KİTABA DAİR
— Yayınevi
İmâm-ı A’zam Ebû Hanife
FIKH-I EKBER
Tercüme eden
Haşan Basri ÇANTAY
DİYANET İŞLERİ REİSLİĞİ YAYINLARI: 31/24
Doğuş Ltd. O. Matbaası
ANKARA - 1954
— Başlangıç
«Ehl-i Sünnet» itikadının ilk temel bilgilerini kucaklayan ve «Fıkh-ı Ekber» adı verilen bu risâlenin metni «İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe» hazretlerinindir, Arapçadır. (1) Aslına tam sadakatle tercüme edilmeye çalışılmıştır. Öyle ki az çok Arapça bilenler metin ile tercümeyi karşılaştırmak suretiyle de ayrıca istifade edebilirler.
(1) Buhârâ’lı Ebû Hanîfe’ye mal etmek isteyenler «Mu’tezile» dir. Bu iddia ile güya İmâm-ı A’zam’ın da kendi mezheplerinde olduğunu ispat etmek istemişlerdir. Halbuki risâlenin rûhu bütün açıklığıyla o iddiayı ve usûl-i mu’tezileyi reddetmektedir. İmam Hâfız Ed-din El-Bezzâzî der ki: «Ben bu risâlenin en eski hatlarda Hazret-i İmâma âid olduğunu gördüm.» Fahr El-İs’âm Pezdevî ve Abd El-Aziz El-Buhârî ve sâire de bunu teyit ediyor. Bu bapta salâhiyetli âlimler müttefiktir.
İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe, meşhur dört imamın (2) birincisi ve bir çok noktalardan efdaldir. Onun mezhebinde bulunan milyonlarca Müslümana «Hanefî» derler. Adı «Nu’man», babasının adı «Sâbit» dir. Sahih rivayete göre «80 - Hicri» yılında «Küfe» de doğmuş, «150 - Hicri» de Bağdat’ta vefat etmiştir. Allah gani gani rahmet etsin.
(2) İmâm Mâlik, Şâfiî, Hanbelî.
«Sabit» in Cenâb-ı «Ali - R.A»’ın hizmetinde bulunarak onun duasına mazhar olduğu rivayet edilir.
İmâm-ı A’zam’ın pederinin vefatından sonra, validesini «Ca’fer-i Sâdık» hazretleri tezevvüç etmiş, imamımızın talim ve terbiyesini başlıca bu zat deruhte etmiştir.
Hazret-i İmamın ashâb-ı kiramdan bazıları ile de mülâkat ve anlardan ahz-ı feyz ettiği meşhurdur.
İmamın mezhebi mezheplerin en güzeli, en mutedili ve en kolay olanıdır. Onun yetiştirdiği nice büyük âlimler ve müçtehidler vardır ki meşhurları şunlardır. «İmâm Ebû Yûsüf (113 : 182 - yahud 192) — İmam Muhammed (135 — 189) (3) İmam Züfer (110 -158)». Allah cümlesinden razı olsun.
(3) Bu iki imâma «İmâmeyn» denilir. «İmâm-ı A’zam»ın yüksek menkıbelerine dair bir çok eserler yazılmış, onlarda diğer imamların da imâmımız hakkındaki âlî şehadetleri zikredilmiştir. Biz bunların izahından eserin hacmiyle mütenasip olmayacağı için sarf-ı nazar ettik
H. Basri ÇANTAY
FIKH-I EKBER
— İçerik
(Bu kitap) Allah’ın birliğine inanmanın (4) esas (1ar) mı ve hangi şeylere itikad edilmenin doğru olacağını (bildirir).
(4) «La ilâhe illellâh» bunun ifadesidir ki manası «Allah’tan başka hiç bir Tanrı yoktur» demektir. Bu mübarek söze «Kelime-i tevhîd» ve bunu söylemeye «Tehlîl» derler.
Bunun ikinci rüknü de «Muhammedün resûlüllâh»dır ki «Muhammed sallellâhü aleyhi ve sellem Allah’ın elçisi, peygamberidir» demektir. Bu ikinci rüknü de kalbiyle tasdik ve diliyle ikrar etmeyen Müslüman sayılmaz.
