müslüman Receb ayının sonunda ahirete gitti. O mürüvvet menbaı, Şa’ban ayının başı olan Cum’a günü akşamı gidip ölünün evindekilere ta’ziye verdi.
Orada her evde bir kuyu vardı. Bu kuyulardan yüz sene kadar su çıkar sonra kururdu. O komşunun duvarının yanında da böyle bir kuru, yâni susuz kuyu var idi. Derinliği on beş metre ve duvarı taştan yapılmış idi. Yazın su soğutmaya ve eşyaları korumaya yarardı, öyle susuz kuyulara meyve ve yiyecek asarlardı.
Hazret-i Şeyh taziyeden sonra, akşam üstü yemek yeyip, cemaate: «Siz burada durunuz, ben camiye gideyim. Yatsı namazına hazırlanayım» deyip, onları bıraktı. Yalnız olarak avluya çıktı. Dış kapıdan çıkarken, kapının sağ tarafındaki duvar içinde gizli olan derin kuyuya girmiş, haberi olmamıştır. Dibine inmiş, kuyu olduğunu bile anlayamamıştır. O susuz kuyu içinde dolanıp, dış kapıyı bulamadığından üzülmüş ve şaşakalmıştır. İşte o zaman o şaşırmışların delili, onun içinden kapı açıp, bir cezbe ile onu almıştır. O mânâ meclisinde evliyanın ruhlarını bulmuştur. O zaman her muradı olmuştur. Olan o hâlde olmuştur. Muhabbet kâsesiyle daim sarhoş olmuştur: Tecelli nuruna hayran olup kalmıştır. Ruhun yeşil nuru, o kuyuya aksettiğinden, kuyunun içi yemyeşil olmuştur. Bundan sonra bazı kasidelerinde buna işaret eyledi. Bu saadette aşk denizine daldı. Velâyet mertebesini bulup, müşahede lezzetini aldı.
Onun bu hâlini bilmeyen cemaat, onu câmide ve evinde arayıp, birbirine sorup, bulamama üzüntüsünde kaldı. Ancak dokumacı bir Müslüman o avluda bulunan dükkânında bez dokurken, o geceden dört saat geçince, o kapının içinden, bu âşıkın tatlı sesini duymuştur. Hemen insanlara haber verip, bütün mahalle halkı, ellerinde mumlarla, lâmbalarla kuyunun başına toplandı. Fakat o öyle dalmıştı ki, kimseden haberi yoktu.
Kuyunun içerisine adam salıp, onu çıkardılar. Sarığı başında, na’lini ayağında ve bütün vücudu selâmette idi. Ancak mübarek alnında sol kaşı üstünde bir tırnak yarası kadar sıyrılma vardı. Onu saadethanesine götürüp, bir zarar gelmediğine hepsi sevindiler.
Bu hikâyeyi o aziz kendi diliyle anlattığında der ki: Ben o kuyuya ne düştüğümü, ne de beni çıkardıklarını bilmiyorum. Beni çıkarmak isteyenlere, Allah’ı severseniz beni bırakınız. Sizinle işim kalmadı, benden uzağa gidiniz demişim. Bunu da hatırlamıyorum. Bildiğim sadece iki kişinin beni tutup, mahalle başında eve getirmeleridir. Mahalle halkı, kadınları ve çocukları etrafımda toplanmışlar. Herkesin elinde bir lâmba, kimi bana yakın gelip yüzüme bakar, sağlam olduğuma şükr edip, dönüp giderdi.
O ikinci Yûsuf, bu karanlık kuyuda Hakk’ın nurunu ıyân olarak görünce, o gönül Mısr’ında aziz ve muhterem ve zamanın evliyasının sultanı oldu. Gizli kadr ü kıymeti ve mevkii dillere destan olup, cihâna yayıldı. Kuyuda içtiği muhabbet şarabından sekiz yıl istiğrak ile, devamlı mest oldu kaldı. İnsanlardan tamamen uzlet edip, ehil ve evlâdından bile tecerrüd ve teferrüd eyledi. Zira halktan uzak olanın Hakk’a yakın olduğunu bildi. Bunun için insanlardan ayrıldı. Ünsiyyet ve huzur lezzetini, bütün ni’metlerden leziz ve aziz buldu. Ancak büyük oğlu Abdülkâdir Efendi’yi hizmeti için kabul edip içeri aldı. O sekiz yıl zarfında, ehli ve evlâdı hizmet ve huzuruna gelince, imtinâ edip, benim iki hizmetçim vardır ki, her biri bir yerden gelecektir, her hizmeti ancak onlar görecektir derdi. Dokuzuncu sene uzletle ülfet, kalabalıkla halvet ona aynı oldu. Sekr ve istiğraktan ayıklığa geldi. Bunun üzerine bir hücre yaptırıp, orada oturdu. Ahbabına ziyaret kapısını açtı.
Aziz babam Osman Efendi bir haftadan sonra Sıhranlı Muhammed Efendi onun ziyaretine geldi. Hazret-i Şeyh onlara çok iltifat ve rağbet etti. İkisini de müjdeleyip, Allah katından itâ olunduğum iki hizmetçi Molla Osman ile Molla Muhammed imiş dedikte, ikisi de şükr secdesine varıp, her biri bin sürür ile doldu. İkisi de iki kardeş gibi, o şefkatli peder hizmetinde on yıl kadar kaldı. İkisi bir haftada vefat edip, cenaze namazlarını kendi kıldırdı.
Nazm:
— 3. Nevi: Şeyh İsmail Tillovi hazretlerinin yüksek meziyetleri, şemaili ve günlük ibadetleri
Ey aziz!
Fakîrullah (rahmetullahi aleyh) hazretlerinin tevekkül, tefviz, teslim, rıza ve ihlâsla, sıdk u safâ, kalbini Allahü Teâlâ’dan başkasından temizleme ve Allahü Teâlâ ile meşgul olma, ibadeti, iftikarı, fenası, tevazuu, mürüvveti, dünyadan ve ehlinden alâkayı kesmek, fakir iken cömertlikle kendini zengin göstermek, neş’eli ve üzüntülü zamanlarda bir olmak kazaya rızâsızlığı terk, belâ vaktinde sabır ve şükür, nefs ve hevâya tâbi olmama, ucub ve riyadan sakınmak, sıkılmadan emirlere tâbi olmak, yalnız ve kalabalıkta yasaklardan sakınmak, şeriat üzere yürümek, kerem, cömertlik, afv, ilim, haya, rıfk, şefkat, vefa, taassub (inad) ve cefâdan kaçınmak, dosta düşmana nasihat etmek, ahbaba isâr, âlimlere, sâlihlere muhabbet, evliya ve enbiyâyı ta’zîm gibi güzel sıfat ve ahlâkı var idi. Allahü Teâlâ onu kendisine yakın eylesin ve onunla olan ümid ve recâlarımızı kabul buyursun.
Hazret-i Şeyh’in Şemaili:
Güzel idi. Bütün uzuvları, Sâni’ ve Hakim olanın lütfü ile düzgün, orta ve en güzel şekilde idi. Vücûmüdunda ayıp ve kusur yoktu. Çünkü boyu ne uzun, ne kısa idi. Latif, mutedil ve eşsiz idi. Mübarek başı büyükçe idi. Mutedil alnı güzel ve kılsız idi. Kulağı mutedil ve güzel, kaşları yay gibi, iki kaşı arası açık idi. Gözleri düzgün, orta, bakışı güleç idi. Yüzü nurlu ve mütebessim idi. Esmer, yâni buğday tenli idi. Burnu düzgün ve ince idi. Ağzı düzgün, dudakları ince idi. Sesi tegannisiz, konuşması açık, dili fasih, sözü sahih idi. Kokusu güzel, dişleri beyaz ve sağlam, sakalı tamam ve ak idi. Boynu ve omuzları latif, kollan ve elleri zaif idi. Avucunun içi yumuşak, parmakları uzun idi. Göğsü geniş ve kılsızdı. Karnı hafif ve bütün bedeni nahif idi. Ayaklarının parmakları uzun, baştan ayağa güzel idi. Hak Teâlâ o dostunu övmüş yaratmış idi. Yüz bin gönülde ona yer etmiş idi.
Hazret-i Şeyh’in günlük ibadetleri:
Havassa (seçkinlere) mahsûs olan orta derecede idi. Âdeti, her işte Resûlullah’a (sallallahü aleyhi ve sellem) uymak idi. Zira o aziz, önceleri murakabe ve fenâ sayılan uykusundan, her seher vakti uyanınca, kalkar ve: «Elhamdü lillâhillezî ehyânâ ba’de mâ emâtenâ ve redde ileyne ervâhana ve ileyhi ba’sü ven nüşûr. Ve eşhedü en lâ ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve resûlühü hakka» deyip abdest ve teheccüde ihtimam ederdi. Sonra kıbleye karşı seccade üzerinde oturup, dua ve istiğfar ile Gaffar olana münâcât edip, seher vaktini ihya eder, sabaha kadar istirahat ederdi.
Sonra, «Allahümme mâ esbaha.».. deyip, «Radîtü billahi Rabben ve bil İslâmî dînen ve bi Muhammed’i (aleyhissalâtü vesselam) nebiyyen ve bil Kâ’beti kıbleten ve bil Kur’ân-ı imamen ve bil mü’minîne ihvânen ve bil mü’minâtı ehevât, ve lâ havle velâ kuvvete illâ billâhil aliyyil azîm» okuyup, sabah olunca Şâfii’ye göre, hücresinde tuğla kadar bir taş üzerinde, sesle ezan okuyup: «Allahümme Rabbe hâzihidda’vet-ittâmeti vessalât-i kaimeti âti seyyidinâ Muhammeden el vesîlete vel fadîlete ved-dereceter rafiate veb’ashü makâmen Mahmûd’a, ellezi vaadtehü, inneke lâ tuhlif-ül mi’âd» duasıyla ezanı tamamlardı.
Sonra sabah namazının sünnetini kılıp, yüz kere «Sübhânallahi ve bihamdihi sübhânallahil azîm» deyip, farzı çocukları ile edâ ederdi.
Âyete’l-Kürsî’den sonra tesbih, tahmîd ve tekbîri, sağ elinin parmaklarının boğumları ile otuz üçer olarak sayardı. Sonra «Lâ ilahe illâllahü vahdehü lâ şerîkeleh lehül mülkü ve lehül hamdü yuhyî ve yumîtü, ve hüve hayyun lâ yemût, bi yedihil hayr, ve hüve alâ külli şey’in kadir» deyip duasının başında ve sonunda Hazret-i Peygambere (sallallahü aleyhi ve sellem) salât ve selâm ederdi.
Duadan sonra on kere «Lâ ilahe illâllah», onuncuda «Muhammedür Resûlullah» derdi.
Abdesti misvak ve duaları ile alıp, namazı huşû’ ve hudû ile kılar, duayı hulûs ve tefviz edip, anne ve babasına, üstâdlarına, akrabasına ve etbâına ve hayır dua ile vasiyyet eden ahbabının adlarını söyleyip, beş vakit namazda böyle dua ederdi.
Güneş doğuncaya kadar Yasin sûresini ve Esmâ-i Hüsnâ’yı okuyup, müsebbihât-ı aşere gibi dua ve zikirlerini tamamlardı. Sonra işrak namazını kılar, sonra çoluk çocuğu ile konuşurdu. Sonra kendi yazdığı Mushaf-ı Şeriften dört beş cüz kadar Kur’ân-ı Kerim okur, kuşluk namazı ile bitirirdi.
Sonra dostlarına ve ziyaretçilerine kapısını açıp öğlene kadar, gelen dertlilere nasihat ve hikmetle, dua ve himmetle derman edip, fakirlere ihsan, gariblere yemek ikram derdi. Âşıklar huzuru ile mesrûr, arifler sözleri ile sarhoş olurlardı.
Öğle olunca, yine hücresinde aynı minare üzerinde kendisi ezan okuyup, yanında bulunan cemaat ona uyup, öğlen namazının edasını, tesbih ve duaları ile tamam ederdi.
Sonra ikindiye kadar, ziyaretine gelenlere, zalimlerden başkasına, lütf ile muamele ederdi. Herkese rıfk ve tevazu ile davranır. Zengin devlet adamlarından çok hasta ve fakirlere ikram ederdi. Hepsine teveccüh edip akıl ve himmetine göre maksadına kavuştururdu.
İkindi olunca, yine kendi ezan okuyup, yanında bulunan ahbabı ona uyup, namazı kılar ve sözü keserdi.
