Cennet Bahçeleri (İman Esasları)

KITABA DAIR

— Yayinevi

  • TEVHİD YAYINLARI

    TEVHİD YAYINLAR: 1


    İMAM MUHAMMED BİRGİVÎ nin CENNET BAHÇELERİ

     

    Tercüme Eden: İBRAHİM EKEN

    Doğuş Ltd. Şti. Matbaası - Ankara

  •  Yayinevi

    — Önsöz

  • İslâm dininin yüce prensipleri hayata neşat verir. Gönüllere ferahlık serper. İnsanı hayvanî duyguların esaretinden kurtarıp, ahlâk ve fazilet hasletleri ile bezeyerek İlâhi âlemlerde saadete gark eder.

  • İslâm’a ve Müslüman Türk Milletine hizmet etmek gayesi ile bu esasları «TEVHİD YAYINLARI» adı ile neşre karar verdik. Bu seride büyük İslâm âlimlerinin eserleri Türkçeye terceme edilerek neş¬redilecek, bunun yanında zamanımızın kıymetli ilim adamlarımızın da te’lifleri Müslümanların istifadelerine sunulacaktır.

  • İslam’ın bu prensiplerinin başında iman esas¬ları yer almaktadır. Bunun için İmam Birgivî Muhammed Efendinin te’lifi olan

    adlı eserini «İTİKAD TEMELLERİNDE CENNET BAHÇELERİ» adı altında Türkçeye ter¬ceme ettim. Bu eser Mahmut Esat efendi tarafından da bundan 65 sene evvel Türkçeye terceme edilerek basılmıştı. Fakat Mahmud Esad efendi izah makamında bir takım kendi fikirlerini de metin içinde zikrederek eseri asli gayeden uzaklaştırmıştır.

  • Bunu dikkate alarak biz metni aynen muhafa¬zaya gayret ettik. Metinde geçen ayet ve hadislerin mealleri ile beraber asılları da basılmıştır. Kitabın başına İmamı Birgivi efendi hazretlerinin kısa bir tercemei hali ve sonuna da fihrist ilâve edilmiştir.

  • Ümid ederim ki şu eseri mütalâa etmek iste¬yen din kardeşlerimin yanında, İmamı Birgivi haz¬retleri ile beraber benim ismimin de hayır dua ile anılması müyesser olacaktır.

  • Selâm hidayete ermiş bahtiyarlara.

     

    20/6/1963 Ankara

    İbrahim EKEN

  • — Bi̇rgi̇vi̇ Buhammed Bi̇n Pîr Ali̇

  • Birgivi Muhammed efendi hicri 928 tarihinde Balıkesirde doğdu. Babası Balıkesir ulemasından Müderris Pîr Ali efendidir. İlk tahsilini Balıkesirde babası Pîr Ali efendinin yanında yapmıştır. Daha sonra ilme karşı olan hevesi ve babasının kendisinde gördüğü yüksek kabiliyeti onu İstanbul’a sevketmişti. Orada devrin büyük kıymeti Ahi Zade Mehmed efendinin derslerine devama başladı. Burada da tahsilini ikmal ettikten sonra Bayrami tariki şeyhlerinden Şeyh Abdurrahman Karamanî’ye intisap ederek tasavvuf yolunu tuttu.

  • Bir ara Şeyh Abdurrahman’ın tavsiyesi ile Edirne Kassamı Askerisi olmuştu. Oradan ayrıldıktan sonra büsbütün zühdü takva yoluna girmek istemiş ve hatta Edirne’ye dönerek, orada iken ahaliden topladığı mahsulü sahiplerine iade etmişti.

  • Şeyhi ve hocası Abdurrahman Karamanî, kendisindeki ilim kabiliyetini görünce, tasavvuf yolunda değil tedris ve ilim yolunda terakki etmesi lâzım geldiğini tavsiye ve emretmişti. Bundan sonrada Şeyhinin tavsiyesinden, ömrünün sonuna kadar ayrılmadı. Ders ve va’zlarına devam etti.

  • Muhammed efendi bir ara İstanbul’da padişahın hocası olan Mevlanâ Ataullah efendi ile tanıştı ve onun takdirini kazandı. Ataullah efendi ilmi dehasına hayran olduğu Muhammed efendiyi, Aydın vilâyetinin Birgi nahiyesinde yaptırdığı medreseye müderris olarak tayin etti. Bundan sonra bütün hayatı Birgide geçti. Bundan dolayı da Birgivi veya Birgili diye şöhret buldu.

  • Birgivi Muhammed efendi bütün ömrünü va’z, ders ve telif ile geçirmiştir. Dindarlık, zühd ve takva hakkındaki fikirlerini pervasızca açıklamaktan çekinmezdi. Bu hususta pek de ileri giderdi. Hatta Kur’anı Kerîmin okunması gibi dini işler ve ibadetlere karşılık ücret almanın haram olduğunu ileri sürdü. Bu hususta devrin ilim adamları ile şifahi ve tahriri bir çok ilmi münakaşalar ve münazaralara girişmiştir. Fikrinin üstün gelişi, evkafın batıl olacağı neticesine ulaşacağından, zamanın Şeyhülislâmı Ebussuud efendi kendisini münazaradan men etmişti. Pek çok kıymetli telifleri vardır.

  • 981 hicri yılında 53 yaşında olduğu halde taun hastalığından vefat etmiştir Allah ondan razı olsun.

  • Önsöz

    — İtikad Temellerinde Cennet Bahçeleri̇

  • Bizleri ilim ve imâna hidâyet eden, küfür ve isyandan nehy eyleyen ALLAH-U TEALÂ’ya hamd olsun. Dinlerin en hayırlısıyla gönderilmiş, şan ve şerefi yüce, kadri büyük Peygamberimiz Hazret-i MUHAMMED (S.A.S.)’e Salât ve Selâm olsun... İhsan ve ihlâsta ileri âline, kalbden bağlanan ashâbına da salât ve selâm olsun...

  • Madem ki imân, insana vâcip olan şeylerin evveli, ruhlar bedenlerden sıyrılırken istenenlerin sonuncusudur. Belki de iman varlığın ana maksadı ve ahd-i misâk’ın en yüksek gâyesidir.

  • İman insanda ancak vâcib-ül vücûd’un varlığını bildikten sonra hâsıl olur. Onun sıfatlarını isbat ettikten sonra da kemal derecesine ulaşır ve madem ki TEVHİD akidesinde taklid düğümlerinden kurtulmak için insan gücünün yettiği kadar imânın icmâl ve tafsilini öğrenmekte gayretini sarf etmesi ve imanın kat’î delilleri ile kazanılması uğrunda bütün varlığını harcaması her akıl sahibine vâcibdir. O halde iman dinî inançların başı ve başlangıcıdır. Bizi ALLAHA yaklaştıracak yakînî ilimlerin asıl ve esasını ortaya koymayı tekeffül eden ilim ise TEVHİD ve sıfat ilmidir.

  • Ben de bu mevzuda yazılmış eserlerin en iyisi ve teliflerin en muhtasarı olarak İmamımız İMAM-I ÂZÂM (Allah O’ndan Razı olsun) Hazretlerinin «Fıkh-ı Ekber» adlı eserini buldum. Ondan sonra Tahavî’nin, Ömer Nesefî’nin, Sünûsî’nin ve Suyûtî’nin akâid kitapları gelmektedir. Bütün bu eserlerin tertib ve tanzimi son derece güzel, ârî ve temizdir. İçlerinde itikad esaslarının pek faydalı incilerini, dinin eşsiz pırlantalarını ihtiva etmektedirler. Bu eserler, bu halleriyle ay ve güneşin yüzüne yazılıp ezberlense gerektir. Ancak, bu eserler akaidin esaslarını hazırlayacak delilleri hâiz olmadıklarından taklitten kurtulmaya, kâfi gelmemektedirler.

  • Bunun üzerine, kendi kendime bu büyük ilim adamlarının eserlerinde naklolunan kaidelerin esaslarını ve delillerini hâiz ve fakat muhalif ve muarızların delil ve suallerini bir tarafa bırakarak kısa, bununla beraber sağlam bir metin hazırlamağı düşündüm. Bu hususu Allah-u Teâlâ’dan istihare ettim.

  • Nihayet eseri, Cibril-i Emîn (Aleyhisselâm)ın: «İmanın esasları nelerdir»? Diye, sorduğu vakit, Resul-ü Ekrem (S.A.S.) in verdikleri cevaptaki tertibe göre hazırladım. Resulullah (S.A.S.):

    — İMÂN, ALLAH’a, meleklerine, kitaplarına, Peygamberlerine, ahiret gününe, ölümden sonra dirilmeye, Kadere, hayrın ve şerrin Allah’dan olduğuna inanman’dır. Buyurmuşlardır.

  • İşte, iman bu yedi esasdır. Ayrıca, bu yedi esasın evveline de «imanın hakikati» adı altında bir fasıl da ilâve ettim. Böylece, kitap, sekiz fasıldan ibaret oldu. Kitaba da «İTİKAT ESASLARINDA CENNET BAHÇELERİ»:

    adını koydum.

  • Allah Teâlâ’dan tevfikını Refik buyurmasını, eserin telifi ve ortaya çıkmasında kolaylıklar ihsan buyurmasını niyaz ederim. Zira, dualara icabet eden ve hacetleri yerine getiren ancak Odur.

  • İtikad Temellerinde Cennet Bahçeleri̇

    BİRİNCİ BAHÇE — İMAN

    — İmam-ı Azam ebu Hanife Nu’man bi̇n Sâbit Hazretlerinin Mezhebine Göre İmanin Hakikati

  • İMAN, lügatta tasdik etmek, inanmak manasınadır. Yâni, haber verenin hükmünü anlayıp onu kabul etmek haberi getirenin doğru olduğuna inanmaktır. Bu inanış, o tarzda olmalıdır ki, buna, «TESLİM» adı verilebilsin.

  • Şeriatta ise, İMAN; ALLAH’ın varlığını birliğini ve Peygamber (S.A.S.)’ın Allahtan getirdiği her şeyi kalbden tasdik etmektir. Nitekim, Allah-u Teâlâ,

    «Onlar öyle kim selerdir ki, ALLAH İmânı onların tâ kalblerine yazdı».

  • Keza

    «Kalbleri iman etmedikleri halde, ağızlarıyla iman ettik diyenler» buyurmaktadır.