«Allah’a, O’nun meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, öldükten sonra dirilmeye, kaderin hayrının da, şerrinin de Allahü Teâlâ’dan geldiğine, (görülecek) hesaba, mizana, cennete, cehenneme ve bütün bunların hak ve gerçek olduğuna inandım» demek (boynumuza) borç olur.
Allah-ü Teâlâ birdir. Fakat (bu birliği) sayı yolundan değil de Kendisinin hiç bir ortağı (ve benzeri) olmaması yolundandır.
(Nitekim «İhlâs» sûresinde Cenâb-ı Hak şöyle buyurmuştur:) «De ki O, Allah’tır, birdir. Allah sameddir (Yani bütün mevcudat kendisine muhtaçtır). Doğurmamıştır, doğurulmamıştır. Onun hiç bir dengi de yoktur».
O, yarattığı şeylerden hiç birine benzemediği gibi yarattıklarından hiç bir şey de O’na benzemez. Zâtine ve fiiline âid isim ve sıfatlarıyla ezelden ebede (5) kadar bâkidir O.
(5) «Ezel» başlangıcı olmayan sonsuz zaman, «Ebed» nihayeti olmayan, bitip tükenmeyen sonsuz zaman demektir.
(Cenâb-ı Hakk’ın) Zâtine âid isimleri şunlardır:
Fiiline (yani işlediklerine) âid (mübarek) adları da şunlardır:
(Evet) O geçmişte de, gelecekte de isimleri ve sıfatlarıyla bakidir. Ona ne bir isim, ne bir sıfat sonradan takılmış ve konulmuş değildir. (O) kendi ilmiyle ezelden beri âlimdir. İlim tâ ezelde (ve ezelden beri Onun) sıfat (1) dır. Kendi kudretiyle gücü her şey’e yetendir. Kudret ezelde (Onun) sıfat (1) dır. Kendi kelamıyla söyleyendir. Kelâm ezelde (Onun) sıfat (1) dır. Kendi yaratışıyla yaratandır. Bu yaratma ezelde (Onun) sıfat (1) dır. Ne yaparsa kendi fiiliyle yapandır. Fiil (yani yapma, Onun) ezelde sıfat (1) dır. Yapan bizzat Allah’tır. Yapma ezelde (Onun) sıfat (1 olmakla beraber) yapılan (lar böyle değildir. Onlar) mahluktur. (Allah’ın yarattıklarındandır). Allah’ın yapması ise yaratılmış (şeylerden) değildir.
Bütün sıfatları ezeldedir, ne sonradan meydana gelmiş, ne de mahluk (yaratılmış) değildir onlar. Kim hakikaten onların (yani o sıfatların) yaratılmış, yahut sonradan takılmış ve konulmuş olduğunu söylerse, yahut bu hususta duraklarsa veya bunlar hakkında şek (ve şüphe) ederse (neûzü billâh) Allah-ü Teâlâ’yı inkâr etmiş olur.
Kur’an Cenâb-ı Hakk’ın kelâmıdır. Mushaflarda yazılı, gönüllerde saklıdır, dillerle de okunandır. Peygamber (imiz sallellâhü aleyhi ve selleme Hak cânibinden) indirilmiştir o. Kur’ânı (ağzımızla) telâffuz edişimiz (yani lâfız lâfız, kelime kelime söyleyişimiz), mahluktur. Onu okuyuşumuz mahluktur. (Yani bizim o söyleme ve okuma zamanımızda ağzımızdan çıkmakta olması o anda Cenâb-ı Hak tarafından yaratılan bir kudret sâyesindedir). (Asıl) Kur’an ise (ezelîdir) mahluk değildir.
Allah-ü Teâlâ’nın Mûsâ ve diğer peygamberler aleyhimüs (salâtü ves) selâmdan, (hatta) Fir’avndan, şeytandan hikâye (ve nakletmek) suretiyle zikr (ve beyan) buyurduğu şeylerin kâffesi onlardan haber verme kabilinden Allah-ü Teâlâ’nın (ezelî) kelâmıdır. Allah-ü Teâlâ’nın kelâmı mahluk değildir. Mahluklardan (yaratılmışlardan) olan Mûsâ (aleyhisselâm)ın ve diğerlerinin söz (1er) i ise mahluktur. Allah’ın kelâmı olan Kur’an (yok mu?) o, kadimdir (ezelîdir), onların kelâmı değildir.