İkindiden sonra, o gönüller sevgilisi, ahbabından inziva için kapıyı kapayıp, Rabbü’l-erbâba dönerdi. Âdeti olan dua ve zikirlerle akşam ederdi.
Akşam olunca «Allahümme mâ emsâ... Allahümme innî e’ûzü bike min şerri hâzihilleyleti ve şerri mâ fihâ ve şerri mâ bâdihâ ve eûzü bike min hemezâtiş-şeyâtîn ve eûzü bike Rabbi en yuhdann ve lâ havle velâ kuvvete illâ billâhil aliyyil azim» deyip, akşam namazını kılmakta acele ederdi.
Oruçlu ise, su ile iftar edip: «Allahümme leke sumtü ve bike âmentü ve aleyke tevekkeltü ve alâ rızkıke eftartü» deyip, duasını tamamlardı.
Akşam namazından sonra, Evvâbin namazını kılar, Feth sûresini okur, çoluk çocuğuyla yerde, bezden bir yaygı üstünde, tahtadan tabak içinde, edeble ve sünnet üzere yemek yerdi.
Yemekten sonra «Allahümmeşbı’ külle cüyi’ın kemâ şebe’tenâ» deyip, sağ elinin parmaklarının uçlarını sofra üzerine koyup, dudaklarına getirir ve «Elhamdü lillâhi hamden kesîren, tayyiben, mubâreken Elhamdü lillâhillezî et’amenâ ve sekânâ ve kisânâ ve ce’alnâ minel müslimîne ve hedânâ ve rahmetullahi ve berekâtühü alâ Sâni’ıttaami vel âkilin, velhamdü lillâhi Rabbil âlemin» deyip, ellerini yüzüne sürüp ni’mete ihtiram ederdi.
Sonra çoluk çocuğu ile sohbet edip, onlara uyup, gönüllerince olup, ev ve idare hususunda konuşurlardı.
Yeniden abdest alıp, yatsı namazını çocukları ile kılıp, Mülk sûresini okurdu.
Cuma gecesi ise, Hatm-i Kur’ân duasını yapıp, Resûlullah Efendimizin (aleyhissalâtü vesselâm) ruhlarına hediye ederdi.
Kıbleye dönük serilmiş yün yatak üzerinde hemen uykuya yatardı. Yatak içinde biraz oturup, birer Fatiha ve Âyete’l-Kürsî, üç ihlâs-ı şerif, birer muavvizeteyn (kul eûzüleri), sonra üç istiğfar ve on lâ havle velâ kuvvete ve bir tane lâ ilahe illâllah, Muhammedün Resûlullah okur, her biri bitince bedenine üfleyip ellerini göğsüne sürer, hep devam ederdi. Sonra sağ yanı üzere kıbleye dönük, yahut arkası üzere gökleri tefekkür ederek yatardı. «Bismike Rabbi, vada’tü cenbi, fağfirlî zenbi evda’tüke nefsi fe in emsektehâ ferhamha ve in erseltehâ fehfazhâ bimâ tahfezu bihi ibâdikessâlihîn. Allahümmeykıznî fi ehabbil evkatı ileyke vesta’milni bi ansenil a’mâl ledeyke eşhedü en lâ ilahe iilâllah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve Resûlühü» deyip, kesret âleminden dönüp, murakabe ile vahdet âlemine dalardı.
Nazm:
— 4. Nevi: Şeyh İsmail Tillovî hazretlerinin âdetleri ve elbiseleri
Ey aziz!
Fakîrullahın (rahmetullahi aleyh) âdetleri, Hakk’ın emrine ta’zim ve bütün halka rıfk ve tekrîm idi. Zira yanında Hak Teâlâ’nın ismi anılsa, ta’zim (celle şânühü) der idi. Hazret-i Peygamber’in ismi söylense, (sallallahü aleyhi ve sellem) der idi. Diğer peygamberlerden birinin ismi söylense, (aleyhissalâtü vesselam) der idi. Cebrail veya İsrafil, Mikâil veya Azrail isimleri anıldıkta, (aleyhisselâm) der idi. Ashâb-ı kirâmın biri anıldıkta, (radıyallahü teâlâ anh) der idi. Evliyadan biri anıldıkta, (rahmetullahi teâlâ aleyh) der idi.
İslâm sultanına adalet ve insaf üzere olması ve düşman üzerine galib gelmesi için dua ederdi. Çocuklarına din ilimlerini öğretip, akrabasına sıla-i rahm ederdi. Komşularına riayet ve meveddetle işlerini görürdü. Ziyaretine gelen ve gelmeyen ahbabını sever, kusurlarına kalmazdı. Ziyaretine gelen emirlere ve belki vezirlere bile ayağa kalkmazdı. Rıfk ve tevazu ile emr-i ma’ruf ve nehy-i münker eylemedikçe yanında durmazdı.
Haya ma’deni idi. Kahkaha ile gülmez, tebessüm ederek konuşurdu. Suâl sorana cevap verip, sormayana sükût eylerdi. Hücrenin ortasında serilmiş olan siyah seccade üzerinde kıbleye karşı dönüp bağdaş kurar otururdu. Ne kimseye iltifat eder, ne duvara yaslanır, ne yastığa dayanır, ne yukarı bakardı. Ziyaretine gelenlerin yüzüne, bir geldiğinde, bir de giderken bakardı.
Adak ve hediye altın ve gümüş getirseler kabul ederdi. Lâkin eline almayıp, seccadenin altına koyun buyururdu. Sonra büyük oğlu onu alıp, evin masraflarına harcardı. Diğer hediyeleri kendi eliyle çoluk çocuğu arasında taksim ederdi. Meyve ve yiyecek gibi hediyeleri, meclisinde hazır bulunan dostlara, ziyarete gelenlere verir, kendi de yer idi. Bir gün bir gecede çeyrek ekmek ancak yerdi. Beş altı günde ancak bir kâse su içerdi.
Çoğu zaman ona vecd ve hâl gelirdi. O vecdi hâlinde başını önüne eğer, gözlerini yumar sessiz kalırdı. Oturduğu yerde, bütün vücuduyla dönerdi. Yâni önce sağa, sonra sağdan geriye, geriden sola, soldan ileriye, ileriden sağa, tamamen belinden yukarı, bir karar üzere hareket ederdi. Sol elini açıp, arkasında yere koyup, avucu içinde sağ elinin şehadet parmağıyla, kendi hareketi hâliyle, dairenin merkezi gibi olurdu. Bu cezbe hâli, o kâmili aldığı zaman, his ve kuvvetleri öğle istiğraka varırdı ki, ne konuşabilir, ne de bir kimseden haberi olurdu. Her şeyden habersiz, kendi hâliyle meşgul olurdu. Yanında bulunanlar heybetinden dışarı çıkardı. Kuyu olayından sonra melek meşrebli olduğundan ehliyle yatmazdı. Hiç kimsenin evine gitmezdi. Ama kendi ziyaretine gelen misafirlere günde bir kazan aş ve bir kazan pilâv ile, iki yüz ekmek yetmezdi.
Bütün bid’atlerden sakınır, sünnetleri terk etmezdi. Beş vaktini kendi hânıkahında ezan ve cemaatle edâ ederdi. Cum’a günleri gusl edip, elbise ve çamaşırlarını değişip, Câmi’ye giderdi. İşrâk, kuşluk, evvâbin ve teheccüd namazlarına devam ederdi. Pazartesi ve Perşembe günleri hep oruç tutardı. Her Cum’a günü, namazdan önce elbette Kehf sûresini okurdu. Her söz, hareket, ahlâk ve tavrında Hazret-i Habib-i Hüdâ ya iktida ederdi, uyardı. Âdet, ibadet ve itikad bakımından onun ardınca giderdi. Hattâ bu zaif Hakkı, o fâdıl ve kâmilden Mesâbih kitabını sekiz ay zarfında okuyup, onu gözetir olmuştum. Her hâlinde bütün hareket ve hareketsizliğini o kıymetli kitaba uygun ve mutabık bulmuştum.
Velhâsıl bir âlim, fâdıl ve kâmil idi. Dünyadan yüz dönmüş ve Mevlâ’ya dönmüş idi. İbadet vazifelerinde devam üzere idi. Radıyallahü anh.
Hazret-i Şeyh’in elbisesi de sünnet üzere idi. Zira elbisesi kaba kumaştan, beyaz, yeşil, siyah ve yamalı olur, yerleri süpürecek kadar uzun olmazdı. Ve uzun olmayıp, önceleri başına beyaz bezden iki takke üzerine bir küçük beyaz sarık sarardı. Beyaz orta bezden gömlek ve içlik giyip, onların da temiz olmasına dikkat ederdi. Beyaz ince kumaştan terlik [fanila] ve zıbûnu ve kısa kaftanı var idi. Mübarek beline beyaz ince şal kuşak bağlar idi. Cübbesi yeşil, ince, muhayyer şal idi. Zümrüt yeşili idi. Elbiseleri iki kat olmak üzere böyle idi. İnce şaldan iki kolsuz bol abası var idi. Her namazı onlarla kılardı. Yaz için olan abâsı beyaz, kışlık olan siyah ve parlak idi. Beyaz iplik çorabına sarı mesh ve ayakkabıları ikişer çift idi. Siyah orta bezden iki seccadesi var idi. Yeşil, sertçe bezden onlara astar dikilmişti. Astarından kenarına ikişer parmak kıvrılmış fazlalıkları vardı. Birini kendisine mahsûs odanın ortasında, gayet ince yorgan gibi bir örtü üzerine açıp, daima onun üzerine otururdu. Diğerini Cum’a namazı için hazırlamıştı.
Cum’a günü, Câmi’in doğu tarafında, onun için yayılırdı. Zira Kuyu olayından sonra, imamlık ve hâtiblik hizmetinde büyük oğlu bulunurdu. İki haftada bir traş olmak âdeti idi. Onun için ustura, makas, kayış, bileği ve bir havlu, küçük bir sandık içinde bulundururdu. O hizmeti devletine, evlâdı gibi olan babam kavuştu. Sonra o devlet, ondan bu yetime miras kalmıştı.
Sakalını taramak için iki tarağı, tırnaklarını kesmek için bir bıçağı var idi. «Temizlik imandandır» deyip, temizlik arar, süse bakmazdı. Hatta parmağına gümüş yüzük bile takmazdı.
Mührünün taşı yemeni, şekli bademi, halkası gümüş idi. Üstünde «Bende-i Hayy İsmail Hakkı bin Kasım» yazılı idi.
Zem-zemli bezden kefeni, diğer buhur ve levâzımı ile bir sandıkta hazır dururdu. Çünkü o her an öleceğini düşünürdü. Bir başka sandıkta, diğer elbiselerini saklardı. Cum’a akşamları hücresinde buhur yakarlardı.
Maşrabası bir beyaz fincan idi. Çanağı ağaçtan, kaşığı şimşirden ve küçük idi. Şamdanı yeşil idi. Sandal asâsı babasından yadigâr idi. Abdest ve gusl için beyaz topraktan dört ibrik var idi. İkisi büyük idi, bunlar gusl için idi. İkisi de küçük olup pek dar idi. Misvâkı çok idi. Birden fazla tesbihi yok idi. Baba ve dedelerinden kalan kitaplar beş yüzden çok idi.
Odasında kendi güzel yazısı ile, Kırâat-ı Aşere işaretleri olan bir mushaf ve yine kendi yazısıyla iki cild bir «Tefsîr-i Meâlim-i Tenzil», yine kendi yazısıyla bir cild «Mesâbih-ı Şerif» ve babasının el yazısı ile dört cild «İhyâ-ı Ulûm», yine babasının el yazısıyla iki cild «Envâr-ı Fıkh-ı Şâfiî» ve büyük dedesi Molla Ali yazısıyla dört cild bir «Kâmus-ı Ekber» ve bir cild «Şifâ-i Şerif» ve bir «Şir’at-ül İslâm» vardı. Bunlar kendi yanında kalırlardı.
Haremin avlusundan hususi odalarının avlusuna bir kapı var idi. Çoluk çocuğu ancak ondan işlerlerdi. Hususi odaları kare şeklinde olup, iki hasır ile iki kilim onu döşerdi. Uzunluk ve genişliğinin miktarı bu cedvelden bilinmiştir. Yaz günlerinde bu odalarının avlusunun arka yarısına oturup, ziyaret olunmuştur. Önüne kendi mübarek eliyle nar ağacı dikmiştir.
Evinin şekli —karşı sayfadaki— şemada gösterildiği gibi idi.
Nazm:
— 5. Nevi: Şeyh İsmail Fakırullah’ın hizmetçilerinin başı, belki evlâd-ı kirama olan aziz babam Derviş Osman Hüsnî Hakîrullah’ın (rahmetullahi aleyh) memleketi, doğumu, güzel hâlleri, ahlâkı, hüzün, hayret ve yanması
Ey aziz!