  • Resul-ü Ekrem (S.A.S.) da

    «Yâ Rabbi, kalbimi iman üzerin de sâbit kıl» diye dua ederlerdi. Usâme hazretlerine de «Allah Ondan Razı olsun»: Dili ile, inandığını ikrar eden bir kimseyi öldürdüğü vakit,

    «Sen onun kalbini yardın mı»? diye ihtar etmişlerdi.

  • Hâsılı İMAN, bir kalb işidir. Bunun içindir ki, hiç bir vakit tasdikin düşmesi ihtimali yoktur. Halbuki, ikrar böyle değildir. İkrarın ikrah hâlinde düşmesi ihtimali vardır. Bundan dolayı da dil ile ikrar etmenin imanın hakikatında dahli yoktur.

  • Ancak, Allah-u Teâlâ insanlara, kalblerinde bulunan iman nimetini başkalarına göstermek ve böylece de kendileri hakkında İslâmiyet hükümlerinin tatbikini temin gayesiyle, imanın bir işareti ve âlâmeti olmak üzere, dil ile ikrarı da vâcib kılmıştır. Çünkü, tasdik batınî bir iştir. Onun varlığını bilebilmek için bir işaretin bulunması lâzımdır.

  • Sonra, ikrar; dünya hükümlerinin tatbiki sahasında, aslında tasdik bulunsun bulunmasın, tasdik yerine geçti. Şu halde, bir insanda tasdiki kalbı olur da, diliyle ikrar etmezse her ne kadar dünya hükümlerinin tatbikında mü’min sayılmaz ise de Allah yanında mü’min’dir. Bunun aksi de variddir. Bunların ikisini de birleştiren kimsenin: «Ben hakkıyle mü’min’im» demesi doğru olur. Zira, imanda şüphe eden kimse tekfir edilir.

  • Aynı şekilde amellerin de imanın hakikatında dahli yoktur. Çünkü, imân, amel-i sâlih’in şartıdır.

  • Allahu Teâlâ,

    «Bir kimse Mü’min olduğu halde iyi amel —ve hareketler— de bulunur ise»... buyurmaktadır. Şart ise, meşrûtun haricinde kalır. Sahih olan da budur. Keza, Ebû Manşûrî Maturidî hazretleri de böyle bu yurmaktadırlar. Bu hususda, İmâm-ı Âzam ve Ebû Mansûrî Maturidî hazretlerine İmâm-ı Mâlik, İmâm-ı Şafiî, Evzâî hazretleri ve bütün muhaddisini kiram ve fukahai izam muhalefet etmişlerdir. Onlar, «İmân, kalb ile tasdik, dil ile ikrar ve erkân ile amel etmektir» mezhebine kail olmuşlardır. Hattâ, İmâm-ı Şafiî hazretlerinden: «İmânda birinci kısmı ihlâl eden münafıktır. İkinci kısmı ihlâl eden kâfirdir ve üçüncü kısmı ihlâl eden kimse ise fâsıktır», diye bir rivayet de variddir.

  • Görülüyor ki, ikrar ve amel bu zatlara göre imânın iki kısmıdır. Bundan dolayıdır ki, bu imamlar, amelin artması ve azalması ile İmânda da bir artma ve azalmanın câiz olabileceğine kaildirler.

  • Halbu ki, bunun hakikata uygun olmadığı hem aklî ve hem de naklî delillerle sabittir.

  • — Akli deliller:

  • Bir şey ancak rükünlerinin varlığı ile mümkündür. İnsan, bütün zamanlarda mü’mindir. Dil ile ikrar ise, her zaman mevcut değildir. Aynı şekilde, amel de her an mevcut değildir.

  • İMAN, hudutlandırılmış ve bir tarif içine sokulmuştur. Târif ise, bu hudut dahilindeki bütün cüzleri hâiz olmalıdır. Bu cüzlerden birisi yok olacak olursa, geri kalan kısımlara imân demek doğru olmaz. Eğer hal böyle olsaydı, bir günah-ı kebîri, hattâ sagîri işleyen kimsenin, amelin ortadan kalkması dolayısıyla kâfir olması lâzım gelirdi.

  • Zira, imânda bir tek kısmın yok olması, bütün imânın yok olmasını icab ettirmektedir. Aynı şekilde, ömründe bir kerre olsun kelime-i şehadeti getirmeyen bir dilsizin de mü’min olmaması lâzım gelirdi. Halbu ki, hakikat böyle değildir.

  • — Nakli deliller:

  • Cibril (A.S.), Peygamber (S.A.S.) Efendimizden İmân hakkında sordukları zaman: «Allah’a ve meleklerine inanmakdır» buyurdular. Fakat, «Dil ile ikrar erkân ile, amel etmendir» diye buyurmadılar.

  • Sonra Cebrail (A.S.) da: «Eğer bunu yaparsam ben mü’min olurmuyum»? demelerine karşı, Hazreti Peygamber (S.A.S.)’ın cevabı «EVET» olmuştu. Eğer ikrar ve amel imânda dahil olsaydı böyle cevap vermezlerdi de, bil’akis, «dil ile ikrar, azalar ile amel etmektir» diye buyururlardı.

    Aynı şekilde, eğer ikrar ve amel imânda dahil olsaydı Resulullah (S.A.S.)’in imânı tasdik ile tefsir edişleri hatalı ve «evet» sözlerinin de yanlış olması lâzım gelirdi. Peygamber (S.A.S.) hakkında böyle bir şey düşünmek elbette, bâtıldır. Bütün bunlar gösterir ki, insan, kalbinde daima mevcut olan ve emsalinin yenilenmesiyle devam eden bir tasdik ile mü’min olur.

  • Şu zikrolunan şeylerden Kerramiye’nin, «İman, mücerret ikrardır» sözü ile Beşir bin-İyad ve İbn-i Ravendi’nin: «İmân sâdece tasdikten ibarettir, bu tasdik ise kal ve dil ile olur» sözlerinin de bâtıl olduğu meydana çıkar.

    Kaderiye’den Cehm ve Ebu Hüseyin’in: «İmân, tanımak «marifet»ten ibarettir». sözünün bâtıl oluşu ise apaçıktır. Çünkü; tanımak tasdik değildir.

    Nitekim, yahudi ve hristiyanlardan bir kısmı Resulullah (S.A.S.)’in nübüvvetini tanıdıkları halde, tasdik etmemişlerdi. Allah-u Teâlâ:

    «O’nu, çocuklarını tanıdıkları gibi tanıyorlardı. Halbuki, mü’min değildirler». buyurmuştur.

  • Görülüyor ki, imâmımızın ve O’na tâbi olanların gittikleri yol her türlü itirazdan ârî HAK yoldur. Hâsılı, imân, birdir. İmân sahipleri de asılda müsavidirler. Aralarındaki fazlalık, ancak, takvâ bakımındandır. İmânın hakikati fazlalaşmaz ve noksanlaşmaz. Zira, imân, cezm ve iz’an derecesine varan bir tasdiktir. Böyle bir tasdikte ise, fazlalık veya noksanlık tasavvur olunamaz.

  • Kur’an-ı Kerim’de Allah-u Teâlâ’nın: «İmanlarını artırır».... ve buna benzer beyanları vahyin nüzulü zamanlarında imânın taallûk ettiği esaslar itibariyle veya imânın meyvası ve sıfatları, kuvvet ve za’fı hasebiyledir.

  • Şeriatta, imân ve İslâm bir manadadır. Çünkü İslâm hudû duymak ve bağlanmaktır. Bu da tasdikin hakikatından ibarettir. öyle ise iman ve İslâm bir birinden ayrılmaz. Bu sözümüzü

    «O beldede mü’minlerden kim varsa çıkardık. Fakat orada Müslüman olarak bir ev halkından başkasını bulamadık» Ayeti Çelilesi teyit etmektedir.

  • Lâkin

    «Bedeviler imân ettik dediler deki sizler imân etmediniz. Sadece İslâm olduk deyiniz». Ayeti Celilesinde İslâm kelimesinin manası ise batını bir bağ olmaksızın zâhiren bağlanmaktan ibarettir.

  • Sonra şunu da bilelim ki, mukallidin imânı sahih addolunur. Çünkü, bir adam, her hangi bir haberi verdiği vakit bir başkası onu tasdik ederse, hiç bir kimse «Bu adam şu söze inandı veya şu adama inandı» demekten men edilemez. Her ne kadar muhakemeyi terk ettiği için isyan etmişse de; Zira, Nebii Zişan (A. S.) Efendimiz: Daha muhakemenin ne demek olduğunu anlamayan bedevilerin ve emsalinin imânlarını kabul etmişlerdir. Hulefa-i Raşidin dahi böylece hareket ettiler.

  • Allahın dini tekdir.

  • Arz ve Semada Allah Teâlâ’nın dini tekdir. O da, İslâm dinidir. Nitekim,

    «Allah indinde hak din ancak islâmdır» Ayet-i Çelilesi de bunu gösterir. İslâmiyyet gulüv ile Taksir, Teşbih ile Ta’tıl, Cebir ile Kader, Emniyet ile Yeis arasında dosdoğru bir yoldur.

  • Allah’ım, bizim ruhlarımızı Müslüman olarak kabzet ve bizleri de iyiler arasına kat..

  • İmam-ı Azam ebu Hanife Nu’man bi̇n Sâbit Hazretlerinin Mezhebine Göre İmanin Hakikati

    İKİNCİ BAHÇE — ALLAH'A İMAN

    — Allah'a İman

  • Allah-u Teâlâ’ya imân vâcibdir. Bu vücûb, âlemin hadis olması ve ilmin, varlıkların hakikatına ulaşmasıyla sabittir. Muhakkak olan bir şey var ki, aklın erebileceği her şeyde aklın vereceği hüküm, üç şeyden birisinin dışında kalamaz:

    VÜCUB, eğer bir şeyin varlığı bizatihi, yâni, başka bir te’sir ve sebeple değilse o, vacib-ül vücuttur. Bu da ancak Allah-u Teâlâ’dır.
    Mümteni eğer bir şeyin yokluğu bizatihi ise, bu da mümtenidir. Allah-u Teâlâ’nın bir ortağının mümteni olması gibi..
    Mümkün, eğer bir şeyin varlığı veya yokluğu lizatihi değilse bu da «Mümkün» dür. Âlem ve onun parçaları (cüzleri) gibi....

  • Mümkün olan şeyler ise, ya mütehayyiz olur ki, buna CEVHER denir, veyahut bu cevherde bir halden ibaret olur ki, buna da ARAZ denilir. Eğer cevher taksim kabul ederse, buna cisim adı verilir.

  • Taksim kabul etmezse

    «Cüz’ün lâ yetecezzâ» denir.