Mûsâ aleyhis (salâtü ves) selâm Allah’ın (kendisine olan) kelâmını işitmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak (Kur’ân-ı Kerîm’de) Nisâ sûresi, âyet 164: «Allah Mûsa ile konuştu» buyurmuştur. Allah Mûsâ aleyhis (salâtü ves) selâm ile konuşmadan evvel de (ezelden beri) konuşandı. (Onu da yaratan O idi. Çünkü) Allah-ü Teâlâ ezelde yaratıcı idi (Ebede kadar da yaratıcı olacaktır. Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurmuştur:) Şûra sûresi, ayet 11:
«Onun (benzeri bulunmak şöyle dursun) benzerine benzer bir şey (dahi) yoktur. O (her şeyi) işiten (her şeyi) görendir».
Allah Mûsâ (aleyhissalât-ü vesselâm) ile konuştuğu zaman ona ezeldeki sıfatının tâ kendisi olan kelâmı ile söyledi. Onun bütün sıfatlan yaratılanların sıfatlarından başkadır. Bilir, bizim bilmemiz gibi değil. Her şeye gücü yeter, bizim gücümüzün yettiği gibi değil. Görür, bizim görmemiz gibi değil. İşidir, bizim işitmemiz gibi değil. Söyler, bizim söylememiz gibi değil. Biz aletlerle, harflerle konuşuruz. Allah ise aletsiz, harf- siz konuşur. Harfler mahluktur, Allah’ın kelâmı mahluk değildir. O «Şey»dir, fakat bildiğimiz şeyler gibi değil. Ona «Şey» denilmesi ne cisim, ne cevher (yani atom) ne araz (yani cisim ve cevherle kaim renk, koku, tat kabilinden) olmaksızın ancak (varlığının) ispatı manasıyla (ve bu bakımdan) dır. Onun bir haddi (ve nihâyeti), karşı durabilecek) bir zıddı, bir benzeri ve bir dengi de yoktur.
Onun eli, yüzü, nefsi vardır. Nitekim Kur’an’da bunları («Yed, vech, nefs» kelimeleriyle) zikr etmiştir. Fakat Allah-ü Teâlâ’nın Kur’an’da beyan buyurduğu bu yüz, bu el ve bu nefsten her biri Onun, keyfiyeti bizce asla bilinemeyen sıfatlarıdır. (Yoksa sonradan gelmiş bazı kelamcıların dedikleri vech ile) «Onun eli kudretidir, yahut nimetidir» denilmez. Zira bunda (Onun) sıfat (ın) ı iptal etmek (hükümsüz bırakmak tehlikesi) vardır ve bu, «Kaderiyye» ve «Mu’tezile»nin sözüdür. Şu kadar ki «Onun eli keyfiyetsiz sıfatıdır. Gazabı, rızası keyfiyetsiz sıfatlarından iki sıfattır» (diyebiliriz).
Allah-ü Teâlâ eşyaya (kâinatı) her hangi bir şeyden (meydana gelmiş) olmayarak yarattı. Allah ezelde eşyaya oluşlarından evvel zaten bilendi. Eşyaya takdir ve kaza eden Odur. Ne dünyada, ne ahirette hiç bir şey Onun dileği, Onun ilmi, Onun kazası, Onun kaderi ve Onun levh-ı mahfuzda yazışı olmaksızın vücud bulmuş değildir.
O, bütün bunların her birini ancak vasıf (lar) ıyla (yani şöyle olacak, böyle olacak diye) yazmıştır. Hüküm (1er) iyle (yani şöyle olsun, böyle olsun tarzındaki emirleriyle) değil.
Kaza, kader ve (onlara teallûk eden) meşiyyet (irade, dileme) ezelde Onun keyfiyetsiz (yani bizce nasıl olduğu bilinemeyen) sıfatlarıdır.
Allah-ü Teâlâ yok olanı yokluğu hâlinde yok olarak bilir. Onu var ettiği zaman da nasıl olacağım bilir. Allah var olanı varlığı hâlinde mevcut olarak bildiği gibi onun nasıl fena bulacağım da bilir. Allah ayakta duranı ayakta duruşu hâlinde ve ayakta dikilen olarak bilir. Oturduğu zaman da oturur halde onu oturan olarak bilir ve (bütün bunları) ilmi değişmeksizin, yahut Onda yeni bir ilim hâsıl olmaksızın bilir. (Bu kabil) değişme (ler) ve ihtilâf (lar) ancak yaratılanlarda hadis olur.