Erzurum’un doğusunda altı saatlik mesafede, geniş bir ovanın orta kuzeyinde Pasinler’in merkezi olan Hasankale halkından Dursun Mehmed oğlu Molla Bekir adıyla tanınan, misafire ikram, fakirlere it’âm ve dervişlere ihtiram ile mevsuf, vezir ve kumandanlar divanında rey ve tedbiri ile idareye intizam vermekle tanınan dedemiz merhumun bin seksen bir [M. 1670] yılı Rebi’ül-evvelinin on dördüncü günü Pazartesi günü sabahleyin yüzü nikablı, hayâ ve hicâblı bir oğlu dünyaya gelmiş, ismi Osman olmuştur. Doğumunda babası çok sevinip, Hak Teâlâ’ya hamd ü sena edip, ahalîye ziyafet vermiştir.
Yirmi yaşına gelinceye kadar, yine Hasankale’de kerametler sahibi merhûm Karaşeyhoğlu Seyyid İbrahim Efendi (rahmetullahi aleyh) hazretlerinden sarf, nahiv, fıkıh ve ferâiz okuyup, hadis, tefsir ve akâid ilimlerini öğrenmiştir. Hakk’ın vergisi ile yaratılışından güzel ahlâklı olup, Derviş Efendi adıyla şöhret bulmuştur.
Sonra annesi hastalanıp vefat etmiştir. Bunun üzerine babası zorla evlendirmiş, kalenin yakınında Fendiği adındaki köyde sadât-ı kirâmdan Şeyhoğlu merhûm Dede Mahmûd’un kızını almıştır. O Hanîfe hatun bizim şefkatli anamız olmuştur. Gerçi Osman Efendi’nin hayâsı çok olduğundan zifâf akşamı insanlardan saklanıp, minarede gizlenmiş ise de Vedûd olan Hak Teâlâ, onun ehli ile sakin olması için aralarında çok meveddet ve merhametler kılmıştır. Birbirine çok yaklaşmışlar, muhabbet duymuşlardır.
Merhûm dedemiz Molla Bekr’in cömertlik yaradılışı gereğince, misafirden çok nasip ve zevk almıştır. Her akşam az veya çok misafir gelmiştir. Bazan yirmi kişi olurdu. Misafir gelmediği akşam, yemek yemeyip aç yatmıştır.
Sonbaharda bir akşam, Derviş Zekeriyyâ adında Özbekli bir aziz misafir gelmişti. Hastalanıp o kışı orada geçirmişti. Oğlu Derviş efendiyi, o azizin hizmetine ayırmıştı. O da bu hizmeti kendine büyük ni’met bilmişti. Baş ve can ile gece gündüz, ondan uzaklaşmamış, Erba’in’in ihtidasında Şeb-i Yeldâ’da, o hizmet eden büyük yaradılışlı, o hasta azizin odasında beklerken, bu azizi bir cezbe almış, o hâl içinde yatağından kalkıp, bir saat kadar, evin içinde feryâd ederek gelip gidip, İstanbul yangınını söndürmüştür. İstanbul’dan Hasankale’ye Hamsin’in ihtidasında bir vezir gelmiştir. O Şeb-i Yeldâ yangınından haber verdiğinden, bu hizmetçinin azizine hüsn-i zannı yakin derecesine varmıştır. Hasta olan aziz, bahar gelince sıhhat bulmuş, giderken odanın kapısında, hizmetçisinin yüzüne bir bakıp «Sizin ikramınız altı ay zarfında tamam olup, bizimki kalmıştır. Dilediğini iste, murâd kapısı açıktır» buyurdu. Hizmetçi o azize, yalvararak, «Muradım, sadece dünyadan ahirete imanla gitmektir. Cennet-i alâ devletine yetmektir» dedi. Tekrar hitâb edip: «Himmetini yüksek tut ki, imanın aslı, himmeti yüksek olmaktır» buyurunca, o hizmetçi, ağlayıp, en büyük muradım ahirette likâyı Mevlâ’ya nail olmaktır dedi. Tekrar hitâb edip: «Yüksek himmet, o devleti bu âlemde, gönülde peşin olarak bulmaktır» buyurdu. O hizmetçi bunu işitip, ayağına düşmüştür. O an ona Hakk’ın hidayeti erişmiştir. Bunun üzerine o aziz, onu müjdeleyip: Başını kaldır, bu devlet onda karar tutmuştur ve kendi suretini, yâni iki kaşı arasını, gözünün önüne getir, kalbine nakş et diye tenbih etmiştir. Kelime-i tevhidi, uzun nefes ile günde on bin kerre tekrar etmeyi ona telkin edip gitmiştir. İşte o azizin tenbih ve telkinini Derviş efendi canına minnet ve diline vird etmiştir. Gece gündüz o minval üzere tekrar ile meşgul olmuştur.
O esnada onun babası Molla Bekr, Azak seferine gidip, Kefe’de va’desi yetip, orada Ulu Câmi’de kalmıştır. Ondan sonra burada kalan ticaret ve ziraat, hizmetçiler, çift sürme işleri, araba, ev, bark ve gelen giden fukara ve mühimmatın bütün ağır işlerini ve evde bulunan kardeşlerin ve çocukların feryâd ve figânı, sebeb-i vücudu olan, cömerd babalarının ölüm hasreti ve fırâk-ı ateşi Derviş efendinin zikir, fikir ve huzuruna mâni olduğundan, tabiatı bağlı, ruhu hasta, kalbi kırık, üzüntülü olmuştur.
Her an, her saat ağlayıp, inleyip üzüntü ve keder denizine dalmıştır. Bir mürşid-i kâmil bulmamış ki, onu gönülden içeri alsın. Onun için dışarda kalmıştır. İşte Kelime-i Tevhid’in nuru ve şiddetli elem nârı [ateşi] birlikte bulunduğundan, öyle bir hastalığa tutulmuştur ki, vücudu soğuktan yanıp buz gibi soğuk olmuştur.
Bu esnada kendisi otuz yaşına ve hicri tarih bin yüz on sene başına [M. 1698] gelmiştir, ömründe tehevvür bilmeyip, güzel ahlâk sâhibi olan Derviş efendi, o ateşten hastalanıp, her gördüğü şeyden ve her sesden ona gadab [kızgınlık] gelmiştir. Öyle güzel ahlâka sâhib iken, böyle kötü huyla huylanması, ona ayrı bir derd ve üzüntü olmuştur.
Her sene bir oğlu doğup, üç dört aylık oldukta, beşikte iken aniden boğulmuştur. Onları göz göre göre boğan görünmeyip yok olmuştur. Bunun gibi çok elem ve kederlerle, dünyadan irâz ve ikrah edip, şaşıp kalmıştır. Soğukla yanmış kavrulmuştur.
Nazm:
— 6. Nevi: Şeyh İsmâil Fakirullah hazretlerine hizmet edenlerin reisi, belki evlâdı gibi sayılan hilm ve haya ma’deni Derviş Osman Hüsnî Hakirullah hazretlerinin kendi işi için istihare edip, oğlu İbrahim dünyaya gelip, kendisi her şeyi bırakıp Erzurum’a geçip, tasavvufa âşinâ olup, sahibinin haberini alıp, seyahat arkadaşını bulup, çaresine bakması
Ey aziz!
Derviş efendi işlerinde üzüntülü ve şaşkın kalınca, hicri bin yüz on beş [M. 1703] yılı Muharrem’in birinci Cuma gecesi işlerinin düzelmesi için sıdk ile istihare yapmıştır. Rüyasında dünyayı terk ve Mevlâ’yı aramak ve istemekle emr olunmuştur. Uyanınca seyahat etmek ve mürşid-i kâmil bulmak arzusuyla dolmuştur.
O Cum’a sabahı güneş doğarken bir oğlu dünyaya gelmiş, ismi İBRAHİM HAKKI olmuştur. Can ve cismi aşk ve şevk ile dolmuştur. Cismânî bulanıklıklardan ve ruhani afetlerden, Hakk’ın inayeti ile selâmet bulmuştur.
Kısaca şu üç beyt onu bildirir: 1. Hicretin târihi bin yüz on beş oldu ol bahar. Kal’a-yı ahsende İBRAHİM HAKKI doğdu zâr. 2. İhtiyarı ilm idi ta sâl-i binyüz kırka dek. Aşka düştü, arif oldu, vecd ü hâli kıldı kâr. 3. Sâl bin yüz yetmiş oldu, Sinn-i HAKKI elli beş, Kendi kârı bâr u vân ihtiyân kıldı yâr.
Halbuki babası ondan, hattâ candan geçip mürşid arzûsuyia seyahat düşüncesinde kalmış, kardeş ve ev halkı şehir köşesinde rahat dursun diye, bir gece gizlice Hasankale’den Erzurum a geçip gelmiştir.
Erzurum’da gümrükçü Derviş efendi, kendi oğluna üstâd, yâni hoca yapmak için, kendisine ricada bulunmuş, nice ikram ile ayda otuz kuruş aylık verip, araya adamlar koymuştur. O ise her şeyden yüz çevirip mürüvvetli Habib efendiyi arayıp bulmuştur. O merhamet menbaı merhumdan haremde mahremlerine tasavvuf ilminde seyr ve sülük kitabı okuyup tamamiyle bilmiştir.
O gönüllerin habibi [sevgilisi] bu mahremini sevip, ihtiram ile imam yapmak için Mehdi mahallesinde bir câmi yaptırmıştır. Lâkin pederim derd ve gam ateşiyle eriyip, soğuklukla yanmış, kavrulmuş idi. Mürşid arzûsu onun sabrını ve rahatını kesip, aklını ve fikrini almıştı.
O esnada Lâle Paşa Câmii’ne Özbekli bir mürşid-i kâmil vaiz olarak gelmişti. Derviş efendi varıp, o kâmili yalnız olarak görüp, hastalık ve hâlini söylemiş ve onu mürşid edinip beraber gitmek istemiştir. O kâmil, o gece, murakabesinde Hak Teâlâ’nın bildirmesiyle bunun hâlinin hakikatini bilmiş, bir daha görüştükte o hekim bu hastaya büyük iltifatla müjde ve teselli vermiştir ve:
«Ey din kardeşim! Biz seni kabûl ederdik. Lâkin bizden önce seni sultanımız almıştır. Sana müjde olsun ki, senin bir büyük sahibin vardır. O mürşid-i ekmel, pek nadir bulunur. Altı yıldan beri onun sana iştiyâkı devamlıdır. İki seneye kadar görüşmeniz mümkündür. Sen bu ateşe katlanıp, kıymetini bil. Zira güzel alâmettir. Mevlâ’ya tevekkül edip, yakin ol ki, sonu selâmettir» buyurdu.
Derviş efendi o kâmil Özbekliden bu haberi alınca, bu işaret ve beşâretle mahzûz ve mesrûr olmuştur. Va’d olunan sâhibini bulmak arzusuyla seyahat için ârif-i billah Eyyûb Efendi (rahmetullahi aleyh) hazretlerini en uygun yol arkadaşı bulmuştur, iki sene gece gündüz onunla ahbab ve sır mahremi, enîs ve üzüntü arkadaşı olup, o esnada onun ehli Hanife Hâtûn bu İbrâhim oğlunu terk edip, âhirete gitmiştir.
Derviş Efendi, tecerrüd âlemine erip bir oğlunu, iki kardeşine verip, kendi yol tedârikini görüp seyahat fırsatını bulmuştur.
Nazm:
— 7. Nevi: Hilm ve haya ma’deni Derviş Osman Hüsnî Hakîrullah’ın, kendisine müjdelenen sahibini bulması, huzurunda kalıp, derdine derman olması ve muradını alması
Ey aziz!
Fakîrullah hazretleri, kuyu olayından beri, babam Derviş Efendi’yi, kendi hizmetine lâyık ve sohbetine muvafık görüp, mahrem ve hemdem eylemek için, muhabbetiyle dembedem cezb etmiştir. Derviş Efendi de, bu tarafta, istihare gecesinden beri dembedem mürşid-i kâmil câzibesi arzûsuyla sabırsız ve kararsız olmuştur.
Bin yüz yirmi iki [m. 1710] yılı Receb-i şerifinin başında va’d olunan mürşidi bulmak için, on yıl seyahat yapmak niyyetiyle uygun arkadaşı Şeyh Eyyûb Efendi ile Bitlis tarafına gitmişlerdir. Arkadaşı o semte önce varıp, Molla Muhammed Arvâsî adında bir kâmil bulup bir müddet yanında kalıp, ondan ilim ve irfan tahsil ettiğinden, o tarafı tercih etmişlerdir.