    Araz, ya canlı olanlara mahsus olur, ilim gibi, veyahut, canlıya mahsus olmaz: renkler gibi. Mümkün olan her şey, varlığında ve yokluğunda bir müreccih’e yâni müessire muhtaçtır. Bu müessir ya muhtardır, dilerse bir şey yapar, dilerse yapmaz. Yahudda bizatihi onu yapmakla mükelleftir. Bu ise, kendisinden, istesin istemesin, eserin çıkması vacib olan şeydir; Güneşten ışığın çıkışı gibi...

  • Daha evvel bir maddesi olmadan ve bir âlet bulunmadan bir şey yapmaya «ibda» tâbir olunur; ilk mahlûkun yaratılması gibi...

  • Madde ve âlet var iken yapmaya da (icat) denir; bazan ibda yerine icat tabiri de kullanılabilir.

  • Şu halde, bir lizatihî vâcib-ül vücuda inanmak lâzımdır. Bu da Allah-u Teâlâ’dır. Mümkünattan olan, yâni, sonradan yaratılmış bulunan şu âlemin varlığı bize gösteriyor ki, ALLAH VARDIR. Bu âlemin hudûsu ise, sonradan var olan bir çok arazlar ile bir arada bulunmasından anlaşılır.

  • Hâdis olan bir şeyle bir arada bulunan şey de hâdis olur. Arazların hudusu âşikârdır. Zira, bu arazlar her an varlıktan yokluğa, yokluktan varlığa değişip durmaktadır. Hâdis olan bir şey ise mutlak bir yapıcıya muhtaçtır. Eğer, o’nun hudûsu kendiliğinden olsaydı tercih bilâ müreccih olması lâzım gelirdi.

  • Esasen bir sanat eserinin varlığı, bir sanatın varlığını, o da bir san’atkârın varlığını icab ettirir.

  • Aynı zamanda, O, vacib-ül Vücud’un TEK olduğunu ve ortağı bulunmadığına da inanmak vacİbtir.

  • Faraza vacib-ül vücud iki olsa idi, şayet bunlardan birisi diğerinin muhalefetini bertaraf etmeye muktedir değilse âciz olması lâzım gelirdi. Eğer muktedir ise diğerinin âciz olması gerekirdi. Nitekim:

    Eğer yer ve gökte Allah-u Teâlâ’dan başka ilâhlar olsa idi yer ve gök fesada uğrardı Ayeti Çelilesi bu hakikate işaret etmektedir.

  • Yine Cenabı Hakkın

    «Allah-u Teâlâ şahadet eder, kendinden başka ilâh yoktur. Melâike ve ilim sahihleri de buna şahadet ederler». Beyanı da aynı hakikati açıklamaktadır.

  • Allah-u Teâlâ’nın Kadim olduğuna da inanmak vacibdir. Zira Kadim olmasa idi hadis olması gerekirdi. Hâdis olunca da bir muhdise muhtaç olurdu. Bu ise devri ve teselsülü gerektirir ki, her ikisi de batıldır.

  • Allah-u Teâlâ’nın baki olduğuna inanmak da vacibtir. Çünkü, kadim olan bir şeyin yok olması düşünülemez. Nitekim Cenabı Hak

    «Senin Rabbının Veçhi bakidir». Buyurmaktadır.

  • Allahın benzeri hiç bir şey bulunmadığına da inanmak vaciptir. Çünkü Ondan başka her şey hadistir. Hâdis olan bir şeye benzemek ise Ulûhiyet vasfını yok eder. Bu ise Cenabı Hak hakkında elbette ki yanlış olur. Allah-u Teâlâ’da

    «Onun benzeri hiç bir şey yoktur». Buyurmaktadır.

  • Keza Allah-u Teâlânın bizatihi kâim olduğuna, ne bir yere ve ne de kendini tahdid ve tahsis edici bir şey’e muhtaç olmadığına inanmakda vaciptir. Eğer bir mekâna muhtaç olsa idi bu mekân O’nun için bir sıfat olurdu. Halbuki; bu şekilde hadis olan bir vasıfla sıfatlanmaması icabeder. Eğer bir muhassısa muhtaç olsa idi muhdes olması lâzım gelirdi. Bu haller ise Cenabı Hak hakkında batıldır.

    Nitekim Allah-u Teâlâ

    «Allah bütün âlemlerden müstağnidir» buyurmaktadır.

  • Allah-u Teâlâ’nın fail ve aynı zamanda da kendi ihtiyariyle fâil yapıcı) olduğuna da inanmak vaciptir. (vet) Zira işler, ihtiyarı ile değil de bizâtihi gerektiği için olsa idi, ilk eseri kendisine tâbi ve kendinin lâzımı olurdu. Çünkü bu şart altında tasavvur edilen eser bizzat müstakil ve sabit olması sebebiyle müessirin lâzımı olurdu. Eserinin eseri de aynı sırayı takip ederdi. Böylece Zatının devamı müddetince bütün mevcudatında devam etmesi lâzım gelirdi. Halbuki; hâl böyle olmamaktadır. Zira her an bir çok hâdiseler meydana gelip durmaktadır. Ayrıca eşyadan bir şeyin yok olması onun zâtının yok olmasını gerektirirdi. Zira lâzımın yok oluşu melzumun da yok oluşunu gerektirmektedir. Bu ise Allah-u Teâlâ hakkında muhaldir.

  • Allah-u Teâlâ’nın Zatı ile kaim olan ezelî bir takım sıfatları olduğuna da inanmak vaciptir (vet), sıfatlardan başlıcaları şunlardır:

    1.  — Hayat: hiç bir şey ile ilgisi ve hiçbir şeye taalluku yoktur.
    2.  — İlim: Bunun vacipler, mümtenîler ve mümkünlere taalluku vardır.
    3.  — İrade:
    4.  — Kudret: Bu iki sıfat ise sadece mümkün olan şeylere taalluk eder.
    5.  — Tekvin: Bu da İradenin taalluk ettiği şeylere taalluk eder. Bu sıfatlardan birisi (yok olsa) bulunmasa idi hiç bir hâdise vâki olamazdı. Nitekim Allah-u Teâlâ


      O kendinden başka ilâh olmayan hayat sahibidir.


      O her şeyi bilir.


      dilediği şey’i yapar.


      her şey’e Kaâdirdir.


      Allah-u Teâlâ her şey’in yaratıcısıdır. buyurmaktadır.
    6.  — Semî: «İşitme»
    7.  — Basar: «Görme» Bu iki sıfat da bütün varlıklara taâlluk eder.
    8.  — Kelâm: Asla bir ses veya harf ile olmayan Kelâm Sıfatıdır.
  • Allah-u Teâlâ

    O İşitici ve görücüdür.

    «Allah Musa ile konuştu» buyurmaktadır. Zira Allah-u Teâlâ bu sıfatlar ile muttasıf olmasa idi bunların zıdları ile muttasıf olması lâzım gelirdi. Bu zıdlar ise bir takım tenakuzları icap ettirirdi. Bu ise Cenabı Hak hakkında muhaldir.

  • Şu halde Allah-u Teâlâ kendine has bir hayat ile diridir. Bu dirilik bizim hayatımız gibi değildir. Kendi ilmi ile Âlimdir. Bizim ilmimiz gibi değildir. Kendi iradesiyle müriddir. Kendi Kudreti ile Kaâdir, Kendi yaratmasıyla mükevvin, Kendi işitmesiyle Semî, Kendi görmesiyle Basir ve Kendi konuşmasıyla mütekellimdir. Allah-u Teâlâ, bütün vasıf ediciler onu vasfetmeden evvel de bütün bu sıfatlar İle muttasıf idi.

  • Hem hiç bir zaman bu sıfatların kadim oluşundan, bunların taâlluk ettiği şeylerin de kadîm olması gerekmez. Zira yaratmak yaratığın aynı değildir. Bundan dolayıdır ki fiil «yapma işi» mef’ul «yapılan şey» den elbette ki başka bir şeydir.

  • Allah-u Teâlâ mahlûkâtı yaratmadan evvel, ezelî olarak bu sıfatlar ile muttasıf olduğu gibi, EBEDÎ olarak da bu sıfatlar ile muttasıftır. Zira, O’nda yeniden bir sıfat veya ismin meydana gelmesi veya O’nun Kemal sıfatlarından birisinin, kendisinden ayrılması bir nevi noksanlıktır. Bu ise, muhaldir. Allah-u Teâlâ’nın sıfatları zâtının aynı değildir. Çünkü, sıfat, mevsufun aynı olamaz. Bu sıfatlar, zatının gayrı da değildir.

  • Zira, istilahda «gayr»: biri diğerinin aynı olmayan iki zâta denir. Halbu ki, sıfat (zat) değildir. O halde, gayrı olamaz.

  • Üstelik, ğayrın kadîm olması, kadîm olan şeylerin çoğalması da gerekmez.

  • Allah-u Teâlâ’ya ŞEY kelimesi ile tabir edilebilir, fakat diğer şeyler gibi değildir. Zira, diğer şeyler gibi bir cisim değildir. Keza, Cevher de değildir. Araz da değildir. Bir şekil sahibi olmadığı gibi, bir hududu ve nihayeti de yoktur. Bir mahiyet ile vasıflanmadığı gibi, bir keyfiyet ile de vasıflanamaz. Zira bütün bunlar sonradan oluşun «hudûs» ve imkânın âlemetleridir.

  • Bazı ayet-i kerimede ve Hadisi şeriflerde cihet ve cismiyetin iş’ar edilme mes’elesine gelince (Fevk, Yed, Vecih) gibi bu hususda en doğru olan yol ya bütün bunlardan kasdedilen şeyin bir hakikat olduğuna inanmak ve fakat onun ilmini Allaha bırakmakdır ki selefi sâlihînin yolu da budur.

  • Allah-u Teâlâ

    «Onun tevilini ancak Allah bilir» buyurmaktadır. Şu halde Allah’ın yedi eli, Kudreti veyahut nimeti manasınadır denilemez. Zira böyle bir sözle (Yed) sıfatı iptal edilmiş olur. Halbuki «Yed» Allah-u Teâlâ’nın keyfiyetini bilemediğimiz bir sıfatıdır. Gazap, rıza, kader ve kaza da böyledir.

  • Veyahut da bu âyeti kerimelerde veya hâdisi şeriflerde geçen kelimeler Selefi Sâlihînden bazı âlimlerin yaptığı gibi münasip şekilde te’vil etmektir.