Allah-ü Teâlâ halkı küfürden ve imandan azade olarak yaratmış, sonra onlara hitap etmiş, emr etmiş, nehy etmiştir. Binâen aleyh küfr eden, Allah’ın kendisine hizlânı (yani yardımını terk etmesi) ile, (fakat) kendisinin fiilî (ihtiyârı), ve Hakkı inkârı ve bu inkârında ayak diremesi ile küfr etmiş, iman eden de Allah’ın kendisine tevfîki ve yardımı ile, (fakat) kendisinin fiili (ihtiyârı), (diliyle) ikrarı ve (kalbiyle) tasdiki ile iman etmiştir.
(Cenâb-ı Hak) Âdem (aleyhisselâm)ın zürriyetini küçük küçük karınca suretleri hâlinde onun sulbünden çıkarmış da onları akıllı (insan)lar yapmış, sonra kendilerine («Ben sizin Rabbiniz değil miyim?» diye) hitap etmiş, (onlar da «Evet, Rabbimizsin» demişler), o halde iman (etmelerini) kendilerine emr etmiş ve küfrü onlara yasak eylemiştir. Hulâsa bunların hepsi de Onun Rab olduğunu ikrar etmişlerdir. İşte bu, onlardaki (ilk) iman olmuştur. Bundan dolayıdır ki onlar (yani insanlar) daima bu (selîm) fıtrat üzere dünyaya getiriliyorlar. Kim bundan (bu ahidden) sonra küfr ettiyse (kâfir olduysa) muhakkak ki (o fıtrî ve vehbî imanını kendi fiiliyle) değiştirmiş, bozmuş, kim de iman ve tasdik eylediyse hakikaten onun üzerinde sebat ve devam etmiştir.
(Allah), yarattıklarından hiç birini ne küfr üzerinde, ne iman üzerinde (bulunmaları için) zorlamaz. Onları ne mü’min, ne de kâfir olarak yaratmamış, fakat onları (sâdece) şahıslar olarak yaratmıştır. iman da, küfr de kulların kendi fiilidir. (Bununla beraber) Allah-ü Teâlâ kimin küfrü hâlinde kâfir ve bundan sonra iman ettiği zaman imanı hâlinde mü’min olacağım bilir ve o (mü’mini) sever. (Allah’ın bu) ilmi ve sıfatı (kulun değişen o kabîl halleri gibi) değişmez.
Kulların harekete, sükûna (küfre, imana, isyana, tâate) âid bütün fiilleri hakikatte kendi kesbleridir (İsteyerek, bilerek yaptıkları, kazandıklarıdır) . Onları yaratan Allah’tır ve bütün bunlar (yani kulların hayr ve şer bütün fiilleri) Onun iradesiyle, ilmiyle, kazasıyla, takdiriyledir. Tâat (ve ibadet)lerin hepsi Allah’ın emriyle, muhabbetiyle, rızasıyla, ilmiyle, iradesiyle, kazasıyla ve takdiriyle boynumuzun borcu olmuştur. Ma’sıyetlerin (günahların) hepsi de yine O’nun ilmiyle, kazasıyla, takdiriyle, iradesiyledir, fakat muhabbeti ile, rızasıyla, emriyle değil.
Bütün peygamberler aleyhimüssalâtü vesselâm küçük ve büyük günahlardan, küfürden, kabahatlerden münezzehtir (uzaktır). Onlardan ancak bazısından ufak sürçmeler ve hatalar vukûa gelebilmiştir.
Muhammed sallellâhü aleyhi ve sellem (Allah’ın) sevgilisi, kulu, resulü, peygamberi, mustafası, müctebâ (6) sidir. O, aslâ puta (ve Allah’tan başkasına) tapmamış, Allah’a bir an bile eş tanımamış, ne küçük, ne büyük hiç bir günah işlememiştir.
(6) İkisi de beğenilip seçilmiş demektir.
Peygamberler aleyhimüssalâtü vesselâmdan sonra insanların efdalı (en üstün dereceli olanı) Ebû Bekir-is Sıddıyk, sonra Umer bin Hattâb, sonra Osman bin Affan, sonra Aliyy-ül Murtazâ bin Ebû Tâlib radıyAllahü anhüm ecmeîndir. Bunlar daima ibadet eden, hak üzerinde sabit ve hak ile beraber olan (büyük zât) lerdir. Biz hepsini severiz. Allah’ın Resulünün ashabından hiç birini hayırdan başkasıyla anmayız.
Bir Müslümana günahlardan her hangi bir günahı (işlemesi) sebebiyle, velev ki o günah büyük olsun, onu helâl tanımadıkça kâfir demeyiz, iman adını ondan uzaklaştırıp gidermeyiz. Ona hakikaten mü’min ismini veririz. (Yalnız onun kâfir olmayan, fasık bir mü’min olması câiz olur.)
(Abdestte) iki mest üzerine mesh etmek sünnettir. Ramazan ayının gecelerinde teravih (namazı kılmak) sünnettir. Mü’minlerden iyi ve kötü herkesin (yani mü’minin) ardında namaz kılmak câizdir.
«Mü’mine günahları zarar vermez; o (günahkâr) ateşe (cehenneme) girmez. O, fasık da olsa, dünyadan mü’min olarak çıktıktan sonra, orada (cehennemde) ebedî kalır» demeyiz. Mürcie (taifesi) nin dediği gibi «Bizim hasenatımız (ibadetlerimiz, Allah indinde) makbuldür; günahlarımız (muhakkak) yargılanmıştır» da demeyiz.
Fakat şöyle deriz: «Kim ifsat eden (bozan dış) ayıplardan, iptal eden (gizli ve iç) manalardan hâlî olarak bütün şartlarıyla iyilik (ibadet, hayır) yapar, onu küfr ile, irtidâd ile (yani Müslüman dininden dönmekle) iptal etmez ve mü’min olarak da dünyadan çıkarsa Allah-ü Teâlâ onun O yaptığını zayi’ etmez. Bilakis kendi (fazl-ü kerem) inden kabul buyurur, ona bundan dolayı sevap verir».
Allaha eş koşmamak, küfre sapmamak şartıyla irtikâp edilen günahların sahibi mü’min olarak ölünceye kadar tevbe etmezse, o, Allah’ın meşiyyetinde (iradesinde, dileğinde) dir. Dilerse onu ateşe (cehenneme) sokmakla azablandırır, dilerse onu afveder. (Bu suretle) onu asla ateşle (cehennemle) azâblandırmaz.
Amellerden (yani ibadetlerden) her hangi bir amelin içine riya girerse bu, o (amelin) ecrini iptal eder (yok eder). Ucub (kendini beğenme) de böyledir.
Peygamberler (sallellâhü aleyhim) için ayetler (mu’cizeler), evliya (ullah) için de kerametler haktır (vâki’dir, gerçektir). Fakat haberlerde (hadislerde) rivayet edildiği üzere İblîs, Fir’avn, Deccal gibi (Allah’ın) düşmanlarına âid olup da onların şimdiye kadar vukûa gelmiş ve gelecek bulunan (hal)lerine ne ayetler, ne de kerametler adı veremeyiz. Onları ancak «Hacetlerini yerine getirme» diye isimlendiririz. Bunun sebebi de şudur: Zira Cenâb-ı Hak düşmanlarının hacetlerini (sırf) istidrâc (yani onların nimetlerini artırmak, felâket zamanlarım uzatmak suretiyle, derece derece cezaya doğru götürmek) ve nihayet ceza (ya çarptırmak) için yerine getirir de onlar bununla aldanırlar, isyanlarını artırırlar. Bütün bunlar caiz ve mümkündür.
Allah-ü Teâlâ yaratmazdan evvel yaratıcı, rızk vermezden evvel rızk verici idi.
Allah (ın cemâli) ahirette görülecektir. (Evet) mü’minler —cennette oldukları halde— kafa taslarındaki gözleriyle - bir şeye benzetmeyerek, keyfiyeti bilinmeyerek ve Kendisiyle yarattıkları arasında bir mesafe de bulunmayarak - Onu göreceklerdir.
İman (dil ile) ikrar, (kalb ile) tasdiktir. Gök ve yer ehlinin (yani meleklerle insanların ve cirmin), imanı inanılması lâzım gelen şeyler bakımından (yani bütün onlara inanmak şartıyla ve esas itibariyle), ne artar, ne eksilir. Fakat yakıyn ve tasdik cihetinden (yani inanışın kuvvetli veya zaîf olması bakımından) artar, eksilir. Mü’minler imanda ve tevhîdde (Allah’ı bir tanımakta) müsâvî (eşit) dirler. Amellerde birbirinden farklıdırlar.
İslâm Allah-ü Teâlâ’nın emirlerine (bütün iç âlemiyle) teslim olmak, (zâhiren de onlara) boyun eğmek (yani onların icaplarını yapmak) dır. (Gerçi) lûğat cihetinden iman ile İslâm arasında fark vardır. Fakat İslamsız iman olmaz, imansız da İslâm bulunmaz. Bunlar karınla sırt (içle dış) gibidir.
Din; imana, İslam’a ve bütün şerîatlere vâki’ (ve şâmil) bir isimdir.
Biz Allah-ü Teâlâ’yı kitabında (Kur’an’da) kendisini bütün sıfatlarıyla vasf ettiği gibi gerçekten tanırız. Hiç bir kul Cenâb-ı Hakka, Ona lâyik olduğu tam bir surette, ibadet etmeye muktedir olmaz. Şu kadar ki o, (Allah’a) -kitabında ve peygamberinin sünnetinde nasıl emr olunduysa- o emir (ler) e göre ibadet eder.
Mü’minlerin hepsi marifetin (Allah’ı tanımanın), yakıynin (sağlam inanın) tevekkülün (Allah’a, güvenip dayanmanın), muhabbetin (Allah’ı ve peygamberini sevmenin), rızanın (kaza ve kaderin cilvelerini hoş karşılamanın), korkunun, ummanın ve bunlara imanın (esaslarında) müsâvî (eşit) dirler. (Fakat) imanın gayrisinde ve bu saydıklarımızda derece, (kuvvet ve zaaf itibariyle) farklıdırlar.
Allah kullarına karşı fazl (-ü inayet) sâhibidir. Âdildir de. Bazan kendinden bir fazl (-ü kerem) olmak üzere kulun hak kazandığından kat kat fazla sevap verir. Bazan da kendinden bir adâlet olmak üzere günahtan dolayı cezalandırır. Bazan fazlı ile (o günahı) afiv de eder.
Peygamberler sallellâhü aleyhimin (umûmî) şefaati hak olduğu gibi bizim peygamberimiz sallellâhü aleyhi ve sellemin cezaya hak kazanmış günahkâr mü’minlere, (hele) onlardan büyük günah işleyenlere şefâat buyurması hak ve sabittir. (Dünyada yapılan) amel (ve hareket)lerin kıyamet günü mizan ile tartılması haktır. Peygamber sallellâhü aleyhi ve sellemin (cennetteki) havz’ı haktır. Kıyamet gününde (birbirinden) davacı olanlar arasında (haklıya öbürünün dünyada kazanmış olduğu) sevaplar (verilmek suretiy) le kısas (misilleme) yapmak haktır. Eğer onların (haksız çıkanların) sevapları olmazsa (haklının) günahlarından indirilip diğerlerine yükletilmesi câizdir, haktır.
Cennet ve cehennem bu gün yaratılmış (ve mevcut durumda)dırlar. Onlar ebedî fena bulmazlar. Hûr-ı lyn da ebedî ölmez. Allah-ü Teâlâ’nın cezası da sevabı da ilel’ebed tükenmez. Allah kimi dilerse fazl (-Ü kerem) i ile ona hidâyet verir; kimi de dilerse adliyle onu saptırır. Onun saptırması hizlânıdır.
Hizlân demek (Cenâb-ı Hakkın) kulunu kendisinin Razi olacağı şeye muvaffak buyurmaması demektir ki bu da Onun adâletidir. Hizlâna uğrayanı ma’sıyetinden dolayı cezalandırması da böyledir (Yani adaletinin neticesidir). «Şeytan mü’min kuldan imanını kahr ile, zorla soyar» dememiz câiz olmaz. Fakat «Kul imanı terk eder de o takdirde şeytan onu (imanı) kendisinden soyar» deriz. Münkir ve Nekîrin kabirde (ölüyü) sorguya çekmesi haktır. Kabirde rûhun kulun cesedine geri döndürülmesi haktır. Kabrin sıkması ve azabı haktır. (Bu), bütün kâfirler ve âsî, bazı mü’minler için olan (şey) dir.
İsmi (de Kendisi gibi) yüce ve eşsiz olan Allah-ü Teâlâ’nın sıfatlarından âlimlerin Farsça zikr ettiği her şeyi söylemek, yalnız «Yed = El» in Farsça karşılığı müstesna olmak üzere, câizdir. Benzetmeye ve keyfiyete gitmemek şartıyla Farsça «Rûyi Hudâ = Allah’ın yüzü» denilmesi de câiz olur. Allah-ü Teâlâ’nın yakınlığı da, uzaklığı da mesafenin uzunluğu ve kısalığı kabilinden (maddî) değil, (manevi) dir. Ancak keramet ve horluk manasınadır. (Yani mü’minin olgunluğu sâyesinde, Allah’a yakın olmak şerefine mazhar oluşu, yahut noksanı yüzünden horluğa uğrayışı manasınadır). (Allah’a ve Resulüne) itaat eden keyfiyetsiz Ona yakın, isyan eden ise keyfiyetsiz Ondan ıraktır. Yakınlık, uzaklık ve (Allah’a) yöneliş (Cenâb-ı Hakk’a) münacatta (niyazda ve düâda) bulunan üzerinde vâki’dir. Onun cennette keyfiyetsiz (Allah’a) komşu olması, kıyamette huzurunda durması da böyledir.
Kur’an peyderpey (Yani 23 senede) Resulullah sallellâhü aleyhi ve sellem indirilmiştir ki, o, mushaf (lar) da yazılıdır. Kur’an’ın bütün ayetleri (Allah’ın) kelâm (ı olmak) cihetinden fazilette ve büyüklükte müsavidir. Şu kadar ki bazılarında, âyet-ül kürsî gibi, hem zikir fazileti, hem mezkûr fazileti vardır. Çünkü o ayette mezkûr olan (zikr edilen) Allah’ın ululuğu, büyüklüğü, ve sıfatıdır. Onun için onda hem zikrin fazileti, hem mezkûrun fazileti bir arada toplanmıştır. Kâfirlerin sıfatına âid ayetlerde ise («Tebbet» sûresi ve benzerleri gibi) yalnız zikir fazileti vardır. Mezkûrun (yani zikr edilenin) —ki onlar kâfirdirler— fazileti yoktur. Cenâb-ı Hakk’ın bütün isim ve sıfatları da, aralarında fark olmaksızın, fazilette ve büyüklükte müsavidir.
Kâsım, Tâhir ve İbrâhîm (Allah cümlesinden razı olsun) Resûlüllâh sallellâhü aleyhi ve sellemin oğulları, Fâtıma, Rukiyye, Zeyneb, Ümmü Gülsüm (Allah hepsinden razı olsun) cümleten Resûlüllâh sallelâhü aleyhi ve sellemin kızlarıdır.
Tevhîd ilminin ince meselelerinden her hangi bir şey (in halli ) insana müşkül görünürse (onda tereddüt ve şüphe uyandırırsa) bir âlim bulup da derhal onu soruncaya kadar Allah-ü Teâlâ indinde doğru olanı ne ise derhal ona itikâd etmesi (ona inandım demesi) kendisine borç olur. Aramayı geciktirmesi ona câiz olmaz. Bu hususta duraklaması ile, o mazur tanımaz. Duraklarsa (belki) küfre gider.
Mi’râc haberi haktır. Kim onu red (ve inkâr) ederse o, ehl-i bid’atdendir, sapıktır. Deccâl’ın, Ye’cûc ve Me’cûc’ün çıkması, güneşin batısından doğması, îsâ aleyhisselâmm gökden inmesi ve diğer kıyamet alâmetleri, sahih haberlerde vârid olduğu vech ile, haktır, olacaktır. Allah-ü Teâlâ kimi dilerse onu doğru yola iletir.