Derviş Efendi güzel Bitlis şehrine varıp, oranın güzel evlerini, akarsularını, meyve ağaçlarını ve meyvelerini görünce, hayret edip, burası Cennet midir? deyip, refîk-i şefîkıne sormuş, bir hafta orada kalıp seyretmişlerdir.
Sonra Eyyûb Efendi’nin şeyhi Molla Muhammed Arvâsî (rahmetullahi aleyh) hazretlerinin şerefli mezarını ziyaret için, Müküs tarafına gitmişlerdir. Orada da bir hafta kadar kalıp, Derviş Efendi’inn sabr ve kararı gidip canan iline teveccüh etmişlerdir. Oradan arkadaşıyla, hac niyyetiyle Siirt’e doğru yola çıkmışlardır.
Mısra:
Cânân ilinin, işte canım, dağı göründü.
Hizan’dan Siirt’e varan kervanla giderlerken, onlardan Siirt’e yakın Tillo denen yerde Şeyh İsmail adında bir azizin haberini işitmişlerdir. Onu ziyaret için kervan ehlinden bir ihtiyar ile ona haber gönderip, kendileri o gece bir köyde yatmışlardır. İleri giden adam, o azîze, yakın iki Erzurumlu molla senin ziyaretine gelecektir, aceb onlar kimler ola demiş, o aziz de ona, onların biri yine Erzurum’a gidecek, diğeri burada kalacaktır cevabını vermiştir.
İşte Derviş Efendi, arkadaşı Eyyûb Efendi ile, Şa’bân-ı şerifin birinci günü, o azizin yanına can atmışlardır. On yıllık mesafede istedikleri devletliyi, on günlük yerde bulup, mes’ûd dîdârına kavuşmuşlardır. Daha görür görmez Eyyûb Efendi, marifet nûru ile onu tanıyıp, hemen şükür secdesine gitmiştir. O aziz ona: «Molla Eyyûb, başını kaldır, bu senin haccındır» deyip, onu müjdelemiştir. Ama Derviş, o azizi kendi nefsine kıyasla hasta zannedip, eşsiz bir mürşid olduğunu bilemeyip, kendi mürşidini bulmuş iken tanıyamayıp, onu aramakta aklı Kabe’ye ve kendi Siirt’e gitmiştir.
Üçüncü günü Tillo’ya gelip, görmüş ki, arkadaşı Eyyûb Efendi aradığını bulmuş, kıymetini bilip yanında kalmıştır. Bayrama kadar o camide itikafda olduğundan, günde bir an o azizin cemâlinden murâd almağa niyyet etmiştir. Bunun üzerine, o da arkadaşına uyup, onurla câmide kalıp hayret denizine dalmıştır. Lâkin gün-be-gün, hastalığı gittiğinden, an-be-an o azize teveccüh kılıp, ona mâil olmuştur. Tedricen vücudu sıhhat, canı rahat bulmuştur. Saat-be-saat kalbinden gaflet ve gam gidip, sürür ve huzur ile dolmuştur.
Bayrama kadar sahibini tanıyıp, ona en büyük hizmetçi olmuştur. O aziz o dervişi bir derece almıştır ki, arkadaşı nerede kalmıştır. Ama Eyyûb Efendi bayramdan sonra Erzurum’a gelmiş, Derviş ise, orada hizmeti canına minnet bilmiştir.
Sekiz yıldan beri arzû eylediği mürşidini bulmuştur. Teslim sermayesi ile marifet devletine kavuşmuştur. Seyr ve sülük kitâbı ile amil olup, o kâmilin sohbetiyle kâmil olmuştur. Gam ateşlerini söndürmüş, her hastalıktan şifa bulmuştur. O azize sıdk ve safâ ile muhabbet ve vefa edip, hizmetine devam etmiştir, ömrü oldukça zevk ve huzur ile yanında kalmıştır. Böylece o azizin sözü yerini bulmuştur.
Nazm:
Reis-i huddâm, Derviş Osman Efendi, o aziz Efendi’sini Şa’bân-ı şerifin başında bulmuş o ayın yedinci günü, ikinci hadim, rühânî muhib, fen ve ilimlerin ummam Molla Muhammed Sıhrâni de, o veliyi rahmani ve asrın evliyasının sultanı olan azizin ziyaretine gelmiştir. Mâsivâyı terk edip, halvette oturup muradını almıştır. Sıdk ve safa ile o azize hizmet edip, medh ü sena ile vasfını edip sohbette kalmıştır. Ömrü oldukça Derviş Efendi ile arkadaş olmuştur.
Ertesi yılı Şa’bân’ında merhûm Şeyh Alî amcam, ben dokuz yaşında iken, beni alıp babama getirmiştir. İlk karşılaşmamız, Hazret-i Şeyh ile babamın beraberce ikindi namazını kıldıkları zamanda olmuştur. İlk bakışta, o azizin yüzü, Allahü Teâlâ’nın hikmeti ile, bana pederimden daha tanış ve biliş gelmiştir. O anda yüzünü görme cezbesi gönlümü almıştır. Aklım onun hüsn ve cemâline, lütf ve hâline, güzel huy ve kemâline erdiği kadar hayran olup kalmıştır.
Babam beni hücredaş edip [kendi odasına alıp] hilm ve rıfk ile ilim öğretip, lütf ile terbiye etmiştir. Benim ise o azize, ruhumun virdi (Esselâmü aleyke ey rûhum) olmuştur.
Nazm:
— 8. Nevi: Fakirullah İsmâil Tillovî’nin kendinden talebsiz ve habersiz sâdır olan hârık-ı âdât, keşf ve kerametleri
Ey aziz!
Merhûm Şeyh Alî amcam ile Tillo’ya varıp, aziz pederim Osman Efendi’yi görüp, Hazret-i Şeyh’in didârı ile müşerref olduğum zamanlarda, bir gece rüyada gördüm ki: Gökyüzü beyaz serçelerle dolmuş, hepsi halkın üzerine doğru gelmişti. Bana saldıranları babam uzaklaştırmıştı. Ancak bir serçe fırsat bulup, sağ koltuğuma sokulmuştu. Sabahleyin babama anlattığımda, oramda eliyle taûn eseri bulmuş ve benim taûn hastalığına yakalanmış olduğumdan çok üzülmüştü. Beş gün habersiz yattım. Altıncı gece gözümü açtığımda gördüm ki, babam ağlıyordu. Hazret-i Şeyh de baş ucumda idi, Hazret-i Hızır gibi imdadıma yetişip, elini kaldırıp bana dua etti. Hemen o anda ruhum hayat, bedenim şifa, kalbım safa buldu. Ellerini mübarek yüzüne sürünce, sürür ile babamın yüzüne bakıp, onu: «İbrahim’in işi bitmiş iken, Hak Teâlâ onu yeniden diriltti» diye müjdelemiştir.
İkinci yılımızda sâdır olan kerametlerinden biri de şudur: Kış mevsimi idi. Babam Hazret-i Şeyh ile ikindi namazını kılıp, hücremize gelecek idi. Halbuki dergâhın ocağında pelit [meşe] közü çok idi. Merhamet menbaı Şeyh efendimiz bu çırağına şefkat gösterdi. «Molla İbrahim üşümesin, onun için hücreye köz götür» diye babama buyurmuştu. Babam emrine uyarak ocağın önüne gidip, abâsının eteğini açıp, iki elini ateşe salmış, lâkin Hazret-i Şeyh onu görüp, demir tava ile götür diye işaret etmiştir.
Babamı gördüm, elini eteğini çekip, demir tava ile aldı. Hücreye gelip, benimle yalnız kalınca, ben, o müşkülümün çözülme zamanı gelmiştir, deyip babama: «Sizin eliniz ateşte yanmaz mı ki, öyle ateşe saldınız?» diye sordum. Babam buyurdu ki: «Benim bütün vücudum, sen dünyaya gelmezden beş yıl önce, buz ateşi ile yanmış, kavrulmuştur». İnşâallah, o soğukluk babadan oğula sirayet edip miras olmuştur, dedim. Bundan hazzedip: Avâmın vücûdunu ateş üzerinde içi boş ve kuru ağaç destiye benzetip, havâssın vücudunu su ile dolmuş ve donmuş sürâhiye teşbih etti, «öyleyse, niçin demir tava ile taşımakla emr olundunuz?» dedim. Cevabından, «Senin orada olduğunu bilmişti de ondan. Zira insanların âciz oldukları işleri, şeyleri izhar eylemek, kendini halka satmak sayıldığından, ona göre o edebi terk sayılmıştır. Bunun için bize hârikulâde şeyleri, kerametleri örtmeyi ve gizlemeyi tenbih ve işâret etmiştir» dedi.
Üçüncü yılımızda görünen kerametlerden biri şudur: Bağ bozumu vakti. Sonbahar günlerinde Hazret-i Şeyh’in nahiyesinin kuzey doğu tarafında dört saatlik mesafede bulunan kal’ada Şirvan beyi üzerine Van paşası bin kadar asker ve bir top ile gelip, o kaleyi kuşattı. Beşinci gün Hazret-i Şeyh ona mektub gönderdi ve: «Ümmet-i Muhammed’in fukarasına merhamet edesin, bağları yağma olmadan bir saat önce askeri alıp gidesin. O âsi beyin, cezasını, ahirete bırakasın» diye yazdı.
Mektub kuşluk vaktinde ona ulaştı. Dinlemedi. Hemen geri dönüp gitmedi. Ben buraya sultanın emri ile gelmişim deyip, kal’anın fethinde dayandı. Bir top daha attı. Top kaleye çarpıp iki parça olup, kendi atını öldürdü. Arkasından siyah bir bulut geldi. İki saat kadar iri dolu yağdı, perişan oldular. Binek ve diğer hayvanlar, o doludan kaçtı. Adamları onları aramakta iken, dağdan seller gelip, çadırları yıkıp, önüne katıp götürdü. Paşa o zaman uyanıp, bir ata binip sekiz piyade ile ikindiden sonra ancak bizim hücreye can atabildi.
Babamla gidip, Hazret-i Şeyh i görüp, ayak üzere durup, kan ter içinde idi. Hazret-i Şeyh ona iltifat etmeyip, ancak: «Ey zalim, sen Arş’ın Rabb’inden korkmaz mısın?» dedi. O misafir sıtmaya tutulmuş gibi titreyerek, istiğfar etti. Babamın işareti ile, geldiği gibi, hânıkahdan dışarı çıktı. Hücremize gelip; terlerini silip, o heybet altında olduğu halde: «Ben şevketlü Sultan Ahmed’in musahibi idim. Bu devletlü gibi heybetli bir kimse görmedim diye yemin etti. O gece babamla hiç uyumayıp, sabahleyin çıkıp gitmiştir.
Dördüncü senemizde sâdır olan kerametlerinden birisi şudur: Sonbahardı. Evlerin damları üstünde üç yüz kile kadar bulgurumuz serilmiş iken, ayın on ikinci gecesi mehtablı bir havada Cuma akşamı yatsı vakti gelmiş iken ezan için minareye çıktım. Baktım ki nahiyenin doğu kısmını bulut kaplamış, erkek ve kadın, evlerin damlarında bulunan eşyayı korumakta acele ediyorlardı. Ben de ezan okuyup acele ettim. Bizim bulgurları toplamağa yardım için gittim.
Hazret-i Şeyh’in çocukları ve torunları ve hizmetçilerinin hepsi camiin kapısına gelmişlerdi. Onlara, yukarı mahallede, yağmur yağacak diye tedbire başvurdular, dedim: «Biz de o tedbiri almakta iken, Seyyidimiz [büyüğümüz] bize mani oldu. Bulguru, yağmuru bırakıp camiye gidiniz, Cum’a gecesine ta’zim ediniz, söyledi» dediler. Hepimiz caminin sofasına gidip, yatsı namazını açık havada kılıp, yukarı baktık. Bulut ikiye ayrıldı. Nahiye üzerinde bir zerre bulut yok idi. Her iki tarafı o kadar yağmur almıştı ki, seller akıyordu. Allahû Teâlâ o köy halkına aydınlık ve rahatlık verip, o aziz kuluna ikram eyledi.