  • Allah-u Teâlâ’ya hiç bir şey vacip değildir. İster O şey’i yapmakla salah mevzuu bahis olsun isterse olmasın. Zira her hangi bir şeyin vucubu hakkında Allah-u Teâlâ’ya hükmedecek bir kimse yoktur. Zira Allah-u Teâlâ’ya her hangi bir şeyi yapmak vacip olsa idi, bu vacip olan şeyi yapmamak zemmi icap ettirirdi. Bu ise bir nevi noksanlık olurdu.

  • Üstelik bu şey kendisinden başka birisinin fiili ile sonradan kemal bulan bir şey olurdu. Bu ise Allah-u Teâlâ hakkında muhaldir. Eğer böyle bir icap ettirme yoksa bu takdirde vucup tahakkuk etmez.

  • Dünya ve Âhirette yâni bütün âlemlerde ne varsa hepsi onun ilmi, iradesi, kudreti ve yaratmasıyla meydana gelmiştir. Çünkü bir kısım şeyleri bilmemek veya bazı şeylerden âciz olmak Allah’ın sıfatlarına tenakuz teşkil eder, başka birine muhtaç olmağı icabettirir. Allah-u Teâlâ’nın dilediği şey olur. Dilemediği şey asla olamaz. Zira onun iradesi olmadan başkasının dileğinin tesirli olması yenilgenin işaretidir. Bu ise Allah-u Teâlâ hakkında muhaldir. Zira Onun ne benzeri vardır ve nede zıddı.

  • Bir lutuf ve ihsan eseri olarak dilediği kimseye hidayet nasip eder. Günahlardan korur ve afiyet İhsan eder. Adlî ilahisi olarak da dilediği kimseyi dalalette kor, yardımından mahrum eder ve bir takım mihnetlere musibetlere uğratır. Zira bütün bunlar, hakkın zorlaması ve muzdar bırakması ile değil de, kullarından kendi ihtiyar ve tercihleri ile sadır olacak taât, isyan, küfür, imân gibi bir takım âmeller hakkında ezelde sebk eden İlmî İlâhî iktizasınca mülkî İlâhide ki tasarrufu İlâhilerdir.

  • Allah-u Teâlâ’nın filleri her hangi bir garazla illetlenemez. Zira her hangi bir gaye ve maksat için bir şeyi işlemiş olsa idi, bu hal bizatihi noksanlığı icabettirir ve aynı zamanda da başka bir şeyin sebebi ile kemal bulmayı gerektirirdi. Bu ise Cenabı Allah hakkında muhaldir.

  • Bazı Âyet ve Hadisi şeriflerde, Allah’ın fiillerinin bir takım maksatlarla illetli olduğunu hissettiren sözler ancak ve ancak bu fiiller üzerine, terettüp eden bir takım fâide, meyve ve sonuçların ifadesidir. Yoksa bu fiillerin illetleri değildir.

  • Allah-u Teâlâ âhirette Cennet ehli tarafından hiç bir örtü ve keyfiyet olmadan görülecektir. Çünkü Allah-u Teâlâ

    «O günde bir takım yüzler Rablarına bakarak neşeleneceklerdir». buyurmaktadır.

    Resulü Ekrem (S.A.S.) da

    «Siz Rabbınızı on dördüncü gecede ayı gökte gördüğünüz gibi göreceksiniz» buyurmuşlardır. Esasen akıl da kendi haline bırakılsa böyle bir görülmenin mümkün olamayacağına hükmetmezdi.

  • Allah-u Teâiâ dualara icabet eder, hacetleri görür..

    Zira Allah-u Teâlâ

    «Dûa eden kimsenin bana dûa ettiği vakit dûasına icabet ederim». Buyuruyor.

    Keza

    «Bana dûa ediniz ben de size icabet edeyim» buyurmaktadır.

  • Cenaze namazları ve yağmur dûaları bize gösteriyor ki dûa ve Sadakada, ölü ve diriler için faydalar vardır.

  • Allah'a İman

    ÜÇÜNCÜ BAHÇE — MELEKLERE İMAN

    — Meleklere İnanmak

  • Melekler, canlılar terkibinde yaratılmış bir takım ruhanî mahlûklardır. Allah’ın izni ile muhtelif şekillere girebilirler. Erkeklik ve dişilik gibi sıfatlar ile vasıflanmazlar. Zira bu hususda ne bir nakil varit olmuştur ve ne de aklî bir delil vardır.

  • Bilâkis Melekler Allah’ın mükerrem kullarıdır. Allah’u Teâlâ kendisine delil olsun diye onları halk etmiştir. Yoksa onlara ihtiyacı olduğu için değil. Onları hizmetine vakfetmiştir. Asla yardımcı olsunlar diye değil. Onlar Cenabı Hakkın sözü önüne asla geçmezler, ancak emri ile iş yaparlar. Bunlar Allah ile kullar arasında Allah’ın elçileridirler. Allah-u Teâlâ’nın emri ile inerler ve çıkarlar.

  • Allah-u Teâlâ

    «Allah, Melekleri kanatlara sahip elçiler yapandır» buyurmaktadır.

  • Hem bunlar sınıf sınıftır. Mikdarını Allah’dan başka kimse bilemez. Zira Cenabı Hak «Rabbının askerlerini ondan başka kimse bilemez»

    buyurmaktadır.

  • Melekler Allah Ordusunun en büyüğüdür. Bunların başkanlarından üç Melek hayat ile müvekkeldirler, bunlar:

     

    •  — CEBRAİL AYEYHİSSELÂM, vahiy ile müvekkeldir. Kalb ve ruhun hayatı bu vahiy ile kâimdir.
    •  — MİKAİL AYEYHİSSELÂM, Yağmur ile müvekkeldir. Bütün nebatatın hayatı onunla mümkündür.
    •  — İSRÂFİL ALEYHİSSELÂM, Sura üflemekle vazifelidir. Bütün mahlukatın öldükten sonrâ dirilmeleri O sura üflemek ile olacaktır.
    •  — AZRAİL ALEYHİSSELÂM ise ruhların kabzı ile görevlidir.
  • Meleklerden bir kısmı göklerde, bir kısmı yerlerde, bir kısmı Cennet ve bir kısmı da Cehennemde görevlidir. Bir kısım melekler ise insanların âmellerini yazmakla görevlidir.

  • Allah-u Teâlâ

    «Allah indinde çok şerefli kâtipler vardır Onlar işlediğiniz şeyleri bilirler». buyurmaktadır.

  • Bir kısım Melekler ise, öldükten sonra kabirde süal sormakla vazifelidir. Ayrıca diğer işler ile de vazifeli Melekler vardır. İnsanların, melekleri aslî şekilleri içinde görmemelerinin sebebi, onların güzellik ve heybetlerine karşı dayanamamalarındandır.

  • Meleklerin elçileri (RESULLERİ) Avamı beşerden icmaen hatta zaruri olarak efdaldır. Beşerin resulleri ise meleklerin resullerinden, beşerin umumu da meleklerin umumundan efdaldır. Nitekim Allah-u Teâlâ

    «Meleklere Adem’e secde ediniz dedik de Onlarda hepbirden secde ediverdiler». Buyurmaktadır.

  • Zira insan İlmî ve amelî fazilet ve kemalâtı, bir takım engeller karşısında elde eder. Bir takım engeller ve mâniler karşısında ibâdet yapmak elbette ki daha güç ve ihlas da dahli ve tesiri daha fazladır. Bu bakımdan İnsan faziletçe meleklerden üstündür.

  • Melekler insanlar gibi isyanda bulunmazlar. Gerçi Harut ve Marut sahih olan kavle göre iki melektir. Onlardan küfür, günahı kebâir sadır olmamıştır, İnsanlara va’z ve nasihatte bulunurlardı. Biz fitneyiz, sakın küfranı nimette bulunmayınız derler ve sihir öğretirlerdi. Sihrin öğrenilmesinde bir küfür yoktur. Küfür ancak sihrin yapılmasının caiz olduğuna itikat etmekte ve sihir yapmaktadır. Bu iki meleğin azaplandırılması ise Peygamberlerin kendilerinden sadır olan bazı zellelerden dolayı itab görmesi gibi bir itab görmedir.

  • İblis ise meleklerden değildir. Ancak onlar arasında hüviyeti gizlenmiş bir cinnî idi. Rabbı’nın emrinden dışarı çıktı. Bunun içindir ki onlardan istisna edilme keyfiyeti tağlip tarikiyle sahih olmuştur. Sonra Allah-u Teâlâ onu ve sülâlesini bir iptilâ olarak insanlara musallat etmiştir. Şeytanların insanlar üzerinde zâhirî tesirleri vardır. Nitekim Cenabı Allah

    «Şeytan, onlara âmellerini süslemiştir». buyurmaktadır. Batınî tesirleri de vardır. Allah-u Teâlâ buna işaret olarak

    «insanların göğüslerinde vesvese verirler» buyurur.

  • Resullullah (S.A.S.) de

    «Şeytan insan oğullarında, kanın cereyan ettiği yerlerde cereyan eder». buyurmuşlardır.

    Allah-u Teâlâ şeytanları istedikleri şekle sokar, vesvese verirler. İnsanlar, şeytanı, Allah’ın bir rahmeti olarak, aslî şekillerinde göremezler. Zira aslında suretleri pek çirkin ve kötüdür. Sahih olan kavle göre bunlar çoğalırlar. Yumurta yumurtlarlar, bu yumurtalar da insanın islediği kabahatler (pislikleri) üzerinde fol olup yavrular çıkarırlar. Cinniler ise Allah-u Teâlâ’nın şeytanlar gibi görünmeyen mahlûklarıdır. İnsanlar gibi mükelleftirler.

  • Allah-u Teâlâ

    «cin ve insi ancak bana ibadet etsinler diye yarattım» buyurmaktadır.

  • Meleklere İnanmak

    DÖRDÜNCÜ BAHÇE — KİTAPLARA İMAN

    — Allah-u Teâlâ'nin Kitablarina İnanmak

  • Allah-u Teâlâ’nın kitablarının hepsi de Allah-u Teâlâ’nın kelâmıdır. Zira kitaplar, ya hiç bir keyfiyet olmaksızın Cenabı Hakkın hitablarını dinlemek suretiyle gelmiştir. Yahut da tebliğe memur bir melek tarafından tebliğ suretiyle gelmiştir.

    • Hazreti Musa’ya indirilen TEVRAT,
    • Hazreti Davud’a indirilen ZEBUR,
    • Hazreti İsa’ya indirilen İNCİL ve
    • Hazreti Muhammed (Aleyhi ve Aleyhimüsselatü Vesselâm)’a indirilen KUR’ANI KERİM gibi.