Beşinci senemizde sâdır olan kerâmetlerinden biri: Yaz mevsiminde bir Cum’a gecesi idi. Aziz babam oturup murakabe yaparken, ben yatmış uyumuştum. Rüyâmda gördüm ki, harman yerine, sahrâda binden çok süvari ve piyade asker geldi. Atlılar attan inip bir yere toplandılar. Kimi meşâyih, kimi âlim şeklinde olup, boyları iki adam boyu kadar yüksek idiler. At ve diğer malzemelerini harman yerine bırakıp, kendileri Hazret-i Şeyh’in dergâhı kapısında saf saf dizildiler. Ben bu büyük kalabalığı seyrederken, dergâh kapısının sağ yanında duran saftan birisi, eğilip beni kucağına aldı. Tebessümle öpüp, solunda olanın kucağına verdi. O da alıp, muhabbetle öpüp, solunda duranın kucağına verdi. Bu minval üzere nöbet sekizinci ruha geldi. O da beni alıp, öpüp, solunda dergâhın kapısı bulunduğundan rıfk ile beni yere koydu. Ben kapıyı açık buldum. İçeri girdim. Baktım Hazret-i Şeyh’in dergâhına sekiz ihtiyar devletlü girmişler. O Hazret, dünya hayatında hiç kimseye kalkmaz iken onlara kalkıp, hepsiyle musafaha etti, ayrı ayrı boyunlarına sarıldı. O şaşkınlıkla uyandım.
Bu rüyanın lezzeti canıma can kattı. Bu rüyayı, sevincimden, hemen babama anlattım. Meğer o uyanık velî bu mânânın derinliğine ulaşmıştı. Bu rüya onu vâkı’a gelip, onları müşahede ile görüp sözlerini işitmiştir. Babam bana tenbîh etti ve: «Bu rüya, sana göre gâib ise de, söyleme, bu ruhlar için iyi olmaz» dedi.
Sabah açılıp, Cum’a namazı kılınıp, iki namaz arası olunca ben kapının önünde duruyordum. Gördüm ki, Siirt tarafından, kır atlı, ak sakallı bir seyyid gelmişti. Attan inip elimi öpünceye kadar ben onu görmemiştim. O beni tanıyıp, dergâhın kapısını gördü. Beni hediyesiyle harem kapısından gönderip, ziyaret izni istedi. Gelsin buyurdular. Benimle içeri gelip Hazret-i Şeyh’e selâm verdi. Ve aleyküm selâm ve rahmetullah ehlen ve sehlen iltifatıyla selâmını almıştır. Oturmasını emr edip ilk sözü: «Ey Seyyid Hamza, bu Cum’a gecesi bize çok misafir gelmiştir» oldu. Onun bu tatlı hitabından Seyyid Hamza şaşıp kaldı. Bir miktar eğlenip, ağlayıp seccadesini öpüp, benimle bizim hücreye geldi. Hâlini babama anlattı: «Beni Siirt ayânından [ileri gelenlerinden] Seyyid Hamza’yım. Bu yaşıma kadar bu nahiyeye hiç gelmedim. Bu şeyhi de hiç ziyaret etmedim. Bu gece rüyamda beş yüz kadar yüzü nurlu atlı ve beş yüzden çok uzun boylu piyade evliya askerine Siirt önünde karışıp bu devletlinin ziyaretine geldim. Bu nâhiyeyi ve yolunu rüyada görerek bildim. Evliya askeri bu harmanlara gelince, hepsi hayvanlarından inip, bu kapılarda saf saf dizildiler. Sırayla hepsi, bu azizin dergâhına girip ziyaret ettiler. Ben de, piyadelerle beraber ziyaret edebildim. Bu dergâh kapısının sağında saf duran evliyanın kucağında bu çocuğu gördüm. Elden ele veriliyordu. Kapı yanında bulunan bu çocuğu kucağından indirdikte dergâha girdi. Ben kapıda iken uyandım. Gönlüm iman lezzeti ile doldu. Bunun için bugün Cum’a namazını kılıp, atıma atlayıp, rüyada geldiğim yol ile, doğru geldim. Kimseye sormadan bu nâhiyeyi bulup sizleri tanıdım. Hazret-i Şeyh’e geldim. Bu rüyayı anlatacaktım. Bir gün sonra ona mürid olup bağlanacaktım. Bu ise, ben anlatmadan haber verdi ve: «Ey Seyyid Hamza, bu Cum’a gecesi bize çok misâfir geldi» dedi. Sübhânallah! Benim ismimi nereden bildi? Gördüğüm rüyayı bu nasıl anladı?» Seyyid Hamza’nın bu şaşmasına, babam şöyle cevap verdi ki: Senin bu gördüğün rüyanın aynını bu oğlum da görmüştür. Lâkin avamın gördüğü rüyalara seçilmiş veliler müşahede ile ermiştir. Hak Teâlâ her kuluna bir ihsan vermiştir.
Altıncı senemizde sâdır olan kerametlerinden biri budur: Bir bahar günü kuşluk vaktinde bir deli bey otuz kadar hizmetçisi ile ziyarete geldi. Dergâhın kapısından pervâsızca girip, ayakta durup, tebessüm ve sürür ile selâm verip hiç korku düşünmeden o azize: «Güzel canım, der idim ki, sana kande ireyim. Demek ki burada imişsin de ben dururdum. Allah’ı seversen bir kalk da boynunu göreyim, sonra bu tatlı canımı sana fedâ edeyim» dedi.
O mürüvvet ma’deni hemen kalktı. O mecnûn bey ayağına düşüp, kendinden geçti. Hazret-i Şeyh onun hizmetçilerine işaret edip, bu emiri misafir odasına götürüp üzerine çok yorgan örtünüz, uyusun. Aklı başına gelsin. Altmış günden beri uyumayan mecnûn altı yorgan altında altı saat uykuya daldı. Altı saat uyuyunca, hareminden beni çağırdılar. Gittim. Aziz validemiz bir tabak içinde kuru, iri kırmızı üzüm getirdi. Hazret-i Şeyh, o kırmızı üzümü mübarek eliyle evirip çevirip, okuyup üfürdü. O aziz, bu kuluna buyurdu ki, git, o yatan misafirin başı ucunda otur. Uyanıp, ne isterse, gel verelim götür.
Hemen gittiğim gibi, «Ben Hazret-i Şeyh’in önünde tabak içinde olan kırmızı kuru üzümü isterim» dedi. Geldim, Hazret-i Şeyh’e haber verdim, üzüm tabağını alıp misafire götürdüm. Üzümü görüp elimden aldı. Avucuyla ağzına doldurup, iyice çiğneyip, yedi. Üzüm bitince kalkıp abdest aldı. Kendine geldi. Akıllı oldu. Altmış gün namaz kılmayan mecnûn, öğle namazını kıldı ve o gece babamla kaldı. Kuşluk vakti yola çıkacağından veda için Hazret-i Şeyh’e geldi. Lâkin içeri girmeye cesaret edemeyip heybete kapıldı. Utancından içeri bile bakamayıp, kapıda ayak üzeri durdu, kaldı. Ancak kapının eşiğini öpüp, sürür ile yoluna revân olmuştur. Zira aklı başına gelip, dünkü güzel canın bugün kim olduğunu bilmiştir.
Yedinci senemizde sâdır olan kerametlerinden biri budur ki: Yaz mevsiminde Sıhranlı Şeyh Ali Efendi adında bir pîr-i fâni elli iki müridiyle beraber Kabe’den geldi. Kuşluk vaktinde Hazret-i Şeyh’e mülâki oldu. Selâm vermedi, konuşmadı, el öpmedi, musafaha etmedi. Edeble oturup susarak, başını önüne eğmiş halde öğlene kadar Hazret-i Şeyh’in yanında kaldı. Namazdan sonra, Allah’a ısmarladık demeden, selâm vermeden, o azizin yanından çıkıp, bizim hücremize geldi. Yine selâm vermeden ve konuşmadan başını önüne eğip bağdaş kurup oturdu. İkindiye kadar babamla murakabe etti. Babam o pire, çok ta’zîm edip hizmetinde bulundu.
O ihtiyar pir akşam iftar edince her yemekten birer lokma, yahut birer kaşık aldı. O gece, yine öyle konuşmadan oturur halde hücrenin damında mehtabda, babamla yalnızca oturdu. Her hâlde sabaha kadar mükâşefe denizine daldı.
Sabahleyin o misafir pir gidip Hazret-i Şeyh’i görüp, bir müddet yine sessizce oturup kalkınca, Hazret-i Şeyh ona ikram için kalkıp, ayakta dua etti. Duadan sonra, mübarek elini öpüp, konuşmadan dışarı çıktı. Hazret-i Şeyh ona ayağa kalktığından, hepimiz o pire ikram için elini öpüp, atına bindirip ihtirâm ile teşyi’ ettik. Harman yerinin sonuna kadar arkasından gittik. Sonra bizimle vedalaşıp, yaya müridleri ile yoluna devam etti.
Eve gelince babama dedim ki: «Bu nasıl misafirdir ki, herkesten çok izzet ve hürmet bulmuştur?» Cevabında buyurdu ki: Bu misafir diğerlerine benzemez. Kâmildir. Evliyanın havasından olup gönül sahibidir. Bizim hâs-ül-hâs efendimizin hâl ve şanına yakındır. Zira dedi ki: «Çok zamandan beri seyahat edip âlemi dolaşırım. Çok memleketler gezdim. Elli seneden beri, zamânede olan evliyanın hepsinin ziyaretine kavuştum. Zahirde bilinmeyen evliyâyı, mânâ meclisinde hoş görmüşümdür. Bu azizi hepsinden yakın ve kerim ve gavs-ı azam bilmişimdir. Şimdi bunun vücûd-i şerifini Hak aşkının ateşi yakmıştır. Bu azizin dergâhına geldiğimde, yüzünü görür görmez, gönlümü gözümle gördüm, işte benim seyahatim tamam oldu. Muradımı aldım».
Bunun üzerine babama, hiç konuşmayan misafir bu sözleri ne zaman söyledi? dedim. Bizim kalblerimiz ile konuştuk, bunlardan başka daha çok hikmetler söyleştik dedi.
Sekizinci senemizde görülen kerametlerinden biri şudur: Hazret-i Şeyh’in nâhiyesinden üç saat mesafedeki bir vadide bir köy halkından bir sevdiği var idi. Onun bağında Misbak üzümü denilen bir çeşit siyah üzüm olurdu. Diğer üzümlerden yirmi gün önce olurdu. O üzüm olgunlaşınca, o dostu ondan, en önce Hazret-i Şeyh’e bir sepet kendi arkasıyla hediye olarak getirmeyi her sene âdet etmiş idi.
O sene âdetinden bir hafta sonra geldi. Geç gelmesinde, mürüvvet kânından şöyle özür diledi: «Şeyhim, beni ma’zur görünüz. Âdetim üzere ilk erişen üzümü siz efendimize getirir iken, başka köyün çobanı olan bir dostum da yola gelmiş; o derede karşılaştık. Bu tarafa geldiğimi anladı. Bana, gel bu su kenarında seninle bir saat istirahat edelim, konuşalım. Baba ve annenin hayrına ver de iki salkım üzüm yiyelim dedi. Kalmamak için neyi bahane ettimse de, fayda vermedi. Ben de, çaresiz olarak ona teslim oldum.
Sepet, yarı olmuştu ki, bana dönüp, nükte ile ta’zir ederek: «Allah sana mal vermiş, ama akıl vermemiştir. Çoluk çocuğunu bırakıp, kendi malını müstehak olmayan ellere böyle zahmetle götürüp vermek akıl işi değildir. Şeyh olmak müşkildir. Yoksa üzüm bulmadığını ne bilirsin? Benim gözüm! Bu sözümü tutup, kalan üzümü bu fakir çobana ihsân eyle de, sevabı, ananın babanın canına değsin» deyip üzümü tamamiyle aldı. Ben de boş sepeti alıp, geriye döndüm.
Ancak yokuş yan olmuştu ki, aynı dereden, âmân, âmân imdâd sesi geldi. Bir de ne göreyim, o çobanı, kendi köpeği yatırmış, altına almış, sivri dişlerini sâhibinin boğazına salmıştı. Koşup çobanı köpeğinden kurtardım. Ama neden sonra. Azmış, belâsını bulmuştu. Köyü halkına haber verdim. Ben de gittim. Bazı ilâçlarla iyiye yüz tuttu. Lâkin beni bir hafta bu hizmetten alıkoydu. Özürüm bu idi, yâni bunun için bir hafta geç geldim».
Hazret-i Şeyh o dostunun bu özrünü kabul buyurup ona dua etti: Allahü Teâlâ sana hayır karşılıklar versin. Allah yolunda olana, Allahü Teâlâ yardımcıdır.
Dokuzuncu senemizde sâdır olan kerametlerinden biri budur: Hazret-i Şeyh’in kendi akrabasından Abbâs adında bir ihtiyar, o azizin huzuruna geldi. Ağzı eğilip kulağıyla bitişmişti. Sol yüzünün cildi kat kat kırışıp dudağıyla kulağı arasında buruşup görünmez olmuştu. Sağ yüzünün cildi, öyle gerilip açılmıştı ki, güneşte a lan def gibi gergin ve parlak olmuştu. Konuşur, fakat sözü anlaşılmazdı. O merhamet menbaı önce öyle görünce ağlayıp mübarek eliyle onu mesh edip, el kaldırıp dua etti. Fatiha’dan sonra ağzı, düzeldi, eskisi gibi oldu. Sonra konuştu ve, şeyhim beni afv et. Senin hakkında kusûr ettim. Bu gece senin için, arkanda uygunsuz söz söyledim. Ben uykuya varınca, gaibden bir sille geldi, ağzını bu hâle getirdi. Tevbeler olsun deyip yüzünü yere sürdü. O hakîm-i İlâhî, o büyük günâhı afv edip: «Bize karşı olan kusurun bizden yana helâl olsun. Hak Teâlâ sana hidayet etsin. Sakın kimseyi gıybet etme. Mü’minin mü’mini gıybet etmesi kesin olarak haramdır. Bizi gıybet etme ki, bizim gibi zelil kulun sâhibi aziz ve intikam sahibidir» buyurdu.
Hazret-i Şeyh’in bildirilen onuncu kerameti şudur: Bir gün Hazret-i Şeyh’in dergâhına, bir saat mesafede bir köyden, verâ sâhibi ve şeriatla amil bir hafız ve fakîh geldi. Hazret-i Şeyh’e muarız idi. Önce: «Ey Şeyh, sen niçin câmiye gelmezsin?» dedi. O hilm deryası ona lütf ile cevap verip: «Ey hâfız, bu dergâh mescid niyyetine yapılmıştır. Burada dünya kelâmı konuşmak, mekruh bilinmiştir». dedi. «Peki, niçin cemaat sevabını almak istemezsin?» diye sorunca, rıfk ile cevap verip: «Beş vakit namazda evlâd ve ahbabım cemaat olup, farzlar onlarla beraber edâ olunuyor» buyurdu. Ezana niçin icabet etmezsin? deyince, yine lütf ile cevap verip, «Bu mescidin minaresi şu kerpiç kadar taştır. Onun üzerinde beş vakitte ezan okunduğundan bu mescidin ezanına icabet ediyorum. Cum’a namazını da câmide kılıyoruz» buyurdu. Tekrar, niçin çok cemaatin faziletini almak istemezsin? dedi. Tebessümle buyurdu ki: «Kuyu vak’asından önce olduğu gibi, eğer hurüc huzuruma engel olmasaydı, kalabalık cemaat sevabı canıma minnettir. Madem ki ma’zurum, Hak Teâlâ o sevabdan mahrum eylemesin. «Mü’minin niyyeti, amelinden hayırlıdır» hadis-i şeriftir».
Hafız efendi haddini bilmeyip, cevabını almış gitmiştir. O gece evinde yatıp, sabahleyin uyanmış, bir de ne görsün, Kur an-ı Kerim’i ve fıkhı tamamen unutmuş. İkinci günü abdest almayı ve namaz kılmayı tamamen unutmuş, üçüncü günü gözü kör olup nuru gitmiştir. Dördüncü günü şaşkın hâlde atına binip iki üç adamla Hazret-i Şeyh’in kapısına can attı. O merhamet ma’deni onu kör görünce, ağlayıp dua etti. Mübârek elini gözüne sürdü. Karanlık perdeler açıldı. Eskisi gibi görür oldu. Çok özür diledi ve utandı.
Mürüvvet ma’deni onu okşarcasına, «Doğruyu söyledin, emr-i ma’ruf eyledin, sa’yin meşkûr olsun» deyip gönlünü aldı. Hafız efendi tevbe edip, haddini bilip, o gece bizim hücrede yattı. Sabahleyin kalkınca, eskisi gibi şifâ bulup, unuttukları hep hatırına geldi. Mesrûr ve memnun oldu. Hakk’a hamd ü sena, Şeyh’e çok dua edip yüzünü gözünü kapının eşiğine sürüp yaya olarak köyüne gitti.
Gerçi Fakîrullah (rahimehullah) istikamet ma’deni olduğundan, kerâmetler menbaı olup, hilâfet makamına kavuşmuştur. Lâkin burada bildirilen kerametler, muhabbet yolu sâliklerine yeterlidir. Zira fena fi’ş-şeyh olan Nûr-i Muhammedi’ye erip fena fillâh mertebesine gitmiştir.
Nazm:
— 9. Nevi: Hazret-i Şeyh İsmâil Fakirullah (rahmetullahi aleyh) hadimlerinin başı ve evlâdı gibi bulunan hilm ve haya Ma’deni Derviş Osman Hüsnî Hakîrullah’ın (rahimehullah) Hakk’ın rahmetine kavuşmasını ve Hazret-i Şeyh ondan sonra bu yetimini bir nazarla taziye edip, hikmetle tavsiye ve hakimane terbiye ettiği
Ey aziz!
Babam bin seksenbir [M. 1670] yılında Hasankale’de doğmuş, otuz yıl kadar okuyup yazıp Çelebi Efendi olmuştur. Yüz on yılında [M. 1698] yılında soğuk ateşle yanmaya başlamış, yüz on beşte dünyadan usanmış, mürşid-i kâmil bulmak arzûsuna düşmüştür.
Erzurum’a geçip, dört-beş yıl orada kalmış, yüz yirmi iki yılında on yıl seyahat kasdıyla, Erzurum’dan on günlük yere gelmiştir. Benzeri olmayan azizi orada bulmuştur. Onun sayesinde o mübarek yıl kalmış, dert ve üzüntüleri, sürür ve huzura dönüşmüştür.
Sohbeti bereketiyle evliyanın havâssı mertebesini bulmuş, kabirlerdekilerin hâllerine muttali’ olup, hissi olan keşf’den haz ve nasîb almıştır. Hayâli keşifleri bitmiştir. Yâni huzurunda bulunan kimsenin hayâli, onun kalbine aksederdi. Kuşlar ve canavarlar ona yakınlık gösterirlerdi.
Bu nöbet dünyasında elli iki yıl kaldı. Lâkin himmetinin yüksek olması sebebiyle, kemâllerin en büyüğü olan Hakk’a kavuşmak arzusunda idi. Diğer makam ve kerâmetleri, belki mâsivâ olan hayâlleri gözünden çıkarmıştır.
Murâd ve maksûdu ancak ölüm ile bulunan visâl kemâli olmuştur. Hattâ kendi dostlarından Molla ziyâd adında, o nâhiyedeki bir mescid imamı, bir gün yalnızken babama: «Sen bu azizin yanında evlâdından aziz iken, on yıldan beri maksadına kavuşamadın mı?» diye sorunca, babam: «Henüz muradımın nihâyetine kavuşmadım, sana söz veriyorum ki maksadıma kavuşunca sana haber veririm. Yatakta olsan da seni kaldırırım» dedi. Bu söz üzerine on gün geçince, babam hastalandı. Bu imam kendisine beş gün beş gece hizmet etti. Bu zaman zarfında babam, yemeyip, içmeyip,. konuşmayıp, ateşler içinde öyle yatmıştır. 1132 [M. 1719] yılı Receb ayının ortalarında elli iki yaşında iken, benim çok sevdiğim babam ve anam, dert ortağım, üzüntülerimin gidericisi hücredaşım, gurbet yoldaşım Derviş Osman Efendi Cum’a gecesi sabaha yakın dünyadan ahirete göç etti. Hak yolunda can verip vuslata erdi. Maksadına kavuşup, rahmet deryasına daldı.
Bu yetim o gece, başka misafir odasında yattı. Sabahleyin kalkıp hasta babasını görmek isteyince, bekleyenleri beni aldatıp, git önce namazım kıl, sonra gel, hasta şimdi rahat etti dediler. Bu söze inanıp mescide gittim. Herkes burnunu tutuyordu. Hepsinin nezle olduklarını sandım. Namazdan sonra hücremize geldim. Gördüm ki, pederim gitmişti. Benim de rahatım gitti. Gönül evim zulmetle doldu. Merhûmun ayrılık hasreti ile virânelerdeki baykuşa döndüm. Öyle feryâd etmek istedim ki, sesim göklere çıkacaktı. Ben bu hâlde iken, o merhamet ma’deni geldi. Benden o üzüntü ve elemi aldı. Ben de kalkıp, içimden, şimdi ayıptır, sabredeyim, aziz efendimiz gittikten sonra, nasıl ağlayacağımı ben bilirim dedim.
O hazret herkese selâm verip, garib oğlunun başı ucunda oturdu. Aşkından şehîd olanın ruhuna bir Fatiha okuyup, murakabe eyledi. Bu hakir o azizin karşısında, merhumun ayak tarafında ayakta idim. Meğer Hakk’ın inayetinin erişeceği vakit idi. Gördüm ki, mübarek başını kaldırıp, kimya te’siri olan nazarıyla yüzüme bakıp, tebessüm ederek, taziyede bulundu.
O esnada mübarek sadrından şimşek gibi bir nur parladı. O anda yüreğim süratle titredi. Üzüntü ve elem gidip yerine sürür ve lezzet doldu. O âlemin babası, bu yetimini yeniden ihyâ edip, kendi yerine gitti. Gönlüm o zevk ile öyle doldu ki, hislerimden bile dökülüp taştı. Sanki al, yeşil bayramlıklarımı giydim ve o mâtem günü bu yetime, büyük bayram ve büyük sürür oldu. Üzüntülü duran ahbâblar bu sürüruma hayret ettiler. Hak Teâlâ o pederi rahmetine daldırsın ki, bu oğlu, ondan ne hayatında bir keder görmüş, ne ölümü zamanında üzülmüştür.
Merhum babamın yüzünü açtım baktım. Gülmüş bir hâli vardı. Yüzü nurlu, bedeni sıcak, uzun ve mafsalları yumuşak idi. Sanki uykuda idi. Cenazesi namazını Hazret-i Şeyh kendisi kıldırdı. Cenaze namazına üç kasaba ve bütün Siirt halkı geldi. Beş yüz kadar zimmî de ağlaşıp, harman yerinin bir köşesinde toplandı. Onun vefatına, oğlundan başka, o memleketin halkı hep üzüldü. Zira Hazret-i Şeyh’in muhabbeti ile, Derviş oğlu da kalblerin mahbübu olmuştur.
Defnden ve telkinden sonra, adı geçen imâm uykusuz kaldığından, hemen gidip, evinde, çoluk çocuğu yanında üzüntü ile yatıp, uykuya daldı. Hemen neş’eyle fırladı kalktı. Çoluk çocuğu böyle âni kalkmasından şaşıp sebebini sorduklarında imam, ağlayıp, on beş gün önce Osman Efendi merhum ile sözleşmiştik. Maksadına kavuştuğunu bana bildirecekti. Uykuda olsam da, beni kaldırıp gidecekti. Sözünü tutmak için neş’eyle geldi. Beni kuşağımdan tutup, ne yatarsın, kalk. Ben muradıma erdim deyip beni sevindirdi.
İmam hemen abdest alıp, Hazret-i Şeyh’e geldi. O söz verme hikâyesini anlattı. Hazret hitâb edip: Ey Molla Ziyâd! Oğlum Molla Osman halim, selim, mestur ve teslim olduğundan, hayâtta iken kemâle erip, evliyanın havâssı mertebesine kavuşmuştur. Galiba himmeti yüksek olduğundan ehass-ı havâs ile olmayı murâd etmiştir. İnşâallah onların zümresine varmıştır.
Demek ki, babamın on yıl seyahat niyyeti, onun kalan ömrüne işaret idi. Rahmetullahi aleyh. Ruhu için Fatiha! Babamın vefat ettiği gün, arkadaşı olan Molla Muhammed Sıhrânî de hastalanıp, bir hafta sonra o da vefat eyledi.
Arkadaşından bir hafta sonra geldi ve bir hafta sonra gitti. Hazret-i Şeyh, onun da cenaze namazını kıldırdı. O da muradına kavuştu. Rahmetullahi aleyh. Ruhu için Fatiha!