    Melek ve Peygamberlerin bu kitapların lafzı ve manasında bir değişiklik yapmağa hak ve selâhiyetleri yoktur. Onlar sadece vahiy tarzında veya indirilmek suretiyle veyahut dinlemek suretiyle kendilerine bildirilen şeyi aynen tebliğ ederler.

  • Allah-u Teâlâ bu kitaplardan başka, Peygamberlerine bir takım kitaplar daha indirmiştir. Bunların adet ve isimlerini ancak kendisi bilir.

  • Nitekim Allah-u Teâlâ

    «Allah müjdeleyici ve inzar edici Peygamberler gönderdi, Onlarla beraber bir takım kitaplar indirdi» buyurmaktadır.

  • KUR’ANI KERİM, Allah kelâmıdır. Sonradan yaratılmış değildir. O, Mushaflara yazılan, kalblerde muhafaza olunan, dillerle okunan, kulaklarla dinlenilen bir kitabı mübindir. İçinde Musa (A.S.) Fir’avun ve diğer kimseler hakkında anlatılan kıssalar hep Kelâmullahtır, onların hallerinden haber vermektedir. Sâdece Kur’anı Kerimi telâffuz edişimiz, onu okuyuşumuz, yazışımız, Musa’nın ve diğer kimselerin kendilerine ait sözleri ise mahluktur.

  • KUR’ANI KERİM’i, beşer kelâmı zanneden kimse küfre girmiş olur. Zira böyle bir zanda Resulullah (S.A.S.)’ı yalanlamak mânâsı vardır.

  • KİTAB ve SÜNNETTE bulunan naslar, bir delili kat’i mâni olmadıkça, zahirine hami olunur. Zâhirî manaları bırakıp ta bâtın ehlinin iddia ettikleri manalara sapmak ilhaddır. Zahirî mânaları kabul etmemek küfürdür.

  • Keza Sünnet ve Şeriat ile alay etmek, bir günahı helâl ad etmek, günahı umursamamak küfürdür. Zira bütün bu hareketlerde tekzib alametleri vardır. Âkibetinden emin olmak veya ümidini kesmekte küfürdür. Çünkü Cenabı Hak

    «Allah’ın rahmetinden ancak kâfir olan kimseler ümitlerini keserler» buyurmaktadır.

  • Keza

    «Allah’ın azabından ancak hüsranda olanlar emin olurlar» buyurmaktadır..

  • Allah-u Teâlâ'nin Kitablarina İnanmak

    BEŞİNCİ BAHÇE — PEYGAMBERLERE İMAN

    — Allah’in Resullerine İnanmak

  • Allah-u Teâlâ insanlar içinden, insanlara karşı bir fazlı İlahî ve Rahmeti İlâhî eseri olmak üzere bir takım Resuller göndermiştir. Bu resuller imân eden Cennet, ehlini Cennet ile müjdeleyen, îmân etmeyen âsileri de ateş ve azab ile inzâr eden kimselerdir.

  • Aslında, her türlü şehvet ve arzularla yuğrulmuş olan ve bu yüzden de anlayışları, idrakleri ve yaratılışları farklı olan insanlara, dünya ve din işlerinde muhtaç oldukları şeyleri açıklarlar.

  • Peygamberlerin hepsi getirdikleri şeylerde sadıktırlar. Allah-u Teâlâ’nın lutfi ile bilerek ve kasden günah işlemekten korunmuşlardır. Kendilerine insanların uymaları vacib olması bakımından her türlü getirdikleri ve emrolunan şeyleri değiştirmekten, bozmaktan masûndurlar.

  • Peygamberler gerek vahiy ve gerekse bir takım mucizeler verilmek, kendilerine melekler gönderilmek ve kitaplar indirimek suretiyle te’yid olunmuşlardır.

  • Vazifeleri bakımından hiç birinin diğerinden farkı yoktur. Hepsi de kendilerine gönderilen şeyleri Allah-u Teâlâ nasıl emr etmişse öylece bildirmişler ve açıklamışlardır. Bunların bir kısmının isimlerini Allah-u Teâlâ, Kur’anı Kerimde zikretmiştir. Allah-u Teâlâ’nın bu zikredilen Peygamberler ve Resullerden başka, Peygamber ve Resulleri de vardır. Bunların adet ve isimlerini Allah-u Teâlâ’dan başkası bilmez. Bunların hepsine de îman etmek farzdır. Sâdece zikri geçenlerin adedi ile iktifa edilemez. Zira Allah-u Teâlâ

    «Onlardan bir kısmını sana anlattık, bir kısmını ise anlatmadık» buyurmaktadır.

  • RESUL: Allah’ın insanlara, ahkâmını tebliğ için kitap ve vahiy ile beraber gönderdiği insandır.

  • NEBİ: ise kendisine bir melek vasıtasıyla vahiy olunan, yahut kalbine ilham verilen veya rü’ya vasıtasıyla tenbih olunan bir kimsedir. İster kendine kitap verilsin, ister verilmesin,

  • VELÎ: Allah-u Teâlâ’yı ve sıfatlarını mümkün olduğu kadar tanıyan, taâtda devamlı olan, mâsiyetlerden korunan, lezzet ve şehvetlere dalmaktan uzak duran kimsedir.

  • PEYGAMBERLİK: Allah-u Teâlâ’nın bir vergisidir. Aslâ çalışarak elde edilen bir vasıf değildir. Bilâkis Allah-u Teâlâ peygamberliği kullarından dilediği kimseye verir. Nitekim Allah-u Teâla

    «Allah Risaletini vereceği yeri pek âlâ bilir». Buyurmaktadır.

  • NÜBÜVVET: Ancak mucize göstermek suretiyle olur.

  • MÛCİZE: kendisini tasdik ettirmeyi temin maksadiyle karşı gelinemiyen bir meydan okumayı hâiz Hârıkul’âde bir İştir.

  • Peygamberlerden bir nev’i meydan okuma kasdı olmaksızın, peygamberlikten evvel veya sonra vâki olan hârıkul’âde hallere İRHAS kerameti tâbir edilir. Peygamberlikten sonra meydan okuma kasdiyle olanlara ise MÛCİZE kerameti tâbir edilir.

  • Evliyadan her hangi bir maksad ve dâva olmadan vâki olan hârıkul’âde hallere de Velilik kerâmeti denilir. Velilerin, kerâmetleri haktır. Kitap ve haberi mutevatır ile sabittir. Ümmetden her hangi bir fertten kerâmetin görülmesi onun Peygamberinin, Peygamberliğini tekit ve aynı zamanda da O peygamber için bir mûcizedir. Zira Onun veliliği ancak Peygamberin hak olmasıyla zâhir olabilir. Bütün mûcizeler bir kerâmettir. Fakat bunun aksi doğru değildir.

    Hârıkul’âde haller, bazan mü’minlerin âvâmından vâki olursa buna MEUNET kerâmeti tabir edilir.

    Bir fasık veya bir kâfirden hârıkul’âde bir şey çıkar ve bu şey de onun maksadına uygun olarak zuhur ederse buna ÎSTİDRAÇ denir.

    Eğer maksadına uygun olarak zühur etmezse, buna İHANET denir.

    Bunlardan başka bir takım delillerden ve benzerlerinden sâdır olan haller şeytanı hallerden başka bir şey değildir.

  • Hiç bir veli, Peygamber derecesine ulaşamaz. Zira Peygamberler günah işlemekten uzak ve sui hatimeden emindirler. Evliyalar ise böyle değildir.

  • Hattâ bir Peygamber, bütün Velilerden efdaldır denilir. Zira Allah-u Teâlâ, Peygamberler hakkında

    «Her birini biz bütün âlemlerden üstün kıldık» buyurmaktadır.

  • Mü’minlerin hepsi Allah-u Teâlânın Velileridir. Zira Allah-u Teâlâ

    «Allah İman eden kimselerin velisidir». Buyurmaktadır. Ancak bu velilerin en şereflisi ve en üstünü Allah’dan en cok korkanı ve Kur’ana en fazla bağlananıdır. Allah-u Teâlâ

    «Allah yanında sizin en şerefliniz en ziyade müttaki elanınızdır». Buyuruyor.

  • Bir mükellef hic bir zaman kendisinden emir ve nehiyin sâkıt olacağı bir dereceye gelemez. Zira teklif umumidir. Bundan hiç bir kimse istisna edilmemiştir. İlim sahihleri de burada İCMA etmişlerdir.

  • Köleden, kadın veya yalancı kimseden Peygamber olamaz. Zira kölelik küfrün bir sonucudur. Kadınlardan Peygamber gelmediği ise Allah-u Teâlâ’nın

    «Biz ancak senden evvel kendilerine vahyettiğimiz erkekler gönderdik». Ayeti celilesiyle bildirilmektedir.

  • Hem de Peygamberlik şartlarından birisi de, Peygamber de aklın ve dinin kemâl derecesinde olmasıdır. Bu ise kadınlarda yoktur. Peygamberin tasdik edilmesi de Vacip olduğundan yalancıdan peygamber olamaz. Zira yalancı asla tasdik edilmez. Bazı peygamberler hakkında yalan ve isyan vaki olmuştur, zannını veren rivayetler: eğer tarîki ahâd ile geliyorsa makbul değildir, reddolunur. Şayet tevatüren rivayet olunuyor ise mümkün olduğu takdirde zâhirinden ayrılınarak mecaza hamlolunur. Bu da mümkün değilse bu gibi haller evlayı terk sâdedinde peygamberlikten evvel olduğu cihetine gidilir.

  • Peygamberlerin Ulûl azîm olanları: Hazreti Nuh, Hazreti İbrahim, Hazreti Musa, Hazreti İsa ve Hazreti Muhammed (Aleyhi ve aleyhim’üsselâm) dır. Peygamberliklerinde ihtilaf edilmesi hasebiyle, Zilkarneyn ve Lokman’ın Peygamberliğine kat’i olarak hüküm verilemez. Evlâ olanı bu hususda sûkût etmekdir. Kitap, Sünnet ve İcmâ ile sabittir, ki, Pepgamberlerin ilki Adem Aleyhisselâm ve sonuncusu ve efdalı da Hazreti Muhammed (S.A.S.) dir.

  • Allah-u Teâlâ Ümmeti Muhammed Hakkında

    «Siz en hayırlı ümmet oldunuz» buyurmaktadır.

    Resûlu Ekrem Efendimiz de

    «Ben ilk gelenlerin de, sonrakilerin de efdalıyım» diye haber vermişlerdir. Hazreti Muhammed (S.A.S.) İns ve cinne peygamber olarak gönderilmiştir.

    «Biz seni bütün insanlara gönderdik» âyeti çelilesi ile

    «Siz insanlar ve cin ler Rabbınız’ın hangi nîmetini inkâr edebilirsiniz» âyetikerimesi bu hususu ifade etmektedir.

  • Hazreti Peygamberin uyanık olarak mübarek cesedleri ile yaptığı miracı şerifin Mescidi Aksaya kadar olan kısmı Kur’an ile sabittir. Bundan sonra da semaya Cenabı Hakkın dilediği yere kadar olan kısmı ise haberi meşhur ile sabittir.

  • Hazreti Muhammed (S.A.S.) min şeriatı kıyamete kadar bakîdir. Neshi mevzuu bahis değildir. Zira Allah-u Teâlâ haklarında

    «Peygamberlerin Sonuncusudur» buyurmaktadır.

  • Resulü Ekrem (S.A.S.) de

    «Benden sonra bir peygamber yoktur» diye haber vermişlerdir.

  • İnsanlar içinde Peygamberlerden sonra efdal olanı Hazreti Ebubekri Sıddıktır. Sonra Ömerü Faruk sonra Osman Zünnureyn ve Sonra da Aliyyül Murtaza Hazretleridir. (Allah onların cümlesinden razı olsun). İşte bu zatlar Hülefai Raşidindir. Halifelikleri bu tertip üzeredir ve otuz senedir. Bu hususta Peygamber (S.A.S.) Efendimiz:

    «Benden sonra hilafet devri olacak, otuz sene sürecektir. Hilafetten sonra da padişahlık devri olacaktır». Buyurmuşlardır.

  • Resulullah’ın (S.A.S.) Cennetle müjdelediği ve isimlerini zikrettiği Aşerei Mübeşşere; «Müjdelenmiş on kişi»’nin cennetlik olduklarına şahadet edilir. Bunların dışında nas olmadan hiç bir kimsenin cennetlik veya cehennemlik olduğuna şahadet edilemez.

  • Ancak mü’minler cennetlik olan kimselerdendir. kafirler de cehennemlik olanlardandır, denilebilir. Bundan sonra da Resulullah (S.A.S)’nin zevceleri, Evlatları ve Eshabı kiramı hakkında diğer mü’minlere nazaran daha ziyade hayır ve saadet ümit edilir. Hiç biri hakkında hayırdan başka bir şey söylenemez. Her hangi birisinin sevgisinde ifrat caiz olmadığı gibi, her hangi birisinden teberrî etmek de caiz değildir. Kendilerine buğz edenlere ve kendilerini hayırla yâd etmeyenlere buğz etmek caizdir.

  • Peygamber (S.A.S.) Efendimiz hadîsi şeriflerinde

    «ehli beytim hakkında sizlere hatırlatıyorum».

  • Ve keza diğer bir hadisi şerifde de

    «Eshabım hakkında kötü söz söylemekten Allah’dan korkun, Allah’dan korkun» buyurmuşlardır.

  • Hürmet bakımından, Sahabei Kirama bağlı, İmamlar ve Ülemai Salihin de böyledir. Zira bu zatlar Peygamberlerin varisleridir. Dünya ve Âhiretin selahına sebebdirler. Aralarında vâki olan bir takım anlaşmazlıklar ve harpler de bir takım te’vil ve ihtimallere hamlolunur. Haklarında verilecek en son hüküm olsa olsa içtihadda hataya düşülmüştür denilebilir.

  • Bir müçtehit içtihadın da bazan isabet eder, bazan da hataya düşebilir. Her iki halde de Müçtehid sevaba nail olur. Haklarında kat’i deliller bulunduğu halde bu kat’i delillere muhalefet ederek bu zatlara seb etmek, kötü söz söylemek, aleyhlerinde bulunmak küfürdür. Böyle bir delil mevzuu bahis değilse bu takdirde haklarında kötü söz söylmek fışıktır, bid’attır. Sonra bütün Müslümanlara, Kendilerine bir İmam, reis tâyin etmeleri bil’icma vaciptir.

  • Resulullah (S.A.S):

    «Bir kimse zamanının imamını bilmediği halde ölürse, Cahîliyye devri ölümü gibi ölür», buyurmuşlardır. Böyle bir reise ihtiyaç vardır. Zira yapılması zaruri olan şeylerin bir çoğu, onun varlığına bağlıdır. Ahkâmın tatbik edilmesi, cezaların verilmesi, ordunun hazırlanması, hududların düşmana kapatılması ve bunlara benzer şeyler.

  • Bir İmam nasbetmekte fesat artması ihtimali ise itibar edilecek bir ihtimal değildir. İmamın Kureyşten tercih edilmesi, Resulullah’ın

    «İmamlar Kureyştendir» hâdisi şerifine nazaran şart görülmüştür.

  • Aynı zamanda imamın mutlak bir imânı kâmil sahibi olması da şarttır.

    Çünkü Âyeti kerimede

    «Allah-u Teâlâ mü’minler üzerine kâfirlere bir yol vermemiştir». buyurulmaktadır.

  • Kadınlık, çocukluk, kölelik ve delilik hallerinde umumun işlerinin yürütülmesinde ve tasarrufunda bir çok noksanlar, kusurlar ortaya çıkar. Bu bakımdan köleden, kadından, çocukdan ve deliden reis olamaz.

  • İmam siyasi olmalıdır. İlmi ile, hükümleri infaza muktedir, İslâm kaidelerini korur, mazlumun hakkını zalimden alır ve diğer şartları hâiz bulunmalıdır. Bu şartlar hâleldâr edilecek olursa, imam seçmekteki maksat hâleldâr edilmiş olur.

  • İmamın Haşim Oğullarından veya Hazreti Ali Evlâdından olması şart değildir. Çünkü Eshabı kiram, Hazreti Ebubekir, Hazreti Ömer ve Hazreti Osman’ın (Allah onlardan razı olsun) imamlıklarında İttifak etmişlerdir. İmamın Mâsûm olması da şart koşulmamıştır.

  • İmâmın, zamanın efdalı olması da şart değildir. Zira olabilir ki, müsavi hatta fazilette aşağı olan kimseler arasında millete yarayacak veya yaramıyacak hususları daha iyi bilen kimseler bulunabilir.

  • İmam, zulmü ve fıskı sebebiyle azledilemez. Zira bu gibi haller Hülefai Raşİdinden sonraki imamlarda görülmüştür. Fasık ve zâlim hükümdarlara, büyüklerimiz bağlanmışlardır. Hiç bir zaman onlara karşı gelmeyi câiz görmemişlerdir. Her ne kadar zâlim de olsa, selefin icmai ile sabittir ki işlerimizi yürüten idarecilere ve hükümdarlara karşı gelmek caiz değildir. Keza onlara itaatsizlik etmek de caiz değildir. Çünkü onlara itaat, Allah’a karşı isyanı emretmedikleri müddetçe farzdır ve Allah’a itaattandır. Çünkü Allah-u Teâlâ

    «Allah’a itaat ediniz, Resulullaha ve sizden olan Ûlul’emre de itaat ediniz» diye emr etmektedir. Bilâkis sabır ve tahammül göstermek ve onlara ıslah olmaları ve zararsız hâle gelmeleri için dûada bulunmak lâzımdır. Zirâ onların salâhı, halkın salâhı demektir. Onlara bed’dûa etmek doğru değildir. Onların kötü olmalarını istemek milletin işlerinin de iyi gitmemesini istemektir.

  • Hükümdarların iyisi ile de kötüsü ile de cihada gitmek, hacca gitmek meşruiyeti kıyamete kadar devam edecektir. Zira Resulullah (S.A.S.)

    «İster adil olsun ister zâlim olsun, kitap ile âmel eden her emîrle cihada gitmek vaciptir». buyurmuşlardır. Keza ehli kıble olan herkesin arkasında namaz kılmak da câizdir. Resulullah (S.A.S.)

    «Salih veya fâcir herkesin arkasında namaz kılınız) buyurmuşlardır. İcmâı Ümmet de bunun üzerinedir. Herkesin namazını kılmak da böyledir. Nitekim Hazreti Peygamber (S.A.S.)

    «Ehli kıbleden olan kimsenin namazını sakın bırakmayınız» buyurmuşlardır.

  • Allah’in Resullerine İnanmak

    ALTINCI BAHÇE — AHİRETE İMAN

    — Ahiret Gününe İnanmak

  • Ahiret günü, âni bir sayha ile Allah-u Teâlâ’nın dilediklerinden başka, yerde ve gökte mevcut bütün mahlukatın öleceği zamandır. Allah-u Teâlâ

    «Sûra üfürüldükde yerde ve göklerde, Allah’ın dilediklerinden başka herkes ölecektir» buyurmaktadır.

    Keza

    «Onları aniden kıyamet günü alıverecek, neye uğradıklarını bilemeyeceklerdir». buyurmaktadır.

    Sonra bütün âlem Cenabı Hakkın dilediği müddet böylece harap kalacak, sonra da bir an bile olsa Allah-u Teâlâ’dan gayri her şey helak olacaktır. Zira Allah-u Teâlâ

    «O’nun veçhinden başka her şey helak olacaktır» buyurmaktadır.

    Bugün hakkında Allah-u Teâlâ

    «Bu günde hüküm kimindir? (YALNIZ» tek ve Kahhar olan Allah’ındır». buyurmaktadır.

  • Sonra dâimi hayat ve baka sahibi Allah-u Teâlâ, Melekleri diriltecek, sonra da gök çatlayacak ve güneş sönecek, ay tutulacak, ay ve güneş cem olunacak ve yıldızlar saçılacak, bunları

    «Gök yarıldığı zaman, güneş dürülüp söndürüldüğü vakit, ay tutulup güneş ve ay bir araya getirildiği vakit, yıldızlar saçıldığı vakit» Ayeti Kerimeleri ifade etmektedir. O günde yeryüzü, üzerinde bulunan her şey yıkılacak şekilde sarsılacak, dağlar yer lerinden sökülecektir. Bunlar

    «O zaman yerler öyle bir sarsıla cak, dağlar öyle bir parçalanacak ki) âyeti» celilelerinden anlaşılmaktadır. Sonra İsrafil Aleyhisselâm’ın sesi her şeye aynı derecede ulaşacak tarzda «Ey çürümüş kemikler! Ey parçalanmış etler! Ey dağılmış kıllar! Allah-u Teâlâ sizlere hesabınızı görmek —ehli cenneti, ehli cehennemden ayırmak— için bir araya gelmenizi emrediyor» diye seslenir.

  • Bu hususa Allah-u Teâlâ’nın

    «Bir münâdî yakın bir mekândan seslendiği günde» Âyeti kerimesi delâlet etmektedir. Bunun üzerine bedenlerin parçaları arzda bulundukları yerlerde ayrılırlar, temeyyüz ederler. Bu temeyyüz ise ya parçalara ayrıldıktan sonra bir araya toplanmak suretiyle veyahut yok edildiktden sonra yeniden yaratmak suretiyle vâki olur. Sonra Allah-u Teâlâ bir yağmur gönderir, cesetler yerden biter gibi fışkırır. Bu husus Allah-u Teâlâ’nın

    «Arzdan tekrar sizi çıkarırız» kavli şerifi delâlet etmektedir.

  • Sonra bir nefha daha üflenir de bütün ruhlar mensup oldukları cesetlerde toplanır. Bütün insanlar da kabirlerinden kalkarlar. Bu hususta Allah-u Teâlâ’nın

    «Sonra bir daha sura üflenir bir de bakarsınız herkes ayakta bakıp duruyor».

  • Âyeti çelilesi delâlet etmektedir. İşte bu kıyamettir. Bunda bütün Peygamberlerin ve Âlimlerin aklen ve naklen icmaı vardır. Bu güne delâlet eden bazı alâmetler vardır ki onlar zühur etmeden kıyâmet kopmayacaktır.

  • Bu alametlerden biri: Deccalın çıkmasıdır. Deccal sol gözü gitmiş dik saçlı birisidir. Cenneti ve cehennemi vardır. Cenneti cehennem, cehennemi ise cennet mesabesindedir. Boynu ile kulakları arası kırk arşın olan bir merkebe biner. Şaşı şaşı bakarak insanlara: Ben sizin rabbınızım! der, iki gözü arasında kâfirdir diye yazılıdır. Bu yazıyı okuması olan veya olmayan her mü’min kişi okuyabilecektir. Kırk günde Mekke-i Mükerreme ve Medine-i Münevvere’den başka bütün yer yüzünü dolaşacaktır. Kendisine uyanların çoğu Yahudiler olacaktır.

  • Bu alametlerden biri de: İsa Aleyhİsselâmın inmesidir. Peygamberlerimiz Hazreti Muhammed (S.A.S.) in şeriatı üzerine hükmedecektir. Deccalı öldürecek, yer yüzünde Allah-u Teâlâ’nın dilediği müddet kaldıktan sonra vefat edecektir. Müslümanlar namazını kılacaklar defnedeceklerdir.

  • Kıyamet alametlerinden biriside: Ye’cuc ve Me’cucun çıkmasıdır. Bunların aslı Nuh Aleyhİsselâmın oğlu Yafesin evladlarından gelen iki kabiledir. İnsan oğullarının onda dokuzunu teşkil ederler. İnsanlar ile muharebe edecekler. Sonra Allah-u Teâlâ onları Hazreti İsa’nın dûası ile helâk edecektir.

  • Kıyamet alametlerinden birisi de: Güneşin batıdan doğmasıdır, insanlar güneşin batıdan doğduğunu görünce hepsi imân edecekler, fakat öyle bir zamanda, daha evvel imân etmemiş veya imânında ihlas kazanmamış bir kimseye artık imânı faide vermeyecektir.

  • Bu alâmetlerden biri de: dâbbetü-l’arzın çıkmasıdır. Bu hadiseyi de

    «Artık kıyamet hakkında, vaad edilen sözün vukuu sırası gelince arzdan onlara dabbetül arzı çıkaracağız, onlarla konuşacak» Âyeti kerimesi delâlet etmektedir. Uzunluğu altmış arşındır. Kaçan hiç bir kimse ondan kurtulamaz, peşinden giden hiç bir kimse de ona ulaşamaz. Beraberinde Musa Aleyhisselâmın asası ve Süleyman Âleyhisselâmın mühürü vardır. Âsa ile mü’min kişinin alnına beyaz benek kor. Bu benek yüzünden mü’minin bütün yüzü beyazlanır. Mühür ile de kâfirin burnuna, siyah bir damga basar, bütün yüzü simsiyah olur.

  • Güneşin batıdan doğması hadisesiyle, dabbetülarzın meydana çıkması hadisesinden biri zühur eder etmez o biri de onu tâkip edecektir. Ondan sonra insanlar bir müddet bolluk içinde yaşayacaklar, insanlar bu halde iken Allah-u Teâlâ hoş bir rüzgâr gönderecek ve bu rüzgârla bütün müminlerin ruhlarını kabzedecektir. Geride insanların şerlileri, kötüleri kalacaktır. İşte kıyamet bunların üzerine kopacaktır.

  • Artık bundan sonra âhiret âlemine sıra gelmiştir. Berzah âlemi (kabir âlemini) ve bu âleme taalluk eden bir takım ahkâm, Mesela: ölümden sonra kabir suali ve kabirde iken cennet ehli olan kimselerin Cennet nimetlerinden bir türlü faidelenmeleri, keza Cehennem ehlinden olan kimselerin ise cehennemin azabından bir kısmı nasiblerini tatması gibi kabir âlemine taalluk eden ahkâm, âhiret âleminin başlangıçlarındandır. Şu hâli Resulü Ekrem (S.A.S.):

    «Kabir âlemi ya Cennet bahçelerinden bir bahçe veya Cehennem çukurlarından bir çukurdur». Hadisi şerifleriyle bildirmektedirler. O halde her ölen kimse lâyık olduğu şeye nail olacaktır. İster kabri olsun ister olmasın, ister asılsın, ister suda boğulsun, ister bir vahşi hayvan tarafından yenilsin, ister yangında yansın,

  • Dâr (Âlem) üçtür.

    1.  — Dâruddünya: Dünya âlemi,
    2.  — Darül berzah: Berzah (kabir) âlemi,
    3.  — Darulkarar: Âhiret âlemi,
  • Bu âlemlerin her birinde ruhun beden ile alakası, bulunduğu âleme has bir tarzdadır. Alâkanın en mükemmel tarzı da cesetlerin ba’s olunduğu gündedir. Zira kıyamete hasrolunduktan sonra beden artık ne uyku, ne ölüm ve ne de bozulma keyfiyeti kabul eder.

  • Hülasa: Allah-u Teâlâ her âlem için O âleme mahsus, ayrı ayrı hükümler koymuştur. Dünya âlemine ait hükümler, beden üzerinde câridir, ruh Sâdece bedene tâbidir. Berzah âlemine ait hükümler ise: ruh üzerinde câridir, beden sâdece ruha tâbidir. Cesetlerin ba’s olunduğu vakitte ise: nîmete, âzaba ve diğer şeylere ait hükümler, hem ruh ve hem de ceset üzerinde cereyan eder. Bu suretle itikada ait bir takım müşkül meseleler çözülmüş oldu. Muvaffakiyet Allah’dandır. Hamd da Ona mahsustur.

  • Ahiret Gününe İnanmak

    YEDİNCİ BAHÇE — ÖLÜMDEN SONRA DİRİLMEYE İMAN

    — Ölümden Sonra Dirilmek

  • Bu dirilmek ise: aslî bedenlere, ruhların mutlak olarak iade edilmesidir. Bu keyfiyet hem aklen ve hem de naklen sabittir. Çünkü dirilme keyfiyeti bir cismin bütün parçalarını, birbirinden ayrıldık- dan ve bir takım değişikliklere uğradıktan sonra, bütün hususiyetleriyle beraber ilk şekline iade etmekten ibarettir. Bir cismi, daha hiç ortada yok iken ilk olarak meydana getirmeğe kadir olan elbette ki, ikinci def’a. o cismi ayni hâle iade etmeğe muktedirdir. Bunu Allah-u Teâlâ:

    «Çürümüş ve toz haline gelmiş şu kemikleri kim diriltecek diyene de ki: onu ilk def’a meydana getiren diriltecektir».
    «Bizi kim ilk halimize iade edecek diyecekler de ki: sizi ilk def’a yaratan».
    «O Allah ki halkı ilk def’a vücuda getirdi, tekrar o halkı ilk şekline iade edecektir».
    «Elbetteki yeniden diriltmek ilk yaratmaktan daha kolaydır».

    Âyeti kerimeleri ve emsali ile diriltme keyfiyetini beyan buyurmaktadır. Âhiret, dünyada yapılan amellerin karşılığını görme mahallidir. Zira dünya imtihan yeri, âhiret ise karşılık görme yeridir. Bu ise ya Cennete girmek suretiyle mükâfat, veyahut cehenneme atılmak suretiyle azap şeklinde tecelli eder.

  • Cennet ve cehennem, Cenabı Hakkın şu anda mevcut iki yaratığıdır. Buna Hazreti Âdem ve Havva kıssası delâlet etmektedir. Nitekim Cenabı Hak

    Cennet hakkında :

    «Müttakiler için hazırlandı» ve Cehennem hakkında da:

    «Kâfirler için hazırlandı» buyurmaktadır. Cennet ve cehennem hiç bir zaman yok olmayacaktır. Dolayısıyla bunların ehli de yok olmayacaktır. Bu hususu Cenabı Hak

    «Orada ebediyen kalacaklardır» Âyeti celilesiyle açıklamaktadır. Zira imân ebediyyen vacip olduğu ve küfür de ebediyyen haram olduğu için bunların cezaları da aynı şekilde ebedidir Bu husus

    «Amellerine uygun ceza» âyeti kerimesinden anlaşılmaktadır. Cennet ve cehennemden, sevap ve ikabdan evvel amellerin arz edilmesi ve muhasebesi vardır. Nitekim

    «Sâf sâf, Rabbına arz olunurlar» Âyeti kerimesi bunu ifade etmektedir. Keza

    «O günde siz arz olunacaksınız. Sizden hiç bir şey asla gizli kalmayacaktır». Âyeti kerimesi de aynı hususu teyit etmektedir. Ayrıca her kes o günde amel kitabını okuyacaktır.

    «Biz ona kıyamet gününde bir kitap çıkaracağız, o, önüne açılmış bir kitapla karşılaşacaktır» âyeti kerimesi bu hakikati anlatmaktadır.

  • Peygamber (S.A.S.) efendimizin havzı kevser’inin varlığına da inanmak vaciptir. Çünkü Allah-u Teâlâ:

    «Biz sana kevseri verdik» buyurmakta, Resulü Ekrem Efendimiz de

    «Benim havzım bir aylık yoldur» diye haber vermektedir.

    Mizanın da varlığına inanmak vaciptir. Allah-u Teâlâ :

    «Biz kıyamet günü için âdalet terazileri kuracağız» buyurmaktadır.

  • Sırat da haktır. Allah-u Teâlâ:

    «Sizden her biriniz muhakkak oraya uğrayacaksınız» buyurmaktadır. Sırat cehennem üzerine kurulmuş bir köprüdür. Kıldan ince, kılıçtan keskindir. Bütün bunların varlığı malûm ve fakat bizce keyfiyetleri bilinmemektedir.

  • Peygamberlerin ve iyi kimselerin, başkaları hakkında şefaat etmeleri de haktır.

    «Onun izni olmadan, nezdin de kim şefaat edebilir» Âyeti kerimesi hu hakikati isbat etmektedir. Resulullah (S.A.S.)

    Şefaatim ümmetimden büyük günah işleyenler hakkındadır». Buyurmuşlardır ve yine Hazreti Peygamber (S.A.S.):

    «Kıyamet günün de üç sınıf kimse şefaat edecektir. Peygamberler, sonra âlimler, sonra şehitler» buyurmaktadırlar.

    Küfürden başka her büyük günahın affı caizdir.

    Allah-u Teâlâ:

    «Allah hiç bir suretle kendisine şirk koşulmasını affetmez ve bundan başka günahları dilediği kimse hakkında bağışlar» buyurmaktadır. Bununla beraber kul, küçük günahlardan dolayı da azap edilecektir. Nitekim Allah-u Teâlâ:

    «Dilediği kimseyi bağışlar ve dileğini azap eder» buyurmaktadır.

  • Büyük günahlar insanı, inkâr ve yalanlama alameti olmadıkça imândan çıkarmaz ve küfre sokmaz. Çünkü Allah-u Teâlâ:

    «Ey imân edenler öldürenler hakkında sizlere kısas farz olundu» buyurmaktadır. Keza mü’minlerden büyük günah işleyenler ebediyen cehennemde kalmayacaklardır.

    Zira Allah-u Teâlâ:

    «Zerre mıkdarı hayır işleyen onu görecektir». buyurmaktadır.

  • Ölümden Sonra Dirilmek

    SEKİZİNCİ BAHÇE — KADERE İMAN

    — Kadere İmân

  • Kaderin aslı, Allah-u Teâlâ’nın, hilkat âlemine ait bir sırdır. Bu sırra ne bir melek, ne de bir Peygamber vakıf olabilir. Allah-u Teâlâ bu husustaki bilgiyi sadece kendi zatına tahsis etmiştir.

  • Zira ilim iki kısımdır.

    1.  — Kullar arasında cari olan ilim: bu şeriat ilmidir.
    2.  — Kullar arasında cari olmayan ilim; buda kader ilmidir. Allah-u Teâlâ bu ilmi mahlûklarından gizlemiş, onları kendi maksadına muttali olmaktan men etmiştir.
  • Bunun içindir ki kullar arasında cari olan ilmi reddetmek küfürdür. Aynı zamanda kullara nasip olmayan kader ilmine vakıf olduğunu iddia etmek de küfürdür.

  • İmân ancak şeriat ilmini kabul ve kadere vakıf olma isteğinden vaz geçmekle sabit olur.

  • Kader ilminde derinleşmeğe çalışmak felâkete düşmeğe ve in’amı İlâhiden mahrum kalmağa sebeb olur. Zira bu hal insanı, Rububiyet hükümlerinde nizaya götürür.

  • Allah-u Teâlâ Kendi hakkında:

    «İşlediği şeyden süal olunmaz» buyurmaktadır. Hasılı; kadere imân, hayır ve şer, tatlı ve acı her şey Allah-u Teâlâ’nın ezelî ilminde her olacak şey hakkında sebkeden takdiri İlahîsi ile kullar hakkında takdir edilmiş olduğuna inanmaktır. Allah’ın takdiri, Allah’ın dileği üzere kat’i olarak tahakkuk eder.

    Zira bu hususda Cenabı Hak:

    «Biz her şey’i bir takdir üzere yarattık» buyurmaktadır.

    Keza o

    «her şey’i yarattı ve onu takdir etti». Buyurmaktadır.

  • Resulu Ekrem Efendimizde:

    «Allah-u Teâlâ mahlukatın kaderini, yeri ve gökleri yaratmadan elli bin sene evvel takdir etti. Arşı su üstündedir» buyurmaktadır.

    Şu halde saîd «iyi adam» Allah-u Teâlâ’nın hükmü ile saîttir. Şaki de böyledir.

  • Allah-u Teâlâ:

    «Dilediğini hidayete erdirir, dilediğini dalalette bırakır». buyur maktadır. Bazan sâîd bir kimse Allah-u Teâlâ’nın kazası ve kaderiyle şaki olabilir. Bunun akside vâkidir.

  • Allah-u Teâlâ :

    «Allah dilediği şey’i siler ve dilediği şey’i sabit bırakır. Ümmülkitap ancak indi İlâhidedir». Buyurmaktadır. Değiştirmek saâdet ve şakavet hakkındadır. Yoksa bir kimseyi saît etmek veya şakî kılmak mânasına değildir.

  • Levh’i Mahfuz’un varlığına inanmak ta, kadere inanmak faslındandır. Ayrıca Levh’i Mahfuzda her şeyin kader olduğuna inanmak da bu fasıldandır.

  • Allah-u Teâlâ’nın. adem oğullarından aldığı misaka da inanmak icabeder. Allah-u Teâlâ indinde, Cennete gireceklerin de, Cehenneme gireceklerin de sayıları daha ezelde bilinmekte idi. Bu adet ne azalır ve ne de çoğalır. Kulların işlediği bütün şeylerin, Allah’ın yaratmasıyla olduğuna inanmak da vâcibtir. Zira Allah-u Teâlâ:

    «Allah sizleri ve sizlerin işlediği şeyleri de halk etti. Allah her şeyin yaratıcısıdır», buyurmaktadır.

  • Her ne kadar, kulların kesibleri sebebiyle sevap veya ikab görmelerini icabettiren, İhtiyarları varsa da yine de Allah Hâlik’tir, kul kâsiptir. Takdir olunan şey birdir. Lâkin iki ayrı cihet hasebiyle, iki kudretin tahtı tesirindedir.

    Nitekim Allah-u Teâlâ:

    «O halde beyhûde onların işlediklerinden tasalanma», «Hayırdan ne işlerseniz Allah onu bilir» buyurmaktadır. İnsanın işlediği güzel şeylerde Allah’ın rızası vardır. Kötü işler işlemesine ise Allah Razı değildir.

    Nitekim Allah-u Teâlâ:

    «Allah fesadı sevmez», «kulları için küfre razı değildir». buyurmaktadır.

  • Kesip failine râci bir fiildir. O fiilden sahibine ya faide veya zarar gelebilir.

    Allah-u Teâlâ:

    «Her nefsin kazandığı faide o nefsin lehine, iktisap ettiği zarar da aleyhinedir» buyurmaktadır. Teklifi İlâhi zahirî bir kudret yeterliğine mütevakkıftır. Bu zâhiri kudret yeterliği de vus’at, temkin ve vasıtalarla, aletlerin sıhhati bakımından nazara alınır. Bu bakımdan varlığı fiilden evvel gelir. Ahkâm bunun varlığına bağlıdır. Zira Kudret yeterliği olmadan teklif edilme keyfiyeti mümkün olamaz.

    Nitekim

    Allah-u Teâlâ: «Allah hiç bir nefse gücünden aşırı hiç bir teklif te bulunmaz» buyurmaktadır. Batınî güç yeterliğine gelince Allah-u Teâlâ, bu güç yeterliğini fiile makrun olarak vücuda getirir. Fiil ile beraber olur. Lâkin bu batını güç yeterliğine, ahkâm taâlluk etmez. Zira bu güç kulun vüsati dahilinde değildir. Bu batınî güç yeterliğine itaatlarda olursa «tevfik», maasiyetlerde olursa «Hîzlan» tabir edilir. Ecel birdir. Ölüm ölenle kâimdir. Allah-u Teâlâ’nın mahlûkudur. Bu hususda Allah-u Teâlâ:

    «Allah ölümü ve hayatı yarattı» buyurmaktadır.

  • Öldürülen kimse, eceli ile ölen kimsedir. Öldürme ciheti kesib cihetiyle öldürenin bir fiilidir. Yoksa halk etme cihetiyle de Hâlik’in bir fiilidir.

  • Bir kimseye vurma neticesinde duyulan elem bir şeyi kırma neticesinde hâsıl olan kırılma, bir öldürme neticesinde vuku bulan ölüm ve bunlara benzer bütün şeyler hep Allah-u Teâlâ’nın yarattığı şeylerdir.

  • RIZIK: Allah-u Teâlâ’nın canlı olan bir yaratığa sevkettiği bir şeydir. O canlı, bu rızkı yer. Zira Allah-u Teâlâ:

    «Yer yüzünde dolaşan hiç bir canlı yoktur ki Allah Onun rızkını tekeffül etmiş olmasın» buyurmaktadır.

  • Rızk, bazen helâl ve bazan da haram olur. Herkes kendi rızkını kullanır, bitirir. Hiç bir kimsenin rızkını diğer bir kimsenin yemesi tasavvur olunamadığı gibi hiç bir kimse de başka bir kimsenin rızkını yiyemez. Bir şeyi tazmin etmek veya bir şeyde cezaya çarpılmak sadece men olunan bir hususu İrtikâp etmekten dolayıdır. Bütün bunlarda Allah-u Teâlâ’nın kaderi iledir. Bu kaderin de ilmi indi ilahidedir. Kaderi İlahîde olan her şey’e inanırız. «Böyle bir şey yoktur» diyen kimseyi de tekzip ederiz. Son olarak deriz ki, Ey İslamiyet’in mütevellisi ve ehlî olan Allah’ımız! Bizleri imân üzerinde sabit kıl, tâ ki O imânla huzuru ilâhi’ne kadar gelebilelim. Koruma ve muvaffakiyet Allah-u Teâlâ’nın elindedir. Hakikate erdirmede Onun eli iledir.

  • Eserin sona ermesinden ve tamamlanmasından dolayı Allah-u Teâlâ’ya hamidler olsun. Ümmete yol gösteren, keder ve gammı kaldıran Resulü Ekremi Muhammed (S.A.S.) Hazretlerine, büyük himmet sahibi Ümmetin hayırlıları Âli ve Ashabına da salat ve selâmlar olsun.

  • Kadere İmân