Alemin babası olan efendimiz, bu yetimine, şefkat edip iltifat eylediğinden, merhum peder efendiden sonra, onun hizmetleri bize miras kaldı. O hakîm-i İlâhi, bu bozuk huyluyu, nice hikmet şurupları ile terbiye eyledi. Gönül hastalıklarından sıhhat bulunca, muhabbeti ile onu içeri aldı. Böylece tevhîd, tevekkül, tefviz, tahammül, teslim ve rıza bahçelerine girdi. Can ve cihândan kıymetli ve leziz ni’metler buldu. Hepsinden evlâ ve a’lâ marifet ve muhabbetle fenayı bildi. O kalb tabibinin bu çirkin hastalıkları olan için, terkîb eylediği hikmet şerbetleri, güzel sözleri ile buraya yazılıyor. İşte o mürşid-i kâmil, bu câhil ve gafil hizmetçisini irşâd edip, iktizâ ettikçe birer ikişer hikmet buyurmuştur.
Nice müjde işaretleri ile gönül ilâçlarını duyurmuştur:
«Molla İbrâhim, Allahü Teâlâ’yı bulan, azabından kurtulur».
«Molla, her şey Allah’dan ve yine Allah’adır».
«Molla, her şey Allah’ladır ve Allah içindir».
«Molla, her şey Allahü Teâlâ’nın yed-i kudretindedir ve her şey O’nun fiilleridir».
«Molla, Allahü Teâlâ’yı seven Kur’ân-ı Kerim okumayı sever. Molla, Kur’ân-ı Kerim okumak insan ruhunun gıdasıdır».
«Molla, Fâtiha okumak getirici ve götürücüdür».
«Molla, Allahü Teâlâ’yı seven, Kur’ân-ı Kerîm’in bildirdiği ile amel eder».
«Molla İbrâhim, Allahü Teâlâ’yı seven, Habîb’ine tâbi olur».
«Molla, Allahü Teâlâ’yı seven, Habibullah’ı da sever (aleyhisselâm). Habibullah’ı seven ona salâvatı çok okur».
«Molla, Habibullah’ı seven, sünneti ile amel eder. Habibullah’ı seven, hadîs-i şeriflerini okur».
«Molla, Mesâbih kitabındaki hadislerin hepsi sahihdir».
«Molla İbrâhim, ben babamdan, o da dedemden bütün ilimleri okutmaya mezunuz. Mesâbih’in tâlimi, Mealim tefsiri ve din ilimlerini öğretmekte seni mezun kıldım».
«Molla, ibadetlerin en üstünü müslümanlara din ilmi öğretmektir. İlimlerin en üstünü de namaz ilmidir. Çünkü o mü’minin mi’râcıdır.. Sen farzları vaktinde, sünnetleri ile beraber kıl. Mümkünse cemaati de kaçırma».
«Molla, Muhammed aleyhisselâmın şeriatı, vücûd ağacının meyvesidir. Şeriata uymak saadet verir. Şeriat dâiresinden taşmaktan sakın. Onun ehlinin icmâından ayrılmaktan kaçın».
«Molla İbrâhim, dünya çocukların oyuncağıdır. Dünya hayâl ve noksandır. Dünya zıll-i zâir ve rüyâyı bâtıldır».
«Molla, dünya harâbdır. Beka Allah içindir. Her şeyi bırak Allah’a dön».
«Molla İbrâhim, esas olan kalbtir, şart olan muhabbettir. Kalbinde arzusu olan Mevlâ’yı bulur. Çünkü o kuluna yakındır ve onunladır».
«Molla İbrahim, muhib için riyazet âdettir. Yemeyi ve içmeyi azaltmak sıhhat ve rahatlıktır».
«Molla, babanın kitabı der ki, et suyu riyazete mâni değildir. O beş günde bir yerdi, bu kâse ile su içerdi. Filân kimse bir gün susuz kalsa ve bir tas su içse riyazeti bozulur».
«Molla, bir gün ve gecede, bir defa bulduğumu yerim. Molla İbrahim, uykuyu azaltmak huzûr ve sürürdür».
«Molla, gece muhiblerin gündüzü, âşıkların mahremidir».
«Molla, ben işimin başında, geceleri severdim. Fecrin doğuşunu gözetirdim. Işıkların yayılmasını seyrederdim. Şimdi ise yatsıyı kılıyorum, abdest alıp yatıyorum ve Allahü Teâlâ’nın dilediği kadar uyuyorum».
«Molla İbrahim, susmak açık bir hikmet ve güzel bir haslettir».
«Molla, dilin susması kalbin susmasına, kalbin susması Rabb’in marifetine yardımcı olur».
«Molla, insanın selâmeti dilini korumasındadır. Kalem iki dilden birisidir».
«Molla, kalb hâllerinin dile gelmesi hâli azaltır ve hüsran olur.. Mahlûkun sırrı ifşâ olunca ceza gerekir. Nerde kaldı ki Hâlik’ın sırrı aşikâr olsun».
«Molla, bizim yaratılanlarla işimiz yoktur. Kâinata iltifatımız yoktur. İnsanlarla sohbet baş ağrısıdır. Üns onlardan kesilmektedir».
«Molla, halk, basiretinle müşâhedene engel olan perdedir. Sen de, kalbinin Rabb’ini müşahede etmesine perdesin. Sen senden onlarla perdelenmiş, Hak ise, senden seninle örtülmüştür.
«Molla, Allahü Teâlâ ile ol, insanlarla değil. İnsanlarla olursan nefsin için olma. İnsanlarla olmayıp, Allahü Teâlâ ile olursan, muvahhid olursun ve her şeyden fâni olursun. İnsanlarla nefsin için olursan adalet üzere ol».
«Molla, halk ve Hâlik’tan başkası yok. Hâlîk’ı beğenirsen, Allah’dan başkası benim düşmanımdır de. Molla, sen Allahü Teâlâ ile halkı arasındasın. Kalbini onlara [mahlûkata] bağlarsan zarar edersin. Allahü Teâlâ’ya bağlarsan, onlar sana hizmet ederler. Halkı bırak, kalbinin içine gir. Mûnisini sırrının halvetinde gör».
«Molla İbrahim, zikrin efdalı Lâ ilahe illallah’dır. İsmi çok tekrar, Allahü Teâlâ’nın muhabbetine götürür. Yalnız Allahü Teâlâ’yı zikredeni, Allahü Teâlâ da zikreder ve sever».
«Molla, zikrullahın hakikati, O’ndan başkasını unutmaktır. Her şeyi unutursan, Allahü Teâlâ ile kalırsın».
«Molla, her gün beş yüz kere sessizce Lâ ilahe illallah ve dilediği kadar Allah diyen, evliya yolunda sülük eder, ilerler. Bizim yolumuz Üveysi’dir. Bu yolda telkin Allahü Teâlâ’dandır».
«Molla, zâkir, gönlünden Mevlâ’sından başkası geçmeyen, mânâ cihetinden Ondan gayb olmayan, hevâsına meyl etmeyendir. Dâimi zikr, ruhun gıdasıdır. Molla İbrahim, fikr-i temam, evliyâ-yı kiramın âdetidir. Vücûdunu nefy için bir saat tefekkür, kendini ispat ile yaptığın bir senelik ibadetten hayırlıdır».
«Molla, hâtıralar, kalbe gelen hitâblardır. Melek tarafından olursa, ilhâm, şeytandan olursa vesvesedir. Nefsten olursa hevâ, bizzat Allah’dan olursa, hak ve doğru düşüncelerdir. İlhâmın alâmeti, ilme muvâfık olması, vesvesenin alâmeti, ilme uygun olmaması, hevânın alâmeti, onu elde etmede günâh bulunması, hak ve hatırın alâmeti, kalbe kuvvet, lezzet ve marifet gelmesidir. Arkasından sürür, ilim, hilm, rahat, emniyyet, tevekkül, tefviz, teslim, rızâ, rahmet, marifet, muhabbet, hikmet ve lütf bulunması ve gelmesidir. Yediği haramdan olan bu hâtıraların arasını ayıramaz. Kalb, hâtıraların misâfirhânesidir».
«Molla İbrahim, Allahü Teâlâ’ya tevekkül et, işini O’na ısmarla».
«Molla, Allahü Teâlâ’ya tevekkül eyle, işini O’na teslim et. Molla, sen de bizim gibisin, işini Allahü Teâlâ’ya teslim et».
«Molla, tevekkül sâhibinin suyu kuyuda, ekmeği gaybdadır. Kalbinde onlar için düşünce yeri yoktur. Cebinde de parası yoktur».
«Molla İbrâhim, onlardan birini seçene, onlar vebal olur».
«Molla, ihtiyarda âfet, tefvizde rahatlık vardır. Ihtiyârı Rabb’ine terk et. Çünkü sen hangisinin sana faydalı ve zararlı olduğunu bilmezsin».
«Molla, İbrâhim aleyhisselâma dikkat et. Rabb’ine nasıl tevekkül etti, nasıl güvendi. Ateşe atıldı da, kimseden yardım istemedi: Cebrail aleyhisselâm kendisine, bir ihtiyacın var mı, diye sorunca, sendense hayır, O’ndansa evet dedi. O’ndan iste deyince, O hâlimi biliyor, O bana yetişir, istememe gerek yok dedi. Yûsuf aleyhisselâm zindandaki arkadaşından yardım isteyince, Rabbi kendisine: «Âciz bir mahlûka dayandın ve hikâyeni ona anlattın, ihtiyacını ona sundun. Halbuki veren ve vermeyen Benim. Fayda ve zarar veren Benim» buyurdu».
«Molla, tevekkül, tefviz, teslim, sabr ve rıza Allahü Teâlâ’ya varan yolun esaslarıdır».
«Molla İbrâhim, sabr, Allahü Teâlâ’nın ilhamıdır. Acelecilik şeytanın desisesidir. Tahammül emn ü emândır».
«Molla, sabrın başlangıcı çok acı, sonu bal gibi tatlıdır».
«Molla, Allahü Teâlâ sabûrdur, sabr edenleri sever».
«Molla, ilim öğrenmekle; hilm, hilme kendini zorlamakladır. Kalb sultandır. Tahtı, tevhîd ve imandır. Tâcı hilmdir. İlim yüksek mertebe, hilm büyük ihsandır».
«Molla İbrâhim, Allahü Teâlâ’dan razı olandan, Allahü Teâlâ da razıdır. Molla, kazâya rıza, evliyanın şanındandır».
«Molla, Sevgiliden gelen belâ beştir. Bahşişi kabul etmemek».
«Molla, Allahü Teâlâ’nın dilediğinde hayır vardır. Allahü Teâlâ’nın yaptığı en güzeldir».
«Molla, marifet makamlarının evveli, Allahü Teâlâ’nın muradına sabırdır. Ortası muradına razı olmaktır. Sonu ise muradıyla olmaktır».
«Molla İbrâhim, sen Rabb’ini tanımak ve sevmekle va’d olunmuşsun. Allah’ın ikramı gayret ve çalışma ile değil, inayet ve hidayet iledir. Molla, on gün sıdk ile O’nun marifetini istersen, sana verir. Belki tam bir teveccüh ile bir gün bir gece istesen sana hidayet verir».
«Molla, Azim olan Allah’dan, sana muradını vermesini yalvarırım».
«Molla, Allahü Teâlâ’ya, bütün arzularını sana kolayca vermesi için, yalvardım ve dua ettim. Molla, Allahü Teâlâ’dan, bütün maksatlarına kavuşmanı ümid ederim».
«Molla, Allahü Teâlâ kulunun marifetini isterse, nurunu kalbine koyar ve onunla O’nu tanır».
«Molla, ârifin kalbinde mârifet nuru, âlemde güneş gibidir. Doğunca, huzurundan sıyrılanı, nuru ile kaplar».
«Molla, tâat ve mârifet kulu sultan yapar. Zıtları da sultanı esir ve köle yapar».
«Molla, nefsini zelil ve fakir bilirsen, Rabb’ini Aziz ve Kadir bilirsin. Rabb’ini bilmezsen harekette olursun. Bilirsen sakin olursun. Mârifet, iki dünya saadetidir. Muhabbet ise, gözbebeğidir».
«Molla, muhabbet, marifetin semeresidir. Mârifet ise ezeli hidayettir».
«Molla, kalb semâsında ilk parlayan hikmet yıldızıdır. Sonra ilim ayı, sonra mârifet güneşidir. Hikmet yıldızının ziyasıyla eşyanın hakikatini, ilim ayının ışığıyla mânâ âlemini, mârifet güneşinin ışığıyla da Mevlâ’yı müşâhede edersin».
«Molla, Allahü Teâlâ gibi sevgilisi olan, başkasına nasıl bakar? Allahü Teâlâ gibi tabibi olan, başkasına nasıl güvenir? Allahü Teâlâ gibi dostu olan, başkasından nasıl korkar? Allahü Teâlâ gibi sahibi, ahbâbı olan, başkasıyla nasıl meşgul olur? Allahü Teâlâ gibi güzeli olan, başkasına nasıl gönül verir? Nitekim Allahü Teala buyurur: «Beni sevdiğini söyleyip de kalbinde Benden başkası olan iddiasında yalancıdır».
«Molla, Allahü Teâlâ’yı seven, O’nu Ondan başkasına tercih eder. Allah’dan başkasını terk edenin hâli saf olur. Allahü Teala’yı seveni Allah da sever. Molla, Allahü Teala’yı seven, nefsine söz kapılarını, kalbine iki dünya kapılarını, her halde, kapatır».
«Molla, her kul zikre, her kalb muhabbete uygun olmayabilir».
«Molla, müştakların kalbleri, Allahü Teâlâ’nın nuru ile aydınlanmıştır. Konuşurlarsa, nefeslerinden nur yayılır».
«Molla, şevk kulu gayba götürür. O yakîndır ve icabet edicidir, seveni biz severiz».
«Molla, ben Fakirullah’ım. Allahü Teâlâ’nın sevdiğini severim».
«Molla, gökler ve yerler yaratılalıdan beri, sen bizim sevgilimizsin».
«Molla, sen Cennet ve Cehennem için değil, belki Allah yolunda muhabbetimiz içinsin».
«Molla, sen bizim çocuğumuzsun. Sen benim yanımda Abdülkâdir gibisin. Evlâdım gibisin».
«Molla, benden hayâ etmeyi bırak. Bana dön. Sen bendensin. Ne yaparsan kabulümdür».
«Molla İbrahim, bize yakın olan uzak, uzak olan yakındır. Sen nerede olsan, benim yanımdasın. Seni denize atsam, Allahü Teâlâ tekrar seni bana verir».
«Molla, burada biz seni terbiye ederiz. Allahü Teâlâ seninledir. O senin yardımcındır. O seni korur. Sana uzun ömür ve çok evlâd versin ve sonunu hayır eylesin».
«Molla İbrahim, tezkiye edilmiş nefs yıldızdır. Kalb-i selim aydır. Sâf sır güneştir. Nefsin yeri kapı, kalbin yeri hazret, sırrın yeri aldatma zamanında hudû’ ile huzurda bulunmaktır».
«Molla, mü’min sâlih amel yapınca, nefsi kalbine döner, sonra kalbi ruhuna dönüşür, ruhu da sırrına döner ve fâni olur. Sonra fenâ da değişir ve vücûd olur. İşte bu zaman Allahü Teâlâ ona sunacağı şerbeti sunar, yetiştireceği tohumu büyütür».
«Molla, O’nu akıl ve düşünce ile ararsan, sapıtırsın. Fakr ve hayretle ararsan, hidâyet olunursun. Dünyada ve âhirette nerede olursanız sizinle beraberdir».
«Molla, sen sen olduğun müddetçe müridsin. Kendinden fâni olunca murâdsın. Büyük saadet kendinden gayb olmandır. Büyük devlet O’nunla var olmandır».
«Molla, mârifet fenâ yoludur. Fenâ tevhîd yoludur».
«Molla, O’na teslim olursan, sana yaklaşır. O’na karşı gelirsen, senden uzaklaşır, yakınlığın O’ndan, çıkışın senden, uzaklığın O’ndandır».
«Molla, sensiz gelirsen kabul olunursun, kendini getirirsen mahcûb olursun. O hâlde kendinden ayrıl, O’nu kalbinde müşâhede eyle. Kendinden fenâ bul, O’nunla bâki olur. Vücûd aynasında, mevcûddan başkasını müşahede etme!»
Kıymetli sözleri burada bitti.
Beyt (tercümedir):
İlmi âlimlerin ağzından al,
Kalbinle, kavgacı akılla değil.
— 10. Nevi: Gavs-i azam Şeyh İsmail Fakîrullah hazretlerinin her hâlinde metâneti, tarikatta istikameti, hakikatta imâmeti, herkesin ondan yardım görmesi, dünyada kalma müddeti ve vefâtı
Ey aziz!
Fakîrullah (rahmetullahi aleyh) hazretlerinin temiz rûhu fadl âleminden bulunmuş idi. İnayet hücresinde terbiye kılınmıştı. Fıtrî olan velayeti Allah vergisi idi. Yaratılıştan olan saadeti, anadan doğma idi. Onu görenlerin kalb ve nefsleri onu sever ve ona uyardı. O sultanların kalblerinin mahbübu, bütün sülük ehlinin efendisi idi. Onun saadet cenabı, havassın dilekleri kâbesi idi. Devletlû kapısı, insanların maksadı idi.
Onu gören âlimler ve câhiller tam veli olduğunu teslim ederlerdi. Asrının feridi, zamanının teki ve büyüğü idi. Onun şân ve güzel nâmı, Arabistan ve Kürdistan diyarında meşhûr idi. Güzel hâli İslâmbol’dan [İstanbul’dan] Hindistan’a varıp İran ve Turan’a yayılmış idi. Seçilmişler ona seve seve hizmetçi olup, büyüklüğünü kabûl etmişlerdi. Sohbetini bulup, huzûrunda bulunanlar, hâl ve kemâllerin a’lâsını bulmuşlardı.
Mübarek başında ve şerefli göğsünde, güneş gibi parlayan nûr görmüşlerdi. Onu görenler, kendisini habersiz sevmişlerdi. Ondan aldıklarını alıp, erdiklerine onunla ermişlerdi. Onun hayâli cemâlini kalbinde nakş edenler safâsını sürmüşlerdi.
O vâsıta ile huzûr meclisine girmişlerdi. Çünkü o büyük vâsi Tarîkat-ı Muhammediyye’de imâm idi. Mürşid-i kâmilin alâmetleri onda tamam idi. Tevfîk onun refiki, orta hâl yolu idi. Üns onun nedimi, bast nesimi idi. Hikmet müşiri, tefekkür veziri idi. Sıdk râyeti [sancağı], hilm san’atı idi. Mükâşefe gıdası, müşahede şifâsı idi. Şeriatın edebleri zahiri, hakikat hâlleri bâtını idi. O mârifet ma’deni göğsü geniş ve şâm azim olanlardan idi. Hârikaları çok acib, garib hâlleri sayılamayacak kadar çok idi.
Zamanının evliyâsının kutbu, belki her üzüntülünün gavsı, yâni yardımcısı idi. Gönül âleminde, o asrının evliyâsının sultânı, âşıkların cânânı, derdlilerin dermanı, cemâl ve kemâl ile parlak güneş ve basiret sahipleri onun şânında hayran oldukları gibi, sûret âleminin, yâni dünya âleminin sultanları olan Mekke-i Mükerreme Şerifi, Hindistan sultanı, Sultan Mahmûd ve onun vezirlerinin çoğu ve Kürdistan’daki bütün kumandanlar ona açık ve gizli mektub ve adaklar ve armağanlar gönderip her biri dua, rızâ ve himmetini kazanmayı arardı.
Duası kabul olurdu. İkbâl ve izzeti, himmetini nüfuzu güneşten açık idi. Onun ahibbâya likası, fukaraya itası minnetsiz idi. Ziyaret edenlere öğütleri, diğerlerine sevgi ve duası bol idi. İnsanlar ve cinler ona ta’zim ve ikram ile emrine ram olup, rızasını ister idi. Zirâ o, insanların ve cinlerin mürşidi, mârifet sahiplerinin şeyhi idi. Âlemdekilerin azizi, Âdem’in hilâfette vârisi ve Habîb-i Rahmân’ın vâsisi idi. Allahü Teâlâ, bizi, bereketlerinden faidelendirsin. Âmin.
Şerif Mes’ûd’un o gönüller sevgilisine gönderdiği mektûb şöyle idi:
«Akıl ve kıyâs ile anlaşılamayan sözleri, mânâları açan Allahü Teâlâ’ya hamd olsun. Diğer insanların huzûruna kavuşmadıkları hazretinize sevgi ve bağlılıklarımı arz ederim. Yanınızda olanlar seçilmişlerdir. Şöyle ki, onları bilen sizi tanır. Onları tanıyan, şüphesiz sizi bulur. Onlardan birini bulan kurtuldu. Onlardan birinin kabûl ettiği, ünsiyyetle Hakk’a vâsıl olur. Kuds denizinden içip, üns minderinde oturana salât ü selâm, âline ve Ashâbına en iyi dualar olsun. Onun Ashâbı (aleyhimürrıdvân) ehâdiyyet ceâlinin sırlarını müşâhede eylediler. Sıfatları, Rabb’ın müşâhedesinde fâni oldu.
Allahü Teâlâ’nın selâmı üzerinize olsun. Hazret-i Şeyh’imiz, tarikatın imamı, hakikatin öncüsü, irşâd makamının ehli, kulların işlerinin tanzim edicisi, her hâlinde Allahü Teâlâ’ya dönmüş olan, söz ve hâli ile insanları Hakk’a çağıran, şekil ve ruhların özü, mülk ve melekûtün hâllerini bilen, kuds ve lâhût âlemlerinin sırlarına vâkıf, Ârif-i billah olarak tanınan, Hak’tan başkasından kesilip Allah’a kavuşan azizimiz ve efendimiz Fakirullah, Allahü Teâlâ sizi daimi eylesin». (Mektub bitti)
O temiz, ruh yeryüzüne inip, kemâl kazanıp, Hakk’ı ârif, insanlar tarafından ma’ruf [tanınmış] olup, ezeli inâyetlere kavuşmuş, ebedi feyzlere menbâ olmuş, iki cihânı gönül aynasında bulmuştu. Her şeyi unutup, yalnız Rabb’ini bilip, O’nunla kalmış idi. Böylece bu dünyanın cevr ü cefâsından yüz çevirip, zevk ve safa âlemine dönmüş, bu dünyanın zulmet ve bulanıklığının çokluğundan usanıp, vahdet âleminde daimi kavuşmak şerbetini arzûlamıştı.
Bu dükkânda bir acib cilve ile nöbetini savıp göç vakti gelmiş idi. Bu fâni dünyadan o bâkî ahirete gitmek ona kolay olmuş idi. Zira o beka sâhibi, kuyuya düştüğü zaman irâdî ölüm ile ölmüş idi. Rûh-i pâki beden mezarında mahbûs gibi kalmış idi.
Yaşı sekseni geçince, 1147 [M. 1734] yılı Şevvâl ayının ortasında, o herkesin babası, bir hafta kadar gönül denizine daldı. İnsanlar onu hastalıktan kendinden geçmiş sandılar, sonra Cum’a gecesi yatsıdan sonra, o hâlden bu his âlemine geldi. Evlâd ve torunlarını yanına çağırıp ilim ve salâh ile vasıyyet eyledi. Herkesin zimmetini ibra edip, türbesi evkafına büyük oğlu Abdülkâdir Efendi’yi mütevelli etti. Sonra Yâsin-i şerif okuyun buyurdu. O esnada şerefli odası güzel kokularla doldu. Sanki birer hokka ’ûd ve anber yakılmış gibi oldu. Çocukları ve torunları gam ve üzüntüde idiler. Onun içinse o gece bayram ve sürür gecesi oldu. Selâmün kavlen min Rabbirrahim’i işitince, Allah deyip, cismini bırakıp cânını Hakk’a verdi. Ruhu gidip, lâtif cismi kaldı.
O huzur sahibi bu dâr-ı gururu [dünyayı] bırakıp dâr-ı sûrûra gidince, çocukları ve torunları ayrılığına ağlayıp, şaşıp kaldılar. O gece ona büyük bayram iken, onlara matem oldu. O gece evlâd-ı kiramı, sabaha kadar yıkayıp kefenleyip, vasiyetini tuttular.
Geceleyin Siirt halkına ve civâr köy ve nahiyelerden beş altı tanesine adamlar gönderilip sabahleyin hepsi geldi. Çok sayıda cemaat toplanıp oğlu Abdülkâdir Efendi cenaze namazını kıldı. Mezarı, babam Osman Efendi ile Muhammed Efendi’nin türbelerinin önünde kazıldı.
Nahiye halkı kırk gün sabah ve akşam mübarek mezarına gelip Kur’ân-ı Kerim okundu. Oraya büyük bir kubbe yapılıp içine vefat târihi yazıldı. Mezar üzerine süslü ve yıldızlarla örtülü yüksek bir sanduka yapıldı. Haftada bir gün o nahiye ahalisine kabri yanında, birer ikişer ekmek, kendi evkafından tayin edildi. Mezarı ziyaret ve teberrük olunur. Kaddesallahü sirruh. Temiz rûhu için Fâtiha.
Nazm: