KİTABA DAIR
— Yayınevi
BEYHAN YAYINLARI: 3
İmam Celâle’d-dîn Süyûtî
(Ahiret Âlemi ve Cennet Nimetleri Hakkında Güzel İnciler)
Tercüme eden: Ahmed
Sadeleştiren: E. A.
BEYHAN YAYINEVİ
Nuruosmaniye,
Alibaba Türbe Sokak, Nurhan, Kat 1, No. 7
İSTANBUL
İmam Celâle’d-dîn Süyûtî
(ZIYAU’L - BASAR)
Tercüme eden: Ahmed
Sadeleştiren: E. A.
BAHAR MATBAASI
İstanbul — 1968
ZIYAU’L - BASAR
— Ahiret Âlemi ve Cennet Nimetleri Hakkında Güzel İnciler
Kâinatı yaratmadan, Hak Teâlâ Hazretleri «Şeceretü’l- Yakîn» adında bir ağaç yarattı. Sonra Hazret-i risâlet-penah Efendimiz’in o pâk nurunu, beyaz inci ve diğer çeşitli ziynetlerle süsleyip, tavus şeklinde, o ağacın üzerine koydu. Nur-u nebevi, orada yetmiş bin sene Hakcelle ve Alâ Hazretleri’ne tesbih ettikten sonra, Cenâb-ı Rabbü’l-Âlemin «Mir’ât-ı Hayat» nâmında bir ayna yaratıp, Peygamber Efendimizin nurunun karşısına astı.
Tâvus kendisinin o güzel suretini görünce, cümle güzelliklerin yaratıcısı olan Hak Teâlâ Hazretleri’nden utanarak, beş defa secdeye vardı. İşte, hem Peygamber Efendimize, hem de ümmetine, beş vakit namaz bu vak’adan sonra farz oldu.
Sonra Hak Teâlâ Hazretleri bu nübüvvet nuruna bir tecellî buyurmakla, utançlarından, mübarek vücutlarının her tarafından inci gibi terler fışkırdı. Bu terler eşyanın aslı olup, başının terinden melekler; yüzünün terinden Arş ve Kürsî, Levh ve Kalem, güneşle ay, yıldızlar ve kâinatta bulunan diğer mahlûklar; göğsünün terinden enbiyâ-i mürselîn, şühedâ ve Allah’ın sâlih kulları; arkasının terinden Beyt-i Mâmur, Kâbe-i Şerife ve diğer mescidler; kaşlarının terinden kadın-erkek mü’minler; kulaklarının terinden Yahudi, Hristiyan, Mecusi ve diğer kâfirler; ayaklarının terinden yeryüzü ve üzerindeki mahlûklar halk olundu.
Bundan sonra Hak Teâlâ tarafından etrafına bakması emrolunduğunda, nur-u nebevi, dört bir yanında Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali (radiyallahü anhüm) efendilerimizin ruhlarını gördü.
Orada yine yetmiş bin sene tesbihden sonra, Allah-ü zü’l-celâl Hazretleri bunlara bir tecelli buyurmakla, zevçlerini halk etti.
Bunu müteakiben Cenab-ı Yezdan kırmızı akikten bir kandil yaratarak, bu tavusu peygamber efendimizin dünyadaki şekli halinde onun içine koydu.
Sonra mahlûkatın ruhları yaratıldı. Bunlar bin sene o kandilin etrafında dolaşarak, Cenab-ı Hakk’a tesbih ettiler. Bu müddet nihayetinde, kendilerine verilen emir üzerine nazarlarını kandile çeviren ervah-ı mü’mininden, nur-u nebevinin başını görenler, dünyada sultan; alnını görenler emir; kaşlarını görenler nakkaş; gözlerini görenler hafız; kulaklarını görenler dinleyici; yanaklarını görenler muhassin; burnunu görenler tabib; dudaklarını görenler vezir; ağzını görenler sâim (oruç tutan); dişlerini görenler güzel yüzlü; boğazını görenler vaiz; sakalını görenler Allah uğrunda mücâhid; dilini görenler insanlar arasında elçi; boynunu görenler tacir; omuz başını görenler silâhşor; sağ kolunu görenler hacamatçı; sol kolunu görenler câhil; sağ elinin ayasını görenler sarraf; sol elinin ayasını görenler kileci; sağ elinin arkasını görenler cömert; sol elinin arkasını görenler kuyumcu; sağ elinin parmaklarını görenler kâtip; sol elinin parmaklarını görenler demirci; arkasını görenler mütevâzi (alçak gönüllü); yanlarını görenler gâzi; kamını görenler kanaatkâr; dizlerini görenler rükûa varıcı ve secde edici; ayaklarının altını görenler çok yürüyücü; gölgesini görenler şarkıcı oldular. Yahudi, Hristiyan, Mecusi ve diğer kâfirler nur-u nebevinin hiç bir tarafını göremediler.
Sonra Hak Teâlâ Hazretleri bu nur-u şerifi Arş-ı a’lânın altına koyarak, Hz. Âdem Aleyhsiselâm’ın yaradılışına kadar orada bekletti.
Hz. Âdem’in yaradılışı hakkında İbn-i Abbas (radiyallahü anhüm) şöyle buyurmuşlardır.
Hak Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri, Ebu’l-beşer (insanların babası) olan Hz. Âdem’in mübârek cesedlerinin her bir cüz’ünü, çeşitli diyarların topraklarından yaratmıştır. Şöyle ki; Başının toprağını Beyt-i mukaddes’ten; yüzünün toprağını Kâ’be-i muazzama’dan; sol elinin toprağını Horasan diyarından; ayaklarının toprağını Hind’den; kemiklerinin toprağını dağdan; damarlarının toprağını Bâbil’den; arkasının toprağını Irak’dan; kalbinin toprağını Firdevs-i âlâ’dan; dilinin toprağını Tâif’den ve gözlerinin toprağını Havz-ı Kevser’den alarak, insan sûretinde bir araya getirmiştir. Alındıkları diyarların hususiyetlerine göre, başına akıl; yüzüne sevimlilik; gözlerine güzellik; dişlerine tatlılık; sağ eline minnet ve itibar verildi.
Hak Teâlâ Hazretleri Hz. Âdemin cesedini bu şekilde tertip ettikten sonra, gözüne görme; kulağına işitme; ağzına tatma; burnuna koklama; eline dokunma; ayağına yürüme hasselerini verdi.
Hz. Âdem’in cesedinde dokuz tane kapı vücûda getirilmiştir ki, bunlardan yedi tanesi başında, iki tanesi de bedeninde idi. Başındakiler gözleri, kulakları, burnu ve ağzı; bedenindekiler ise hacet yollarıdır.
Cenab-ı Hak, Hz. Âdem’in ruhuna, cesede girmesini emredince, önce beyne girip, orada bin sen kaldıktan sonra gözlerine indi. İşte o zaman bütün nefsini çamur halinde gördü. Kulaklarına inince, meleklerin tesbih sedalarını işitti. Genzine inince aksırdı. Ağzına ve diline gelince, «el-Hamdü leke = sana hamdolsun» dedi. Cenab-ı Allah da karşılık olarak «Yerhamüke’llâhü yâ Âdem» diye buyurdu. Göğsüne inince Âdem gayrete gelip doğrulamak istediyse de muvaffak olamadı. Karnına gelince kendisinde bir açlık hissedip yemek yemek istedi. Ruh, ayaklarına kadar gelince, bütün vücudu et, kemik, kan, damar ve sinir hâline gidi. işte bu şekilde canlandırılan Âdem Aleyhisselâm, Cennet elbiseleriyle giydirildi. Her geçen gün biraz daha güzelleşiyordu.
Bu sırada Cenab-ı zü’l-celâl, daha evvel Arş-ı âlâ’nın altında muhafaza buyurduğu nur-u nebeviyi alarak Hz. Âdem’in mübarek sırtlarına koydu.
Sonra bütün melâike-i kirâma Hz. Âdem’e secde etmelerini emretti. Cümlesi «semi’nâ ve ata’nâ = İşittik ve itâat ettik» kavlince emr-i İlâhiyi yerine getirdikten sonra, Hak Teâlâ Hazretleri Hz. Âdem’i Cenneti âlâya yerleştirdi. Orada, bütün melekler ona karşı büyük bir hürmet besleyip, nur-u nebeviye de ayrıca ta’zim gösterirlerdi.
Hazret-i Allah Cennet’te «Meymûne» isminde, kendisi miskten, kanadları inciden bir at yaratarak, üzerine Hz. Âdem’i bindirip, sağ tarafında Mikâil, sol tarafında İsrafil ve ön tarafında, yular elinde Azrail Aleyhisselâm olduğu halde yedi kat göğü gezdirdi. Bu esnada Âdem Aleyhisselâm meleklere selâm verir, onlar da «ve aleykümü’s-selâm yâ Âdem» diye karşılık verirlerdi. Müslümanlar arasında (kıyâmete kadar) selâm âdeti buradan kalmıştır.
Melâike-i kirâmdan en evvel yaratılanlar dört tane olup,
İsrâfil Aleyhisselâm, Cenab-ı Hak’tan göklerin, yerlerin, bütün insan ve cinlerin kuvvetini talep etmiş ve isteğine nâil olmuştur. Cism-i lâtifinin her bir tarafında güzel tüyler, kanatlar, ağızlar ve diller mevcut olup, bu dillerin her birindeki bin türlü lügat ile Cenab-ı Hakk’a tebsih eder.
Ayrıca her bir lügatten de kendisi gibi melekler hasıl olup, onlar da Hak Celle ve Alâ hazretleri’ne tesbih ederler. İsrâfil Aleyhisselâm’ın vücudu o kadar muazzam bir cüsseye sahiptir ki, yer yüzünün bütün deniz, nehir ve kuyularının suyu başına dökülse, yere bir damla bile düşmez.
Günde üç defa Cehennem’e bakan İsrâfil Aleyhisselâm, bu bakışın şiddet ve âzametinden dehşete düşerek korkusundan tuz gibi erir. Bu esnada gözlerinden dökülen yaşlara şâyed Hak Teâlâ Hazretleri engel olmasa, yeryüzü âdeta Nuh tûfânındaki gibi sulara gömülür.
Mikâil Aleyhisselâm, İsrâfil Aleyhisselâm’dan beş yüz sene sonra yaratılmış olup, başından ayağına kadar safrandan tüyleri, zebercedden kanadları, her bir tüyünün etrafında bin tane yüzü, her bir yüzünün bin tane ağzı, her bir ağzının bin kere bin dili mevcuttur. Bu dilleri ile Cenab-ı Hakk’a tesbih ettiği gibi, cümle mü’minlere de duâ eder.
Ayrıca gözlerinden dökülen her bir damladan kendisi gibi bir melek hasıl olup, onlar da (kıyamete kadar) tesbih ve tehlil (lâilâhe illallah deme) ile meşgul olurlar. Bunlar Allah-ü zü’l-celâl tarafından, otlar, yapraklar ve meyveler üzerine vekil bırakılmışlardır.
Cebrâil Aleyhiselâm, Mîkâil Aleyhisselâm’dan beş yüz sene sonra yaratılmış olup, iki kaşının ortasında güneş bulunmaktadır. Kendisi her gün Bahr-i Nûr (Nûr denizi) ismindeki denize üç yüz altmış defa dalar ve sonra silkelenirdi. Düşen damlaların her birinden tıpkı kendisi gibi bir melek yaratılıp, onlar da (kıyamete kadar) Bâr-i Teâlâ’yı zikr ile meşgul olurlardı.
Cebrâil Aleyhisselâm, aynen Mîkâil Aleyhisselâm sûretinde yaratılmış olup, ondaki bütün vasıflara sahiptir. Kendisinin dahi bir lisanı vardır. Aşağıda bahsedileceği gibi, meleklerden sonra ölüm yaratıldı. Rasûl-ü Ekrem (sallellâhü aleyhi vesellem) efendimiz hazretleri buyurdular ki:
Allahü Azimüşşan ölümü gayet âzametli ve heybetli bir surette yaratıp, bin kat perde ile meleklerden gizledi. Yerlerin ve göklerin bütün kuvvetlerine mâlik olan ölüm, Allah Teâlâ’nın kudretiyle, bin yıllık yol uzunluğundaki zincirlerle bağlanmış idi. İşte bundan dolayı, melekler onun nerede olduğunu bilmedikleri gibi, sesinin de duymazlardı. Allah Teâlâ Hazretleri Âdem Aleyhisselâm’ı Cennet’e dâhil kıldığı zaman, Azrâil Aleyhisselâm’ı da ölümün muhafaza ve disiplinine memur eyledi. Bunun üzerine mevtin sesini duyan melekler, Allah’tan onu kendilerine göstermesini rica ettiler. Hak Teâlâ’nın izn ü keremiyle perde açılıp da gördükleri an, heybetinden kendilerinden geçip, bin sene kadar akılsız bir şekilde dehşet içinde kaldılar. Ayıldıkları zaman «Ey Rabbimiz, bu ne acâib ve âzametli şeydir»? dediklerinde, «İlâhi kudretimin yanında bu bir hiçtir. Adı mevt olup, siz ve diğer ruh sahipleri muhakkak surette onu tadacaksınız» diye buyuruldu.
Bu esnada Cebrail Aleyhisselâm’a onu tutabilmesi için kuvvet ve metânet verildi. Artık ölüm onun hükmü altındaydı.
Son bir kere Semâya seslenmek için izin isteyince, Hak Teâlâ ölümün bu arzusunu kabul etti. «Ey semâda bulunanlar, ben ölümüm» dedi.
«Ben öyle bir ölümüm ki, kardeşi kardeşten, ahbabı dostundan, zevci zevcesinden ve kızları analarından ayırırım. Ben öyle bir ölümüm ki, nice bayındır şehirleri ve süslü sarayları harâp edip, kabirleri ma’mur ederim. Ben öyle bir ölümüm ki, dâima sizi arzular ve size yetişirim. Ben yine öyle bir ölümüm ki, beni tadmayan bir canlı olmayacaktır».
Rivayete göre, Melekülmevt’ (Azrâil) in dört başı olup; biri omuzları üzerinde, biri önünde, biri arkasında ve biri de ayakları altındadır. Omuzları üzerindekiyle nebi ve meleklerin; önündeki başıyla mü’minlerin; arkasındaki başıyla kâfirlerin, ayaklan altındaki başıyla da cinlerin ruhlarını kabzeder (alır).
Yine bir rivâyete göre, Azrâil Aleyhisselâm. dünyayı elindeki bilye ile oynayan bir çocuk gibi döndürmeğe muktedirdir. Mübarek vücutlarında her bir canlı için ayrı bir göz mevcut olup, canlı ölünce, ona ait olan göz de yok olur.
Yine başka bir rivâyete göre, Hak Celle ve âlâ Hazretleri Arş-ı âlâ’nın altında «Sidretü’l-Müntehâ» isminde bir ağaç yaratıp, her bir canlı için üzerinde bir yaprak bitirmiştir. Bir kimsenin ölümüne kırk gün kala, bu ağaç üzerindeki kendisine ait olan yaprak, Azrail Aleyhisselâm’ın önüne düşer. Bundan sonra melekler artık o kimseyi mevtâdan sayarlar. Daha ölmeden önce ismi Azrail’e verilir. Kırk gün nihayetinde, kişide bir hastalık ve ölüm sarhoşluğu belirir.
Bu esnada hasta Azrail’e ne istediğini sorar. O da Allah tarafından canını almaya gönderildiğini söyler. Hasta bundan memnun olmayıp, gözlerini yumar ve başını iki tarafa çevirmeye başlar. Bunun üzerine Azrâil «Ey hasta niye çekiniyorsun» der. «Gerek senin ve gerekse çoluk çocuğunla ebeveyninin canlarını alacağımı bilmiyor muydun? Ruhunu kabzedeceğim ki, evlât ve ahbabın ibret alsınlar. Boş yere direnme. Sana kadar nice kimselerin canlarını aldım. Senden hem evlât, hem kuvvet, hem de haşmet bakımından üstün olan bu kişiler bile muhâlefete yeltenemediler».
Sonra dünyayı nasıl bulduğunu sorar. Bu esnada dünya Allah'ın izn ü keremiyle, bir şekil alarak onun yanına gelir ve şöyle der: «Ey âsi kul, binlerce günah işledin. Bir sürü vaaz ve nasihat dinlediğin halde, zerre kadar islâh olmadın. Bir gün olsun beni arzulamaktan geri kalmadın. Senden ayrılmayacağımı zannettin. Oysa bu düşüncen tamamen yersizdi. İşte senden ayrılıyorum».
Bundan sonra malı da başka bir şekilde gelip, «Ey âsi» der, «Beni haramdan kazandın. Şayed helâlden kazanıp, fakir-fukaraya gerekli sadakayı verseydin, şimdi sana sonsuz faydam dokunacaktı».
Azrâil Aleyhisselâm, o gittikten sonra, ruhu almak isterse de, o buna râzı olmayıp, «Rabbim celle şânühü bana emretmeden sana teslim olmam» der.
Azrâil Aleyhisselâm ruhu almak için, Hak Teâlâ tarafından vazifelendirildiğini söylerse de, o yine sözünde israr ederek, «Şâyet sözünde sadık isen, bana bir delil göster. Ben yaradılıp bu cesede yerleştirildiğim zaman, sen yanımda yoktun. Ben yaratıcım ve terbiye edicim olan Hak Teâlâ’dan izinsiz nasıl çıkarım?» der. Bu söz karşısında âciz kalan Azrâil Aleyhisselâm Bâri Teâlâ’ya nida ederek, karşılaştığı durumu söyleyip bir çare ister. Gelen cevapta, Cennet’e gidip, üzerinde (bismillâhirrahmânirrahim) yazılmış elmalardan birini alarak ruha göstermesi emredilir. Azrâil Aleyhisselâm ancak söylenileni yapmakla ruhu kabzeder.
Rivâyete göre, bir mü’min-i kâmilin eceli geldiğinde, Azrâil Aleyhisselâm onun ruhunu ağzından almak ister. Fakat bu sâlih mü’minin zihr ü tevhidi (lâilâheillallah Muhammederrasûlüllah deme) dile gelip, «Ey Cebrâil, bu mü’minin ağzı daima zikr ve tevhidle meşgul olmuştur. Binâenaleyh, ruhunu oradan alman doğru değildir» der. Azrâil Aleyhisselâm, bunun üzerine «Yarabbi, mü’minin zikr u tevhidi böyle diyorlar, fermânınız nedir»? diye münâcât eder. Allah Teâlâ’dan gelen cevapta, ruhunu elinden alması istenir. O an mü minin verdiği sadakalar dile gelip, «Bu kul, bu el ile ne kadar sadaka vermiş, ne kadar yetim başı okşamış ve ne kadar dînî kitaplar yazmıştır! Bu ayaklar az mı mescidlere gitmiş, az mı ulemâyı ziyaret etmiştir! Hele bu gözler! Mushaflara bakan, ulemânın yüzlerine hayran kalan onlar değil mi?» diye müdâfaa yaparlar. Bundan sonra vücûdun bütün uzuvları teker teker dile gelip, aynı şekilde müdâfaada bulunurlar.
Bu durum karşısında âciz kalan Azrâil Aleyhisselâm, Hak Teâlâ’dan çâre isteyince, gelen cevapta şöyle buyurulur: «Ya Azrâil, benim ismimi elinin üzerine yaz ve o mü’minin ruhuna göster».
Azrâil Aleyhisselâm işte ancak bu şekilde ruhu kabzeder. Hâsılı her canlı ölümü tadacaktır. Kurtuluş yoktur.
Rivâyete göre, altı çeşit zehirle meydana gelen ve insana saâdet denen şeyin yüzünü göstermeyen çok kötü bir ölüm şekli daha vardır. Fakat bu altı zehire mukabil altı tane de panzehir (zehirlenmeye karşı kullanılan ilâç) mevcut olup, ebedî hayata tâlip olan aklı başında biri, elbette bunlara dikkat eder.
Bu altı zehirden birincisi, dünya sevgisi olup, panzehiri zühd ve takvadır. (Zühd: Her türlü hazdan kaçınarak, kendini ibadete verme. Takva: Allah’tan korkup, dinin yasak ettiği şeylerden çekinme). İkincisi mal ve servet olup, panzehiri zekâttır. Üçüncüsü çok ve lüzumsuz konuşmak olup, panzehiri zikirdir, (zikr: Tanrı adlarını anma). Dördüncüsü hayat olup, panzehiri ibâdet ve tâattir. Beşincisi seneler olup, panzehiri Ramazan-ı şeriflerdir. Altncısı geceler olup, panzehiri kadir gecesidir.
İşte bütün bunlara riâyet eden bir kimse ölüm yastığına başını koyduğu zaman, Hak Teâlâ Azrâil Aleyhisselâm’a şöyle nida eder: «Ey melekü'l-mevt, bu hastayı fazla sıkıştırma. Biraz rahat etsin». Böylece ruh göbeğinden ve göğsünden geçerek boğazına kadar gelince artık kıyâmete kadar konuşamayacakları için, bütün uzuvlar birbirleriyle vedalaşırlar.
Aynı şekilde ruh da bunca müddet kendisine mahfazalık yapan cesedle vedalaşır. Sonra semâdan gelen bir nida şöyle der: «Ey âdemoğlu, şimdi seni dünya mı terk ediyor, yoksa sen mi onu bırakıyorsun? Mâlın mı seni koruyor, yoksa sen mi onu koruyorsun? Ve yine şimdi, sen mi dünyaya galebe çalıp onu yok ettin, yoksa o mu seni kara toprağa attı. Heyhat...»!
Başka bir rivâyete göre, hastanın dili tutulduğu zaman dört melek gelip, birincisi, selâm verdikten sonra, «Ben senin azığınla vazifelendirilmiştim. Bugün mağrıbtan maşrığa bütün dünyayı dolaştığım halde rızkından bir lokma bile bulamadım» der.
İkincisi de selâm verip, «ben senin içeceğini temin etmekle görevlendirilmiştim. Bugün bütün cihanı dolaştım. Senin için bir damla su bulamadım» dedikten sonra, üçüncüsü selâm verip, «ben senin nefesine memur idim. Şimdi yeryüzünü baştan başa aradığım halde, senin için bir nefes dahi bulamadım» deyip, dördüncüsü selâm verir. Bu melek hastanın ömrüne bakmakla emrolunmuştur. O da bu ömrün artık bittiğini haber verir. Bundan sonra «Kirâmen kâtibin» melekleri gelirler. Selâm verip, «Ey Allah’ın kulu, biz işlemiş olduğun hayır ve şerri yazmakla görevli idik, işte amel defterin budur» diyerek eline siyah bir defter verip okumasını isterler. Kul ise pişman olup, gözlerinden yaşlar akıtır. Utancından amel defterini okuyamayıp, yüzünü sağa sola çevirmeye başlar ve kirâmen kâtibin onunla giderler.
Rivâyete göre, kirâmen kâtibin, her insanda bulunan iki meleğin adı olup, sağdaki, kişinin sevaplarını, soldaki de günahlarını yazmaya memurdur. Oturduğu zaman biri sağma, diğeri soluna oturur. Yürüdüğü zaman biri önde, diğeri arkada gider. Yatınca, biri baş diğeri ayak ucunda bekler. Yalnız münâsebet ve abdest bozma hâlinde kişinin biraz ötesinde dururlar. Başka hiç bir zaman yanından uzaklaşmayıp, ömrünün sonuna kadar hayır ve şerrini yazarlar.
Kişi bir günah işleyince, sol taraftaki hemen yazmak isterse de, belki tevbe ve istiğfar eder diye, sağdaki melek bunu altı saat kadar te’hir eder. Şayet kişi bu müddet içersinde tevbe ederse, affedilir ve bu defterine yazılır.
Vefat edip kabre konunca, melekler «Yarabbi, emrine uygun olarak kulunun hayrını ziyâdesiyle ve şerrini noksansız bir şekilde yazdık. Şimdi ruhu kabzedildi. Bize izin ver, semâya çıkalım» derler. Hak Teâlâ Hazretleri bu iki meleğe cevâben, «gökler melâike ile ağız ağıza doludur. Siz yerde tesbih ve tehlil ile meşgul olup, sevabını o mü’min kulumun defterine yazın» buyurur.
Rivâyete göre, bir mü’minin ömrü son bulup, vefatı yaklaşınca, Allah’ın izn ü keremiyle Azrâil Aleyhisselâm semâdan iner. Yanında yüzleri güneş gibi nurlu olan birçok melek vardır. Ellerindeki Cennet’ten getirdikleri kefen ve çeşitli kokularla biraz ötede bekleşirler. Azrâil Aleyhisselâm mü’minin başucuna oturarak, ruha ömrünün tamam oldu-ğunu, kafesi olan cesetten çıkıp, Allah Teâlâ’nın nimet ve mağfiretine gitmesini söyler. O da kabul edip, ağlaya ağlaya cesedle vedâlaşır.
Sonra Azrâil Aleyhisselâm ruhu alıp, ileride bekleyen meleklere teslim eder. Onlar da önceden getirdikleri kefeni giydirip, güzel kokularla donatarak, sırayla bütün semâvâtı gezdirirler. Birinci semânın kapısından girdikleri zaman, orada bulunan melekler bu güzel kokulu adamın kim olduğunu sorarlar. Kendilerine «işte bu, falanın ruhudur» denilir. Böylece yedinci kat semâya kadar varılıp, Hak celle ve âlâ Hazretleri’nin kendisi için hazırlatmış olduğu makam ve ni’metler gösterilir.
Sonra Allah Teâlâ’nın «Ey melekler, bu ruhu yere götürünüz. Zirâ ben onu yerden halk ettim. Şimdi yine yere döndürüyorum. Bir müddet sonra diriltip, cesediyle beraber kabirden çıkaracağım» demesi üzerine, ruh yere iâde olunur.
Tam cenâze gusül için hazırlanırken, bu ruh, insanlar ve cinlerden gayri bütün mevcûdâtın işitebileceği yüksek bir sesle «Ey cesedimi gusledecek olan kimse, Allah aşkına elbisemi yavaş soy ve guslederken vücûdumu hırpalama. Çünkü bu vücut ecel hançeriyle parçalanmış ve ölüm ateşiyle kavrulmuştur» der. Gusül tamam olunca, ruh kefenle vücut arasına girer.
İşte bundan sonradır ki, meyyit (ölü) bazı şeyler hissetmeye başlar. Etrafındakilerin bütün sözlerini duyar. Fakat Allah tarafından konuşması men edildiği için, hiç bir şey söyleyemez. Kefen bağlanırken, ruh yine hazin bir nida ile «Ne olur biraz müsâade ediniz de, ailemin ve çoluk çocuğumun bir kerre daha yüzüğü göreyim» diye yalvarır.
Cenaze evden çıktıktan sonra, ahbâb ve akrabasıyla vedalaşmak için tekrar müsâde ister. Bunu, evden üç adım ayrılınca şu acı sözler takip eder: «Ey benim sevgili evlâtlarım ve aziz dostlarım, bu fâni dünyaya asla meyletmeyin ki, beni aldattığı gibi sizi de aldatmasın. Feleğin varlık ve yokluğuna düşmeyin ki benimle oynadığı gibi sizinle de oynamasın. Benden ibret alın. Bakın bütün mallarımı vârislerime terk ettim. Bana zerre kadar faydaları yok. İşte yalnız amelimle kaldım».
Kabre konulduğu vakit, iki melek gelip, «Rabbin kimdir? Hangi dindensin? Peygamberinin adı ne?» diye sorarlar. «Rabbim Allah, dinim İslâm, peygamberim Hz. Muhammed Aleyhisselâm» diye cevap verince, peygamberinin o olduğunu nasıl bildiğini sorarlar. O da «Allah’ın kelâmı olan Kur’ân-ı Kerim’i okumak suretiyle öğrendim» der.
Bu soru-cevap faslı bittikten sonra, Allah teâlâ şöyle buyurur: «Ey melekler, bu kulum doğru ve sâlihdir. Bundan dolayı kabrini Cennet eşyalarıyla süsleyip, kendisine de cennet elbiseleri giydirin. Cennet kokularından istifade edebilmesi için, mezarından Cennet’e bir kapı açın ve kabrini genişletin».
Bu sırada ruhun yanına gâyet temiz elbiseli bir kimse gelir. Selâm verip der ki: «Ey Allah’ın aziz kulu, bütün bu nimetler sana mübârek olsun. İşte Allah’ın sana dünyada iken vadettiği şeylere teker teker kavuşuyor-sun». Ruh merak edip, kim olduğunu sorunca, «Ben senin dünyadaki amel-i sâlihinim. (Amel-i sâlih: Dince makbul olan işler)» der. Ruh sevincinden «Elhamdülillâh» diyerek, kıyâmeti beklemeye koyulur.
Ölü mezara konulur konulmaz gelen iki melek, «Münkir ve Nekir» melekleri olup, Peygamber efendimizin açıklamasına göre, son derece heybet ve dehşetlidirler.
İşte sâlih bir kulun ölümü bu kadar hoş ve kolay olup, Allah esirgesin, fâsik, Allah ve resûlüne âsi, yalancı, beynamaz ve içki içen bir kulun ölümü de o kadar zor ve korkunçtur.
Böyle bir kulun eceli gelince, Azrâil Aleyhisselâm nefret, içinde gelip, uzak bir yerde oturur. Beraberindeki, ellerinde ateşten deynekler bulunan azap meleklerini onun üzerine gönderir. Ruh, bunların şiddet ve eziyetleri içinde kabzolunur.
İbn-i Abbas (radiyallahü anhüma) dan rivâyet olunduğuna göre, böyle bir ölüm yetmiş kılıç darbesiyle ölmekten daha zahmetlidir. Azap melekleri, ruh boğaza gelince, «Ey habis ruh çık ve Hak Teâlâ’nın azabına hazırol»! derler. Ruh bin bir zahmet içerisinde cesedden çıkıp, hiç bir şey işitmeden, mahrum ve mahcup bir halde, Hak Teâlâ’nın emriyle, onun yanında bekler.
Cesed kabre konulduğu zaman, ruh onun yarısına kadar girer. Bunun üzerine cesed kabrin üstündeki gürültüleri işitmeye başlayıp, dünyada eşine rastlamadığı bir korku ve dehşet içinde kalır.
Arkasından, ellerinde dağları eritecek kadar büyük mızrablarıyla, «münkirin» melekleri gelip, Allah’ını, dinini ve nebisini sual ederler. Şaşırıp da «Rabbim sizsiniz» deyince, ellerindeki mızraplarla öyle bir vururlar ki, şiddetinden kırk arşın yere geçer. Göz açıp kapamadan çıkarıp, tekrar «min rabbike?» (rabbin kim) derler. Yine «rabbim sizsiniz, sizden başka rab tanımıyorum» cevabını alınca, türlü eziyetlerden sonra, kabrini feci surette sıkıştırlar.
Daha sonra yılanlar ve akrepler, cesedi parça parça ederler. «Münkirin» melekleri o kabirden Cehennem’e bir kapı açıp «Ey âsi, Allah’ın senin için hazırladığı ateşi gör ve şiddetine şahit ol» derler. Açılan bu kapıdan Cehennem’in olanca alevi ve kötü kokuları içeriye dolar. Bu esnada yanına gayet asık yüzlü ve üstü başı fena kokulu biri gelip, ona lânet eder. Âsi, ömrü hayatında benzerine rastlamadığı bu çirkin adama kim olduğunu sorduğu zaman, «ben senin isyânınım», cevabını alır.
Âsi olanlara yapılan bu işkence, kıyamete kadar devam eder.
Peygamber efendimiz bir hâdis-i şeriflerinde, kabir ahvâlini şöyle anlatırlar.
Bir meyyit kabre konduğu vakit, «münkirin» meleklerinden evvel, «Revmân» adında nûrânî yüzlü bir melek gelip, cümle sevap ve günahını yazmasını ister. Meyyit, bunları yazmak için kâğıd, kalem ve mürekkebi bulunmadığını bildirir. O da, parmağını kalem, tükrüğünü mürekkep ve kefeninden bir parçayı da kâğıd yapmasını söyler.
Kul, sevaplarını tam olarak yazdığı halde, utanarak günahlarını yazmaktan çekinir. Bunu gören melek, «bu günahları işlerken Allah’ından utanmadın da şimdi benden mi utanıyorsun»? diyerek, elindeki azap verici âletlerle tehdit eder.
Kul meleğin bu halini görünce, müsâade isteyip, bir bir günahlarını yazar. Cenâb-ı Hak «vakt-i merhûn»unda defterini kendin oku deyince, sevaplarını ayrı ayrı okuyup, günahlarına gelince susar. Hak Teâlâ niye sustuğunu sorduğunda, «senin ululuğundan utanıyorum» der. Bunun üzerine Bâriteâlâ Hazretleri gazaba gelip, «dünyada benim şerîatime karşı utanmayıp, bu kadar günah işledin de şimdi mi utanıyorsun» diye o kulu şiddetle azarlar. Kul yaptıklarından ne kadar pişman olursa da bu pişmanlık ona bir fâide vermez.
Sonra Allah Teâlâ azap meleklerine onu zincirlerle bağlamalarını ve cehenneme atmalarını emreder.
Rivâyete göre, dinin bütün emirlerini yerine getiren mü’min bir kul mezara konduğu vakit, «münkirin» melekleri baş tarafından gelmek isterler. Fakat mü’minin namazları, baş ucunda tecessüm edip (cisimlenip) bu şahsın, namazlarını seferde ve hazerde (harpde ve sulhta) gece gündüz edâ ettiğini söyleyerek, o taraftan gelmelerine müsâade etmezler. Bunun gibi, ayakları, kendileriyle mescidlere gittiğini; gözleri, kendileriyle Kur’an’a baktığını ileri sürerek, bu kulu müdâfaa ederler. Münkirin, sağ tarafına yönelince, sadakası; sol tarafına yönelince, tuttuğu oruçlar, aynı müdafaa ile, geçmelerine engel olurlar. Bu esnada meyyit uykudan uyanır gibi kendine gelir gelmez, melekler «Hazret-i Muhammed Aleyhiselâm hakkında ne biliyorsun» derler. O da «Eeşhedü en lâilâhe illâllah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve rasûlühü» diye cevap verir. «Münkirin» onun sâlih bir mü’min olduğunu anlayarak, veda edip uzaklaşırlar.
Bunun arkasından mü’min gayet tatlı bir uykuya dalar.
Ebu Hureyre (radiyallahu anhü) şöyle buyurmuşlardır: «Bir mümin kul vefat edince, ruhu bir ay kadar evinin etrafında dolaşır. Bu müddet nihayetinde, bir sene kadar da kabrinin etrafında dolaştıktan sonra, semaya çekilir ve kıyamete kadar orada kalır».
İbn-i Abbas, (radiyallahü anhü)’ın rivayetine göre, ölen mü’minlerin ruhları, bayram ve Receb-i şerifin ilk cuması, diğer cuma geceleri, aşur (Muharremin onuncu) günü, Şa’bân-ı şerif’in 15 inci gecesi kabirlerinden çıkıp, evlerinin kapılarına gelerek, «Ey hâne ahalisi, bu gece bir lokma da olsa sadaka verin. Biz şimdi sadaka ve fatihanıza muhtacız» derler. Eğer hâne ahalisi sadaka ve fâtihaya ilgisizlik gösterirlerse, bu ruhlar mahzun bir halde kabirlerine dönerler.
Enes b. Mâlik’ (radiyallahü anhü) in rivâyetine göre, Yeryüzü (toprak) kendine mahsus bir lisanla, her gün on defa nida edip şöyle der:
«Ey âdem oğlu, şimdi üzerimde dolaşıyorsun ama, pek yakında gözleri yaşlı bir halde sinemde hapsedileceksin. Ey âdemoğlu, şimdi üzerimde cümle haram şeyleri yapıyorsun ama, sinemde çok azap çekeceksin. Ey âdem oğlu, şimdi üzerimde pek neşelisin ama, yarın sinemde sonsuz hüzün duyacaksın. Ey âdemoğlu, şimdi üzerimde korkusuz geziyorsun ama, derûnumda (iç) büyük korkulara mâruz kalacaksın. Ey âdemoğlu, şimdi üzerimde biri bir ışık huzmesi altında geziyorsun ama, yarın derûnumda korkunç bir karanlık içinde kalacaksın. Ey âdemoğlu, şimdi üzerimde cümle mahlûkatı seyrediyorsun ama, yarın derûnumda yalnız kalacaksın».
Rivâyete göre, mezar günde beş defâ «Ey âdemoğlu, ben bir vahşetler veiyim!... Ey âdemoğlu, ben bir karanlıklar yuvasıyım!. Ey âdem oğlu, ben bir yalnızlıklar hânesiyim!.. Ey âdem oğlu, ben bir ayrılıklar meskeniyim!..» diye nidâ eder.
Yine bir rivâyete göre, şeytan aleyhillâne kişi can çekişirken baş ucuna oturup, «şayet bu sıkıntıdan kurtulmak istiyorsan, dinini terk et» diye telkinlerde bulunurmuş.
Başka bir rivâyete göre, yine can çekişme sırasında, şeytan aleyhillâne kişinin susuzluğunu fırsat bilerek, elinde bir bardak buzlu suyla karşısına dikilir ve onun isteği üzerine, buna sâdece dinini değiştirirse mâlik olabileceğini söyler. Mü’min bu teklifi kabul etmeyince, bu sefer de ayak ucuna geçer ve tahrik edici hareketlerden sonra, kişinin isteği üzerine, ancak «peygamber yalancıdır» derse verebileceğini tekrarlar. Onun bu mel’un tekliflerini yalnız Allah’ın emirlerine uymayanlar kabul edip. (Allah esirgesin) kâfir olarak âhirete giderler. Saâdet erbâbı ise böyle bir şeyi aslâ kabul etmez.
Rivâyete göre, evliyâullahtan «Ebâ Zekeriyyâ» adındaki bir zâtı ziyârete gelen dostu, onu ölüm sarhoşluğu içinde bulur, (lâilâhe illâllah Muhammederrasûlüllah) nazm-ı şerifini telkin eder. Ebâ Zekeriyyâ işittiği halde yüzünü çevirip susar. Ancak üçüncü tekrarda «demem» diye cevap verir. Bunu duyan ahbâbı son derece müteessir olur.
Bir müddet sonra Ebâ Zekeriyyâ biraz kendine gelip, «bir şey söylediniz mi?» diye sorar. Dostu da «Evet, üç defa kelime-i tevhid söyledim. Birincide ve İkincide yüz çevirip, üçüncüde açıkça reddettin» der.
Bunun üzerine Ebâ Zekeriyyâ durumu şöyle izah eder. «O anda iblis aleyhillâne gelmişti. Elinde bir bardak soğuk su tutuyordu. Bu sudan ister misin diye sordu. Evet dedim. Can çekişme ateşiyle yüreğim kebab olmuştu. Öyley-se dedi İsâ Allah’ın oğludur de... bu bardak su senin olsun. Bu sözleri iki defa tekrar etti. İkisinde de reddedip, üçüncü teklifinde kat’î surette red cevabı verince, elindeki kadehi parçalayarak, çekip gitti. Ben o mel’unu reddediyordum. Hâşâ sizi red etmedim» deyip şehâdet getirir.
Rivâyete göre, eski zamanlarda Azrail Aleyhisselâm görünür ve bazı insanlar kendisini tanırlardı. Bir gün Süleyman Aleyhisselâm genç bir kimseyle sohbet ederken, melekü’l-mevt (Azrâil) içeriye girip genç adama dikkatle baktı. Çıkıp gittiği zaman, genç adam, «Ey Süleyman, ben bu bakıştan çok müteessir oldum. Ne olur, rüzgâra emret beni buradan Çin diyarına götürsün. Belki beni orada bulamaz da pençesinden kurtulurum» dedi.
Süleyman Aleyhisselâm’ın emri üzerine, rüzgâr o adamı Çin’e götürdü. Melekü’l-mevt geri döndüğü zaman, Süleyman Aleyhisselâm, o kimseye neye baktığını sordu. Azrâil Aleyhisselâm ise «Ey Süleyman, o kimsenin ruhunu Çin diyarında almam emrolunmuştu. Burada görünce tuhafıma gitti. Onun için öyle baktım» diye cevap verdi.
Bunun üzerine Süleyman Aleyhisselâm meseleyi olduğu gibi nakletti. Azrâil Aleyhisselâm hemen Çin’e gidip, o kimsenin ruhunu kabzetti.
Rivayete göre, bir zât dâima «Allâhümme iğfirli ve lekeş-şemsi» duâyı şerifini okurdu. Böylelikle hem kendisine hem de güneşe müvekkel olan meleğe duâ ederdi. Bir gün melekü’s-şems: güneşe bakmakla vazifeli melek» bu adamın yanma gelip, «Ey falan, senin benden bir isteğin mi var ki, kendinle beraber bana da duâ ediyorsun» diye sordu. Adam, «Evet senden bir dileğim var. Beni semâdaki kendi mekânına götür ve melekü’l-mevt’ten ne zaman öleceğimi soruver» dedi.
Bunun üzerine melek onu alıp kendi mekânına götürdü. Sonra Azrâil Aleyhisselâm’ın huzuruna giderek ne zaman öleceğini sordu. Melekü’l-mevt defterine bakıp: «Heyhat! O kimse senin mekânına gelecek ve orada ruhunu alacağım» dedi.
Yine rivayete göre, Ebû Kılâye (rahmetullâhi aleyh) rüyasında bütün mezarların yarılarak ölülerin dışarıya çıktığını görür. Kabirleri üzerinde ellerinde nurdan birer tabak olduğu halde oturuyorlardır. Yalnız bir tanesinin tabağı yoktur. Sebebini sorunca, şöyle cevap alır: «Arkadaşlarımın evlâd ve kardeşleri onlar için dua ve Fâtiha’yı şerife okurlar, sadaklar verirler. Cenabı Hak da buna mukabil gördüğün bu tabakları gönderir. Benim oğlum iyi bir evlât değildir. Benim için ne bir duâ okur, ne de bir sadaka verir».
Ebu Kılâye uyandığı zaman, doğru o kişinin evlâdına gidip gördüklerini aynen anlatır. Oğul bunu dikkatle dinledikten sonra, çok müteessir olup, Ebu Kılâye’nin huzurunda tevbe ederek, babasına bol bol dua eder. Ebu Kılâye bir müddet sonra yine o memlekete gelir ve yine evvelki gibi, rüyasında kabir ehlini görür. O kimse «Ya Ebû Kılâye Allah senden râzı olsun. Sayende oğlum ıslâh olup, ben de Cehennem ateşinden kurtuldum» der.
Hazreti risâlet-penâh efendimiz, «Cuma günü vefat eden kimse kabir azabı görmez» buyurmuşlardır.
Bir gün Hazret-i Ayşe vâlidemizin çadırında, sahabeden bir kaç zat otururlarken çadırın direği birden bire yere düşünce, hepsi tebessüm ettiler. Hazreti Ayşe «Niçin gülüyorsunuz, Seyyid-i Kâinat Efendimiz hiç bir mü’minin ecri zâyi olmaz. Hattâ, ayağına bir diken bile batmış olsa, bir günahı affolunarak, ona bir sevap verilir anlamında bir hadis-i şerif buyurmuşlardır» dedi.
Abdullah b. Ömer (radiyallahü anhüma) hazretlerinden rivâyet edilen bir hâdisi şerifte şöyle buyurulmaktadır: «Kıyâmet gününde şu dört zümre, nurdan minberler üzerinde Cenneti âlâ’ya giderler. Bunlardan birincisi, açları doyuranlar; ikincisi, Allah uğrunda gâzileri ağırlayanlar; üçüncüsü, zayıflara yardım edenler; dördüncüsü, mazlumların (zulüm gören) imdadına yetişenlerdir.
Bazı inanılır kimselerden, öldükten sonra ruhun nerede olduğunu sorarlar. Şöyle cevap verilir: «Enbiyânın ruhları, Cennet-i adende; şehidlerin ruhları Cennet’in ortasında; mü’minlerin çocuklarının ruhları, Cennet dağlarının üzerinde yaşayan birtakım kuşların havsala (kursak, zihin, mide)sında bulunmaktadırlar. Kâfirlerin çocuklarının ruhları için hususî bir yer yoktur. Halkın malını zor kuvvetiyle yiyenlerin ruhları havada asılı olup, Cennet’e ulaşamazlar. Fâsiklerin ruhları kabirde cesedle beraber kıyamete kadar azap görürler. Münafık ve kâfirlerin ruhları ise Cehennem’de bir zindan içerisinde bulunurlar.
Rivayete göre, bir kimse uğradığı bir musibet dolayısıyla elbisesini parçalama veya göğsünü dövme gibi hareketlerde bulunursa, eline bir mızrak alıp, Allah Teâlâ’ya karşı gelmiş gibi olur.
Resûlullah sallallâhü aleyhi vesellem buyurdular ki: Allah Teâlâ, ölüm veya başka bir musibetten dolayı, matem tutmak için kapısını siyaha boyayan, siyah elbiseler giyen veya elbisesini yırtan, bağrını döven, yahut saçını sakalını yolan bir kimse için, kazaya razı olmadığından, cehennem’de vücudundaki kılların sayısı kadar ev hazırlatır. Ve o kimse yetmiş peygamber öldürmüş gibi ceza görür. Mateminde devam ettiği müddetçe, Cenabı Allah hiç bir ibâdetini kabul etmez. Aynı zamanda, uğrunda ağladığı ölünün kabri darlaşır ve hesap vermesi hayli güçleşir. Semâdaki bütün melekler böyle’ bir kimseye lânet ederler. Yine böyle bir kimse âhirette mezarından çıplak bir şekilde kalkar, ölü üzerine sessizce ağlamakta bir beis (sakınca) yok ise de sabretmek daha iyidir.
Allah Teâlâ bu hususta şöyle buyurmaktadır:
Yâni: «Muhakkak ki sabırlılara, sabırlarının ecri hesapsız olarak ihsan buyurulur» (Zümer sûresi, âyet: 10).
Rivâyete göre, sevgili evlâtları Hazret-i İbrâhim’in vefatında, Fahri âlem Efendimizin mübarek gözleri yaşarmıştı. Sahâbeden Abdurrahman b. Avf (rahmetullâhi aleyh) bunu görerek «Ya rasûlâllah, siz bize ölü arkasından ağlamayı yasaklamamış mıydınız?» dedi. Cenâbı risâlet-penâh Hazretleri şöyle cevap verdiler: «Ben sizi iki türlü yakışık almayan sesten men etmiştim. Biri ölüye ağlarken çıkarılan, diğeri de zenginlikten dolayı gurur ifade eden sestir».
Hazreti Ali (Keremallahü veçhe) sabrı şu şekilde beyan buyurmuşlardır: Sabır üç kısımdır, a) Tâate sabır, b) Günahlardan kurtulmada sabır, c) Günahlara sabır.
Tâate sabredene, Cenabı Hak kıyamet gününde, her biri yerle gök arası kadar geniş olan üç yüz derece ihsan eder. Diğerlerine sabredenler de yine Allah’ın büyük mükâfatlarına nâil olurlar.
İbn-i Abbas’ (radiyallahü anhüma)’ın Server-i Kâinat Efendimizden rivâyet ettiği bir hadisi şerife göre, Allah Teâlâ’nın kalem vasıtasıyla Levh-i mahfuz’a ilk yazdığı şey şudur: «Allah, ancak zât-ı ulûhiyetimdir. Benden gayri hak İlâh yoktur. Muhammed benim kulum ve rasûlümdür. Her kim benim kazâma râzı, belâma sabırlı ve nimetlerime şükredici olursa, onu Cennet’de sâdıkîn (doğrular, itaat edenler) zümresine dâhil ederim».
Yine rivâyete göre, şu on zümreye kabirde suâl yoktur.
Yine, hayır ve şerrin Allah’ın kaza ve kaderiyle olduğunu bilip, her hangi bir hastalıktan ölenler de kabir suâlinden muaf (affedilmiş) tutulurlar. Bunun gibi, enbiyâ ve melekler, ölüm hastalığında Fatiha sûresini okuyanlar da kabir suâli görmezler.
Mezarın sıkıştırmasına gelince, kabir mü’mini, gayet şefkatli bir annenin yavrusunu bağrına basıp okşaması gibi kucaklar. Kâfirlere ise korkunç derecede azâp ve işkencede bulunur.
Peygamberlerin, âlimlerin, Allah yolunda şehit olan kimselerin, karşılıksız müezzinlik edenlerin ve devamlı Kur’an okuyanların cesedlerini toprak yemez.
Bundan sonra Deccâl mel’ûn zuhur edecektir (çıkacaktır). Deccâl, şeytan taifesinden olup, şaşı gözlü ve merkebinin (üzerine bindiği şeyin) iki kulağı arası kırk arşın olan bir heriftir. İnsanlara, hâşâ, «ben sizin rabbinizim» diyecek ve iki kaşının ortasında «Kâfirun billâhi: Allah’ın birliğine inanmayan» yazılmış olup, bunu (okuma bilen veya bilmeyen) bütün mü’minler okuyacaklardır.
Deccâl dünyada kırk gün yaşayacaktır. Bunun birinci günü, bizim zaman ölçülerimizle bir sene, ikinci günü bir ay, üçüncü günü bir hafta, diğer günleri de bildiğimiz günler kadar olacaktır. Dünya üzerindeki bütün memleketlere girdiği halde, Mekke-yi Mükerreme’ye, Medine-yi Münevvere’ye, Beytü’l-Mukaddes’e giremeyecektir. Bu mukaddes şehirlerin kapılarında bulunan melekler, o melûnu içeriye sokmayacaklardır.
Deccâl’ın yanında dağlar kadar ekmek bulunacak, hikmet-i İlâhiye icâbı meydana gelen kıtlıkta, kendisine itâat edenlere bu ekmeklerden verip, onları Cennet’im dediği bir yere koyacaktır, îtâat etmeyenlere ekmek vermeyip, kendilerini Cehennem’im dediği başka bir yere koyacaktır.
Ona itâat edenlerin Cennet diye girdikleri yer Cehennem kesilip, itâat etmeyip de Cehennem’ine girenler, kendilerini Cennet’te bulacaklardır. Kendisinin Şeytan taifesinden birçok yardımcıları bulunup, Allah tarafından verilen birtakım istidrâc (kâfir olduğu bilinen bir şahsın gösterdiği isteğe uygun hârika) ve fitnelere sahip olacaktır. Öyle ki, «Ey semâ yağmur yağdır» dediği zaman, gökten bardaktan boşanırcasına yağmur yağacaktır.
Deccâl’ın şerrinden kurtulmak için, insanlar Şam’da bulunan bir dağa çıkacaklardır. İşte tam bu esnada, İsâ Aleyhisselâm gökten Şâm-ı Şerif’e inip, yüksek bir sesle, halkı Deccâl’a karşı savaşmaya dâvet edecektir.
Bir sabah namazından sonra, Hazret-i İsâ Deccâl üzerine hücum edip, semâdan getirdiği Cennet malı mızrakla onu öldürecektir. Bundan sonra Deccâl’ın bütün nesli ortadan kaldırılıp, Hazreti İsâ yerdeki bütün hazine ve kıymetli madenleri insanlığın hizmetine sunacaktır. Yine onun devrinde bir din birliği hâsil olup, İslam’dan gayri bir din mevcût olmayacaktır.
Yeryüzünde vicdanlardaki doğruluk hissi o derece artacakdır ki, bütün kıymetli şeyler sokaklarda bırakıldığı halde, hiç kimse tenezzül edip de almayacaktır. Mahlûkat birbirine son derece şefkat ve sevgi besliyecektir. Bu sevgi o dereceye ulaşacaktır ki, arslanlar develerle, kaplanlar sığırlarla ve kurtlar koyunlarla bir arada gezecek, çocuklar yılanlarla oynadığı halde bir zarar görmeyeceklerdir. Bundan sonra Hazreti İsa Medine’ye gidip orada evlenecek ve çocukları olacaktır. Yine orada vefat edip, Rasûl-i zîşan Efendimiz’in kabirleri yanında bir yere gömülecektir.
Sonra dünyanın ömrü tükenecek ve İsrafil Aleyhisselâm «sûr» u üfleyecektir. Birinci üfleyişinde bütün canlıların ruhları kabz olunacaktır. Hatta, bazı kimselerin lokmaları ağızlarında kalıp, yutmaya muvaffak olamayacaktır. Yine bazı kimseler elbiselerini giyemeden ve ellerindeki suyu içemeden öleceklerdir. Yeryüzünde, yalnız şeytan Aleyhillâne, semâda da dört büyük melekle «Hameletü’l-arş; Arşı üzerinde taşıyan melekler» sağ kalacaktır.
Bundan sonra Hakteâlâ Azrâil Aleyhisselâm’a şöyle buyuracaktır. «Ya Azrâil, sana bütün semâ ehlinin ve arzın kuvvetiyle, ellerinde zincirler bulunan yetmiş bin zebânî verip, İblis’e gönderiyorum. Ölümü ona da tattır». Azrâil Aleyhisselâm (Semi’na ve ata’na: İşittik ve itaat ediyoruz) kavlinden sonra, gayet korkunç bir şekilde yere iner. Eğer mahlûkât onu o halde görseydi, cümlesi korkudan helâk olurdu.
Azrâil Aleyhisselâm Şeytan’a «ya lâin (Ey lânetlenmiş) ölümü sen de tadacaksın» der. İblis korkusundan doğudan batıya ve batıdan doğuya kaçarsa da kurtulamayacağını anlar. Âdem Aleyhisseâlm’ın mezarı üzerine çıkarak. «Ey Âdem, benim kovulmama ve lânetlenmeme sen sebep oldun» diye haykırır. Sonra Azrâil Aleyhisselâm’dan nasıl bir şarap ve azâpla öldürüleceğini sorar. O da «Ateşten kâselerdeki Cehennem ateşi ve zebânilerle» diye cevap verir. Arkasından, zebâniler ellerindeki zincir ve çengelleri üzerine atarak, onu yere çarparlar. Mel’unun, yüzü üstüne düşüp kuvveti gidecek ve sonra da ruhu kabzolunacaktır. Ruhu çıkarken öyle bir hırıldanacakdır ki, eğer mahlûkat sağ olsaydı, işittikleri zaman mutlaka helak olurlardı.
Bundan sonra Hakteâlâ Azrâil Aleyhisselâm’a yeri de yok etmesini emreder. O da gelip, «Ey yer, işte senin de sonun geldi, artık sen de yok ol»! der. Yer kendisine mahsus bir dille: «Ey Azrâil, bana biraz müsaade et de kendi hâlime ağlıyayım» der. Müsâade edilince, «Benim cihangir (cihanı fetheden) padişahlarım, ağaçlarım, meyvalarım, saray ve binalarım acaba şimdi nerededir» diyerek feryad u figan eder. Sonra Azrâil Aleyhisselâm öyle bir nâra atar ki, şiddetinden yeryüzündeki bütün binalar ve dağlar yıkılıp, sular çekilir.
Sonra bu ölüm teklifi semâya da yapılnca, «Benim güneşlerim, aylarım ve yıldızlarım şimdi nerededir?» diye figan eder. O da Azrâil Aleyhisselâm’ın bir nârasıyla harabolur. Bundan sonra Melekülmevt’e mahlûkattan canlı olarak kimlerin kaldığı sorulunca, «Yarabbi, sen görülen ve görülmeyen bütün şeyleri bilicisin, (yâni, sen benden daha iyi biliyorsun ki) Şu an canlı olarak dört büyük melekle, Hameletü’l-arş kalmıştır» diye cevap verir.
Bunun üzerine Hakteâlâ, Cebrâil Aleyhisselâm’ın ruhunu kabzetmesini emreder. Azrâil onu secdede bulur. Emr-i İlâhiyi tebliğ edince, Cebrâil «Yarabbi can çekişmemi kolay eyle» diye duâ eder.
Sonra Azrâil Aleyhisselâm hafifçe bir sıkmayla ruhunu kabzeder. Hakteâlâ, «sûr» u İlâhî mahfazasına aldıktan sonra, bu sefer de İsrâfil, ve Mîkâil Aleyhisselâm’la Hameletül-arşın ruhlarını almasını emreder.
Onlar da ruhlarını teslim edince, Allah Teâlâ yine sorar: «Ey Azrâil, canlı olarak kim kaldı? «Azrâil Aleyhisselâm, «Yarabbi, ölümsüz zâtınızla, bir de bu âciz kulunuz kaldı» der. İşte o zaman Hakteâlâ şöyle buyurur: «Ey Melekü’l-mevt, sen de benim mahlûkâtımdansın. Öyleyse sen de ölümü tad!» Azrâil Aleyhisselâm Cennet’le Cehennem arasında bir yere giderek, kendi ruhunu yine kendi eliyle kabzetmeye başlayacaktır. Can çekişmesi tam kırk sene sürüp, bu süre içinde şiddetli nâralar atarak, «Eğer ölümün bu kadar şiddetli olduğunu bilseydim, mahlûkat can çekişirken; daha şefkatli olurdum» diyecektir.
İşte bu kırk sene sonunda o da ruhunu teslim edip, yalnız Hak Teâlâ ve tekaddes Hazretleri baki kalır ve dünya kırk sene boş bırakılır.
Bu esnada Hak Teâlâ:
Yâni: «Bugün mülk kimindir?» (Mü’min sûresi, âyed: 16) diye dünyaya suâl buyurup, hiç bir cevap alamayınca:
Yani: «Vâhidü’l-kahhâr olan Allah’ındır» (İbrahim sûresi, âyed: 48) diyerek yine kendi cevap verecektir.
Daha sonra Cenab-ı Hak Hameletü’l-arşı ve İsrafil Aleyhisselâm’ı canlandıracaktır. Cebrail, Mikâil ve Azrâil Aleyhisselâm, canlandırıldıkları zaman «yarabbi, âlem-i ezelde, cümlenize ölümü gösteririm demiştin, hepimiz görüp, acısını tattık» derler.
Sonra Arş-ı âlâ’nın altına kırk gün yağmur yağdırılır. Daha sonra da ölülerin parçaları birleştirilerek eski şekline sokulup, ruhsuz olarak hazırlanır. Allah Teâlâ Cennet hademelerine Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm ve onun cennetlik ümmeti için Cenneti âlâyı süslemelerini emreder. Cebrail’e bir cennet elbisesi, Mikâil’e bir taç ve Azrâil Aleyhisselâm’a da bir burak (Cennet bineği) vererek, Hazret-i Muhammed’in kabrine gitmelerini ister.
Onlar bu emir icâbı yeryüzüne inerlerse de, arz şekil değiştirmiş olduğundan, «Ey yer Rasûlullâh’ın mezarı nerede?» diye sorarlar. «Bilmiyorum» demesi üzerine Ravza-i Mutahhara (Hz. Muhammed’in mezarı)’nın üzerine bir nur dikilerek, «işte burası» der.
Oraya geldikleri zaman Mikâil Aleyhisselâm «Esselâmü aleyke ya Muhammed» der. Fakat bir cevap alamaz. Arkasından Cebrail Aleyhisselâm «Ey ruh-u Tayyibe (hoş ruh) cesedine dön» derse de o da bir cevap alamaz. Sonra Azrail Aleyhisselâm aynı hitapta bulunup da bir cevap alamayınca, «Ey ruh-u tayyibe, kalk bugün hesap ve rahmet günüdür» der. Bunun üzerine kabir biraz hareket edecek ve toprak yarılarak, içeride Efendimiz Hazretleri ağlamaya başlayacaktır. Azrâil Aleyhisselâm ikinci bir kere aynı şeyleri söyleyince, mübârek vücutları başından toprakları döküldüğü halde kalkıp oturacaktır. İki tarafına bakıp, cihanı harap bir vaziyette görünce, ağlayarak «Yâ Cebrâil, bugün nedâmet ve hasret günüdür, beni müjdele» der. Cebrâil Aleyhisselâm da «Ya rasûlallah, senin için tac, hülle ve burak getirdim» deyince, «Hayır onlardan sormuyorum» buyurur. Cebrâil, «Yâ Rasûlallah, Cennetler senin için süslendi. Cehennemin kapıları kapatıldı» der. Rasûlu zîşan Efendimiz, «onu sormuyorum. Sade ümmetimi arzu ediyorum. Acaba neredeler»? diye sorar. Kendilerine «Yâ rasûlâllah, daha sizden başka yeryüzünde hiç kimse kalkmamıştır» diye cevap verilir. Sonra tac ve hülle giydirilip, Burak’a bindirilerek Kudüs’e getirilir.
Bunu müteâkıben, Allah bütün ruhları «Sûr» un içine doldurup, İsrafil Aleyhisselâm’a üfürmesini emreder. «Sûr» üfürülünce, kovandan çıkan arılar gibi her yana dağılan ruhlara, cesedlerine girmeleri emredilir. Bunun arkasından yer yarılıp, herkes kabri üzerine oturur.
Kâfirler:
Yâni: «Eyvah bize! Uyuduğumuz yerden bizi kim kaldırdı?». (Yâsin: 52)
Mü’minler de:
Yâni: «Bu (ba’s) çok esirgeyici (Allah)’ın va’d ettiği şey. Gönderilen (peygamber)ler (meğer) doğru söylemiş». (Yâsin sûresi, âyed: 52)
Karanlıklar içinde, çıplak olarak ayağa kalkarlar. Kalplerini dayanılmaz bir kıyamet korkusu kaplar. İşte bu zamanda kabir ehlinin âsî olanları, çeşitli alâmetleriyle tanınacaktır:
Bir kısmının dilleri arkasında olup, bunlar yalan söyleyip de tevbe etmeyenlerdir. Bir kısmı dilsiz olup, bunlar şehâdeti (eşhedü en lâilâhe illallah ve eşhedü erme Muhammerrasûlullah demeyi) çok az yapanlardır. Bir kısmının tercinden irin ve cerâhat akacaktır. Bunlar zina edenlerdir. Bir kısmı gayet çirkin bir yüze sahiptirler. Bunlar yetim ve sâirlerin malını alanlardır. Bir kısmının başında kel ve vücudunda leke hastalığı (beras) bulunacaktır. Bunlar içki içenlerdir.
Bundan sonra bir ferd kalmamak üzere, bütün insanlar Beyt-i Mukaddes’e gidip, orada toplanacaklardır. Çünkü Hakteâlâ’nın izniyle dünyanın her tarafını kesif bir ateş kaplayıp, yalnız Kudüs civarı bu ateşten korunmuş olacaktır.
Mü’minler etraflarında melekler bulunduğu ve kendilerine yaklaştıkça söndüğü için bu ateşten bir zarar görmeyeceklerdir.
Sonra mahşer ehli ayrılıp, mü’minler arzı ve tû lu (enlem ve boylamı) on senelik bir mesâfe olan 3 safta toplanacaktır. Kâfirler ise tam yüz yirmi saf olacaklardır. Onlar bu şekilde bekleşirlerken, sadece canlarının derdine düşüp, dünya senesiyle üç yüz yıl zevç zevcesini ve zevce zevcini tanımayacaktır.
İşte bu vakit gizli olan şeyler, ayıp ve kabahatler meydana çıkacaktır. Mizan kurulup, defterler ortaya konulup, âsilere Cehennem gösterilecektir. Ateş gürleyerek korkularını artıracak, boyları uzayıp, dilleri tutulacak ve ciğerleri bu korkunç beklemenin verdiği azapla yanacaktır.
Bu halden kurtulmaları ve bir an önce hesaplarının görülmesi için, kendilerine şefâat etsin diye Âdem Aleyhisselâm’a giderler. «Ben yenmesi yasaklanmış olan ağacın meyvalarından yediğim için Cennet’ten kovuldum. Hak Teâlâ’ya yüzüm yok ki size şefâatçı olayım» diyerek, Hz. Âdem onların Nuh Aleyhisselâm’a gitmelerini ister.
Nuh Aleyhisselâm, «Ben cezaya lâyık olan kavmimin kurtulması için duâ et-miştim. Rabbime karşı kusurluyum» diyerek onları İbrâhim Aleyhisselâm’a gönderir. Hz. İbrâhim, «Ben Allah Teâlâ’ya yalan söylemiştim. Ona karşı mahcubum» diye onları İsâ Aleyhisselâm’a gönderir. O da «Ben bugün vâlidem Meryem’e bile şefâatçi olamam» deyince, doğru Resûlü zîşan Efendimize gidip, «Aman ya Muhammed, bize şefâat et de bir an önce amellerimize bakılıp, hesap ve kazâmız (istemeden yapılan kötü iş) tamamlansın» diye yalvarırlar.
Risâlet-penâh Efendimiz Arş-ı âlâ’nın altına giderek, Allah Teâlâ’ya ricâda bulunur. Arzusu kabul edilip geri döner, çok geçmeden birinci gök yarılıp, dünyadakilerin iki misli melek inerek insanların etrafında halka olurlar. Sonra diğer göklerin melekleri de aynı miktarda gelip yerlerini alırlar.
Bu arada Allah Teâlâ’nın izn ü keremiyle bir bulut içinde semâdan heybetli bir melek gelip, maiyetindeki meleklerle beraber yerin bir köşesinde kürsüsünü kurarak, şu mealde bir hutbe okur: «Ey insanlar ve cinler, yakında defterleriniz okunacak. Defterini güzel bulanlar Allah’a hamdü senâ etsinler. Fenâ bulanlar kabahati başkalarında bulmayıp, kendi nefislerini kötülesinler».
Sonra cehenneme bakmakla görevli olan melekten, Cehennemi kıyâmet yerine getirmesi istenilir. Kıyâmet yerine getirilen Cehennem, oradakilere hücum etmek isteyecekse de zaptına memur olan melekler buna mâni olacaklardır. Bu şahısların ellerinde ateşten değnekler bulunup, ağızlarından kıvılcımlar saçılacaktır.
Cehennemi arzın sol tarafında, altı kalaydan, üstü bakırdan ve duvarları kibritten olan bir yere koyacaklardır. Ateşi o kadar kuvvetlidir ki, eğer ufak bir kıvılcımı yerin bir tarafına düşse, doğudan batıya bütün dünyayı yakıp çıkar.
Cehennem yedi tabaka olup, bunlar sırayla şu isimleri alırlar:
Birinci tabakada mü’minlerin âsileri olup, günahlarının derecesine göre, bir saatten yedi bin yıla kadar azap gördükten sonra Cennet’e gideceklerdir. İkinci tabakada Yahudiler; üçüncü tabakada Hristiyanlar; dördüncü tabakada yıldızlara tapanlar; beşinci tabakada ateşe tapanlar; altıncı tabakada putlara tapanlar; yedinci tabakada münâfıklar olacaktır.
Birinci tabakada bulunanlar «Yâ Hannân ve Yâ Mennân» diye nidâ edeceklerdir.
İkinciler:
Yâni: «Ey Rabbimiz, bedbahtlığımız bize galebe etmişti» (Mü’minûn: 106) derler.
Üçüncüler:
Yâni: «Ey Rabbimiz, bizi buradan çıkar. Eğer (yine küfre) dönersek artık hiç şüphesiz ki biz zâlimlerizdir». (Mü’ minûn: 107). derler.
Dördüncüler:
Yâni: «Ey Rabbimiz, kendimize yazık ettik» (A’râf: 23) derler.
Beşinciler de figan ettikten sonra, Altıncılar.
Yâni: «Rabinize duâ edin, bizden bir gün olsun azabı hafifletsin». (Mü’min: 49)
Yedinciler:
Yâni: «Ey Mâlik, Rabbin bizi öldürsün» (Zuhruf: 77) derler.
Mü’minlerin âsîleri Cehennem’e girdikleri zaman, bir an azâp gördükten sonra ölecek ve başka bir azap duymayacaklardır.
Rivayete göre, bir gün Cebrâil Aleyhisselâm ağlayarak, Rasûlü zîşan Efendimizin yanma geldi. Hz. Muhammed neden ağladığını sorunca, «Ya Muhammed, Cehennem yaratılalı gözümün yaşı kurumuyor» dedi. Hazreti Risalet-penâh Efendimiz merak edip, «Cehennem nasıldır»? diye sorunca, «altı kalaydan, tavam bakırdan ve duvarları kibrittendir» diye cevap verdi.
Hz. İsâ Aleyhisselâm, bir gün gözlerinden kanlı yaşlar akıtan bir delikanlı görüp, bu derece ağlamasının sebebini sorunca, delikanlı şöyle cevap verdi: «Ya rûhullah, Cehennem korkusu kalbime düşeliden beri bu vaziyetteyim». Hz. İsâ ashâbının yanına gelip, delikanlının vaziyetini anlatarak, «O dünyada iken Cehennemin şiddetinden bu derece azâp duymuştur. Ya bizzat içine girenlerin hâli ne olacaktır? Bundan da Cenabı Bârî Teâlâ’nın kerem ve inayetine sığınırız» buyurmuştur.
Muhammed ümmetinden Cehennem’e girenler, orada devamlı olarak kalmayıp, cezaları sona erince çıkacaklardır.
Sâlihadan bir zat şöyle rivayet etmiştir: «Kızarmış demiri ateşten çıkarıp, parmaklarıyla eğen bir demirci gördüm. Mutlaka velîdir diyerek yanına gittim. Selâm verip sen Allah’ın sâlih (dinin emirlerini yerine getiren) bir kulusun, benim için de dua et, dedim. Aslında ben bir günahkâr kuldum diyerek başından geçenleri bana anlattı.
Dediğine göre, bu adam bir gün sokakta güzel bir kadına rastlar. Kadın çok darda kaldığından dolayı kendisinden Allah rızası için bir sadaka ister. Adamın niyeti kötüdür. Onu evine dâvet eder. Önce râzı olmazsa da, orada veririm demesi üze-rine, beraber eve gelirler. Adam kötü niyetine teşebbüs eder. Kadın yalvararak, şayed beni serbest bırakırsan, Allah da. seni dünya ve âhirette ateşten âzad eder, der. Adam yaptığına pişman olup, kadına istediği kadar para verip, sonra derin bir uykuya dalar. Rüyasında gayet güzel bir kadın görür. Bu kadın evine getirdiği kadının annesi olup, kızım Rasûlullah’ın sülâlesindendir. Artık seni dünya ve âhirette ateş yakmaz, der. Demirci kendine geldiği zaman gönlünü büyük bir sevinçle dolu bulur. O günden sonra kötü işleri bırakıp, Bârî Teâlâ’ya ibâdet ve tâate başlar».
Peygamber efendimiz bir hadîsi şeriflerinde, Cehennem’ de merhametsizler ve ana-babalarını gücendirenler için bir çok mağaraların bulunduğunu beyân eder.
Cenneti âlâ, Arşı âlâ’nın sağ tarafında olup, yedi tabakaya ayrılmıştır. Bu tabakaların isimleri şöyledir:
Cennet’in sekiz kapısı olup, her birinin arasında bin senelik mesafe vardır. Ve her birinin kapısında bir çok melâike bulunur. Cennet’in zemini altından, toprağı miskten ve taşları yakuttandır. Cennet’in nuru Arşı âlâ’dan olup, orada ay ve güneş yoktur.
Nimetleri yeyip içmekle tükenmez. Cennet ehli bir şey yedikleri zaman, vücutlarından terler çıkar. Bunlar mis gibi kokarlar. İçtikleri de aynı şekilde dışarı çıkar. Cennet ehli denizlere tükürüğünden bir parça atsa, tuzlu su âdeta tatlanır.
Yine Cennet ehlinden biri parmağını dünyaya çıkarsa, parmaktaki nur ay ve güneşin ziyâsından daha parlak olur.
Kıyamet gününde Hakteâlâ Hazretleri il olarak dört ayaklı hayvanların haklarını yerine getirecektir. Bu münasebetle, boynuzsuz hayvanın hakkı boynuzlu hayvandan alınacak; sonra yabânî hayvanların ve kuşların birbirlerine olan hakları ödenip, emr-i İlâhî mûcibince cümlesi toprak olacaktır. Onların toprak oluşunu gören kâfirler de:
Yâni: «Ne olurdu keşke toprak olsaydım» (Nebe: 40) diyeceklerdir.
Cenâbı Hak, sonra insanları dâvet edip, en önce köleleri sorguya çekerek, «Ey bana isyan eden köleler, sizi ibadetimden alıkoyan şey neydi»? der. «Yârabbi, biz köle olduğumuz için efendilerimizin işleriyle meşguldük» diye cevap verdikleri zaman, Allah Teâlâ Yusuf Aleyhisselâm’ı çağırıp, «İşte bu da köle idi. Fakat bana ibâdette hiçbir kusuru olmamıştır» diyerek, bu âsi köle topluluğunun Cehennem’e atılmasını emreder.
Bunlardan sonra belâ ehli gelip, kendilerine isyanlarının sebebi sorulunca, «Yârabbi, bizi türlü belâlara düşürdün. Onun için ibâdetine fırsat bulamadık» derler. Bu cevabın üzerine Cenabı Hak, Hz. Eyyûb’u göstererek, «Bunu belâların en şiddetlisine düşürdüm. Ama yine de ibadetine devam etti» deyip, cümlesinin Cehennem’e atılmalarını emreder.
Sonra zenginler gelip, «Yarabbi, ibâdetimize, bize verdiğin mal engel oldu» diyerek kendilerini müdâfaa ederler. Bunun üzerine Cenabı Hak, Hz. Süleyman’ı gösterip, «Buna sizden daha çok vermiştim. Ona niye engel olmadı?» diyerek, onları da Cehennem’e attırır.
Sonra huzûra Allah yolunda can veren şehitler dâvet edilir. Damarlarından kanlar aktığı halde gelirler. Hak Teâlâ yüzlerini güneş gibi nurlandırıp, onları meleklerin refâkatinde Cennet’e gönderir.
Cenâbı Hak bundan sonra Üzeyr ve İsâ Aleyhisselâm suretinde iki melek yaratıp, oradaki insanlara «Herkes ibâdet ettiğine ve Allah’ın dediğine sığınsın» diyecektir. İsâ ve Üzeyr Aleyhisselâm sûretindeki melekler kendilerine sığınanları Cehennem’e götürüp teslim ederler.
Kıyamet yerinde sadece mü’minlerle münâfıklar kalır. Cenabı Hak, «Herkes Allah’ını istesin» deyince mü’min olanlar, «Yârab, bizim senden başka Allah’ımız yoktur» derler. Bunun üzerine Cenabı Hak gayet hoşnut olup, bir tecelli buyurur. Bu tecelli karşısında mü’minler secdeye kapanır. Münafıklar ise sırt üstü düşerler.
Mizan: (Âhirette sevap ve günahların tartılacağı terazi) Allahteâlâ şöyle buyurmaktadır:
Yâni: «Biz kıyâmet gününe mahsus adâlet terazileri koyacağız» (Enbiyâ: 47).
Mîzân’ın keyfiyeti hususunda âlimler ihtilâf etmişlerdir. İbn-i Ömer’e (radiyallahü anha) göre, mîzân’ın iki büyük gözü olup, biri Cennet’e öteki Cehennem’e doğru eğiktir. Cebrâil Aleyhisselâm onun kullanılmasına memur edilmiş olup, sevap tartan tarafı aydınlık, günah tartan tarafı karanlıktır. Tartma şekli de dünyadakine uymaz. Eğer mü’minin sevapları galip gelirse, sevap gözü yukarıya kalkıp, günah gözü aşağıya iner. Kâfirlerin sevap gözleri boş olacağı için, yerde kalır.
Kulların amelleri tartıldıktan sonra, Cenabı Hak, Cehennem’in ortasına Sırat Köprüsü’nün kurulmasını emreder. Sırat kıldan ince, kılıçtan keskin olup, her iki ucunda korkunç hayvanlar bulunmaktadır. Sırat üç bin senelik bir uzunlukta olup, bunun bin senelik yeri yokuş; bin senelik yeri düz ve bin senelik yeri de iniştir.
Rivâyete göre, Sırat’tın başında Cebrâil, ortasında Mîkâil Aleyhisselâm durup, geçenleri dört şey hususunda sorguya çekeceklerdir. Bu dört sorudan biri, ömrünü nasıl geçirdiği; İkincisi, gençliğini nasıl harcadığı; üçüncüsü, ne işlediği, dördüncüsü de malını nereden kazanıp, nereye harcadığıdır.
Sırat üzerinde hiç kimse, bir başkasının nûrundan faydalanamayıp, herkes kendi nur veya karanlığıyla yürüyecektir. Sırattan en evvel Hz. Muhammed Aleyhisselâm ve ümmeti; arkasından İsâ Aleyhisselâm ve ümmeti; ondan sonra Hz. Musa ve ümmeti; hâsılı en sonra Nuh Aleyhisselâm ve ümmeti geçecektir.
Sırat’tan bazıları şimşek gibi, bazıları rüzgâr gibi, bazıları attan daha sür’atli, bazıları kuş gibi ve bazıları da yayan geçeceklerdir.
Yine bâzıları dizi üstüne çökecek ve bazıları yüzü üzerine âteşe düşeceklerdir.
Eslâfı ulemâya göre, herkes Sırat üzerinde yedi yerde sorguya çekilecektir. Birinci yerde imanından ve kelime-i şahadetin hususiyetinden; İkincide namazından; üçüncüde orucundan; dördüncüde zekâtından; beşincide hac ve umresinden; altıncıda abdestinden ve guslünden; yedinci yerde ise insanlara zulm edip etmediğinden sorulacaktır. Bu suallere cevap vererek sıratı geçenler, Hz. Muhammed’in nübüvvet havuzundan bir yudum su içip, susuzlukları ve bütün yorgunlukları kaybolacaktır.
Rasûlullah’ın havzının suyu sütten daha beyaz ve kokusu, miskten daha âlâdır.
Bardakların sayısı gökteki yıldızlardan daha fazla olup, bir defa su içen bir daha susuzluk hissetmez. Boyu ve eni bir aylık yoldur. Dört tarafında Ebubekir, Ömer, Osman ve Ali Efendilerimiz bulunup, kendilerinden birine buğz edene su vermiyeceklerdir. Bu havuz sadece Rasûlüzîşan Efendimize mahsus olup, Sâlih Aleyhisselâm hariç diğer enbiyayı izâmın da kendilerine mahsus havuzları vardır. Sâlih Aleyhisselâm’ın havuzu devesinin memesi olacaktır.
Cennet ehlinin hepsi genç olup, güzellikte Yusuf, uzunlukta Âdem Aleyhisselâm gibi olacaklardır.
Cennet ehli Cennet’e girdikleri zaman:
Yâni: «Bize (Cennet) va’dinde saadık olan, bizi Cennet’ ten neresini dilersek konmak üzere bu yere mirasçı yapan Allah’a hamd olsun. (İyi) amel (ve hareket) de bulunanla-rın mükâfatı ne güzel» (Zümer: 74) diyeceklerdir.
İbn-i Zeyd’in bir rivâyetine göre, Cennet’te kadınlar, «Vallahi ben Cennet içinde zevcemden daha güzelini göremiyorum» diyeceklerdir. Cennet ehli için küçük ve büyük abdeste çıkma, ağız ve burun salyaları, meni ve hayz yoktur.
Rivayete göre, Cennet’te «Adhâ» adında bir kapı olup, kıyamet gününde bir münâdî (çağırıcı) bağırarak «Ey dünyâda kuşluk namazına devam edenler, geliniz, bu kapı sizindir. Buradan Allah’ın rahmetine erişiniz» derler.
Yine bir rivayete göre, Cennet’te «Reyyan» adında bir kapı daha vardır ki, buradan ancak oruç tutanlar gireceklerdir.
NOT:
Mahlûkat kıyamet gününde, öldükleri an nasıl ise, öylece kalkacaklar. Yalnız Cennet’e girerlerken cümlesi genç olacaklardır. Cennet’e gireceklerle, Cehennemlikler kararlaştırıldığı vakit, ölüm güzel bir koç şeklinde Cennet’le Cehennem arasında bir yere götürülüp, bir münâdi «Ey Cennet ehli bunu biliyor musunuz?» der. Onlar da «Evet, bu ölümdür. Onu kesiniz ki, bir daha gelip bizi nimetlerimizden ayırmasın» diye cevap verirler. Münâdi aynı sözü cehennemliklere de tekrar edince, «Evet biliyoruz. Bu ölümdür. Fakat onu kesmeyiniz ki, belki gelip bizi bu adaptan kurtarır» derler. Fakat koç Yahya Aleyhisselâm (veya Cebrail Aleyhisselâm) tarafından kesilerek, Cennet ehline ölümden kurtuldukları müjdelenir.
İbn-i Abbas’ın rivâyetine göre, Cennet ehli çeşitli nimetler içinde yüzerken, Allah Teâlâ Hazretleri Cebrâil Aleyhisselâm’a nidâ edip şöyle der: «Yâ Cebrâil, Cennet’e git. Kudüs-ü Şerîf’in meydanlığını al. Emrettiğim yere götür koy. Orada Habibim Muhammed (sallellâhü aleyhi vesellem) ve ümmetine bir ziyafet vereceğim».
Cebrâil Aleyhisselâm Cenneti dolaştığı halde Kudüs’ü bulamayıp, Arş-ı âlâ’nın altına gelerek, Cenab-ı Hak’tan nerede olduğunu sorar. Cennet-i Adn’in üstünde olduğu bildirilir.
Cebrâil Aleyhisselâm, Cennet-i Adn’in üstünde, diğer Cennetlerden daha yüksek ve kapıları altından bir Cennet bulur ki, güzelliğini beyandan ancak Allah Teâlâ âciz değildir.
Cebrâil Aleyhisselâm bu Cenneti bekleyen meleğe giderek selâm verip, Allah tarafından gönderildiğim ve isminin Cebrâil olduğunu söyler. Melek «Niçin geldin Ya Cebrâil, arzun nedir?» diye sorduğu zaman, «Cenâb-ı Allah’ın izniyle bu Cenneti götürmek istiyorum» der. Meleğin hayrete düşüp, «Bundan başka Cennet var mı? Onların bekçileri kimlerdir?» diye sorması üzerine, Azrâil Aleyhhiselâm şöyle cevap verir: «Evet, bundan başka Yedi Cennet olup, bekçileri «Ridvân» melekleridir. Melek, «Yâ Cebrâil, sen bunu kiminle götüreceksin?» diye tekrar sorunca, Cebrâil, «Yalnız kendim» diye cevap verir. Melek yine hayrete düşerek, «La havle velâ kuvvete illlâ billâhil aliyyil azîm» der.
Cebrail Cennet’in anahtarını aldıktan sonra, Cennet’i içindeki köşkleri, hûrileri ve ğılmanlarıyla beraber Arş-ı âlâ’nın altına taşır. Sonra Allah Teâlâ bir nida ile Hz. Muhammed’i, ümmetini ve diğer enbiyayı ziyafetine çağırmasını emreder. Hz. Peygamber Efendimiz altında bir Cennet burakı olduğu halde diğer enbiya-yı kiram hazretleriyle beraber gelir.
Başında «Kubbetü’l-kerâmet» adlı bir taçla, elinde «Livâü’l - hamd» adlı bir bayrak bulunacaktır. Aynı zamanda yolundaki bütün ağaçlar birbirlerine «Yoldan çekilin. Nebî-yi zî-şan Hazretlerinin saflarını bozmayınız» diyerek, ona karşı saygı ve hür-mette bulunacaklardır.
İbn-i Abbas, (radiyallahü anhüma)’ın rivayetine göre, yolda değerli taşlardan yapılmış bir çok köşklere tesadüf edip, nihayet «Kudüs»’e vâsıl olacaklardır.
Bu Cennet’te herkes için ayrı bir saray hazırlatılmış olup, üzerinde âit olduğu zâtın ismi yazılı olacaktır. Burada atlarından inip bir müddet etrafı temâşadan sonra, gayet geniş bir yere ulaşırlar.
Üzerinde saf altından yapraklar ve çeşitli ziynetler bulunan ağaçlık bir mevkideki, kendileri için hazırlanmış kürsülere otururlar. Buradaki ağaçların her ikisi arasında yetmiş bin köşk, her köşkte altından yetmiş bin taht ve her bir tahtın yüksekliği üç yüz arşın olacaktır. Bu tahtlar üzerlerine oturulacağı zaman bir arşın kadar alçalıp, oturulduktan sonra yine eski yüksekliğine ulaşırlar. Şayet oturan yürümek isterse, taht da onunla beraber yürür; uçmak isterse, uçar. Bu tahtlar da yetmiş tane minderle, yetmiş tane yastık olup, her tahtta yetmiş hizmetçiyle, her hizmetçinin elinde envai çeşit renkli şaraplarla dolu kadehler bulunacaktır.
Bir habere göre, bir melek gelip, Cennet kapısından girmek için vazifeli meleklerden izin ister. Kim olduğu ve içeride ne yapacağı sorulduğu zaman, efendisini görüp, bir hediye vereceğini söyler. Müsâade olununca içerdeki mü’minlere selâm verip, «Rabbinizin cümlenize selâmı var. Sabah namazını kaçırmayanlara şu hediyeyi gönderdi» diyerek, önlerine altından bir sofra koyar.
Burada yetmiş adet kab olup, on’u inciden, on’u akikten, on’u yakuttan, on’u zebercetten, on’u mercandan olacaktır. Her bir kapta biri diğerine karışmamak üzere, altmış çeşit Cennet taamı olacaktır.
Gerek sofra üzerindeki kardan beyaz ekmekler ve gerek diğer yemekler elle yapılanlardan daha üstün bir lezzete sahip olup, Allah Teâlâ’nın «Kün: ol» hitabıyla meydana geleceklerdir.
Bu sofranın örtüsü yeşil atlastan olup, yenilen her bir lokma, diğerinden daha değişik bir lezzette olacaktır. Zâten Cennet ehlinin bu bir lokmada bulduğu lezzet, dünyadaki lezzetlerin cümlesinden daha üstün olacaktır.
Rivayete göre, Peygamber Efendimiz Cennet’te kendi ümmetiyle, diğer mü’minler de başka bir yerde yemek yiyeceklerdir. Bu sırf Efendimizin ümmetine karşı olan muhab-betinden dolayıdır.
Bu ziyâfetde yüz yirmi saf olup, bunun seksen safını Muhammed ümmeti meydana getirecektir. (Hediye getiren melek her vakit gelir hediyesini bırakır gider). Yemekler yenir.
Cennet ehli bu çok kıymetli tabakları yemek bittikten sonra toplayıp, sofranın üzerine bağlarlar. Bunları getiren meleğe vermek istedikleri zaman, melek bu harekete gülerek, «Ehli dünya fukara olup, gönderdikleri bir hediyenin kabına muhtaç idiler. Halbuki bu hediye, mülki noksandan ve hâzinesi tükenmekten münezzeh olan Allah’a aittir.
Cenabı Hak dünyada beş vakit farz namazlarının üzerine sünnetler ve nafile namazlar ilâve etmiş olan kullarının bu beş hediyesine daha bir çok ilâvelerde bulunacaktır.
Bundan sonra Cenabı Hak Cennet ehline, «Ey benim ziyâret ve ziyâfetimde bulunan mü’min kullarım, merhaba!» diyerek, meleklerine onlara güzel sular sunmalarını emredince, Altından ve envâi çeşit kıymetli taşlardan yapılmış bardaklar içinde sular, sütler ve saf ballar gelecektir.
Cennet ehli kendilerine takdim edilen bu şeylerin her birinden ayrı bir zevk alıp, ne kadar çok yerlerse yesinler, hazmında güçlük çekmeyeceklerdir.
Cennet ehline sunulan meşrûbat (içecekler) sekiz çeşittir. Bunlar su, süt, hamr (içki) bal, selsebil (Cennette bulunan bir ırmak), zencebil, (şarap) tesnim (Cennet’teki ır-maklardan biri), rahîk (duru ve kokulu şarap) ten ibarettir.
Cennet ehli bu meşrûbat ile ağırlandıktan sonra, Cenabı Hak Meleklerine, onlar için envâi çeşit meyveler getirmelerini emreder. Melekler gayet kıymetli cevherlerle işlenmiş tabaklar içinde, bu meyvaları takdim edeceklerdir.
Cennet ehli bunları da yedikten sonra, Allah Teâlâ meleklerine, «Ey melekler, kullarımı giydiriniz» diye emreder. Bu emir üzerine her bir mü’mine gayet güzel Cennet elbiseleri giydirilip, her bir elbisede envâi. çeşit renkler ve güzellikler bulunacaktır. Bu elbiseler ancak bir çiçek yaprağı ağırlığında olacaktır.
Sonra Cenabı Hak meleklerine, Cennet sakinlerine altın ve gümüş bilezikler takmalarını emreder. Melekler derhal bu emri yerine getirirler.
İbn-i Abbas’a göre, bu bileziklerden biri yere düşerse, sesi beş yüz senelik yerden işitilir. Bu ses o kadar tatlıdır ki, dünya ehli işitse, Cennet’e iştiyaklarından helak olurlardı.
Sonra Cenabı Hak, meleklerine, Cennet ehlinin parmaklarına yüzük takmalarını emreder. Melekler her insana gayet kıymetli maden ve taşlardan yapılmış on tane yüzük takarlar. Bu yüzüklerin her birinin üzerinde bir âyet-i kerime bulunup, Cennet ehlinin ebedî kalmalarına delâlet edecektir.
Birinci yüzükte:
Yâni: «Selâm (ve selâmet) size! Tertemiz geldiniz. Artık ebedî kalmak üzere girin buraya». (Zümer: 73)
İkincide:
Yâni: «Çok esirgeyici Rab (lerin) den bir de selâm (var)dır». (Yâsin: 58)
Üçüncüde:
Yâni: «Bize (Cennet) va’dinde sadık olan, bizi, Cennet’ten neresini dilersek konmak üzere bu yere mirasçı yapan Allah’a hamd olsun. (İyi) amel (ve hareket) de bulunanların mükâfatı ne güzel» (Zümer: 74).
Dördüncüde:
Yâni: «Bizden tasayı gideren Allah’a hamd olsun. Hakikat, Rabbimiz çok yarlığayıcıdır, çok in’am edicidir» (Fâtır: 34).
Beşincide:
Yâni: «Şüphesiz ki (fenalıktan) sakınanlar cennetler, nimet(ler) içindedirler» (Tür: 17).
Altıncıda:
Yâni: «Şüphe yok ki bugün Cennet yaranı mesrûr-u-handan bir zevk ve eğlence içindedirler» (Yâsin: 55).
Yedincide:
Yani: «İşte bu, sizin yapageldiğiniz iyi amel (ve hareket)leriniz sayesinde mirasçı kılındığınız cennettir» (Zührüf: 72)
Sekizincide:
Yani: «Hak meclisinde (ve) kudret sahibi, mülkü çok yüce olan (Allah) ın yanındadırlar». (Kamer: 54)
Dokuzuncuda:
Yani: «Sabrettiğiniz şeylere mukabil sizlere selâm (ve selâmet). Dâr(-i dünyan)ın en güzel sonucudur bu» (Râd: 24)
Onuncuda:
Yani: «Orada bunlara hiç bir yoğunluk ve zahmet değmeyecek, Oradan bunlar çıkarılacak da değildirler». (Hicr: 48)
Âyeti kerimeleri yazılı bulunacaktır.
Bundan sonra Hak Teâlâ Hazretleri meleklerine, Cennet ehline taç giydirmelerini emredecektir.
Melekler inci ve cevherle işlenmiş taçlar getirip, başlarına giydirecektir. Bu taçların dört tarafında birer kırmızı yakut asılmış olup, şayet bunlardan bir tanesi semaya asılmış olsaydı, güneş ve aydan daha parlak gözükürdü.
Hak Teâlâ meleklerine tekrar emredip, Cennet ehlini güzel kokularla donatmalarını isteyecektir. Bunun üzerine melekler Cennet’e gidip, bir çok kuş tutacak ve bu kuşları çeşitli kokular içine sokarak, Cennet’e salıvereceklerdir. Kuşlar ağaçlara konup silkelendikçe, Cennettekiler de baştan ayağa koku ile donanacaklardır.
Sonra Allah Teâlâ yine meleklere seslenip, Cennet ehlini tegannî (ahenkli okuma)lerle eğlendirmelerini emredecektir. Melekler, şarkı söyleyen hûriler ve çeşitli müzik âletleri getirip, bu enstrümanları ağaç dallarına asacaklardır. Her ağacın dalında yetmiş bin tane âlet asılı olup, hafiften esen bir rüzgâr bu çalgıları çalacaktır. Her birinden ayrı bir nağme çıkıp, dinleyenleri kendilerinden geçirecektir.
Bu arada Hak Teâlâ tarafından gelen bir nidada şöyle buyurulur: «Ey hûrilerim, onlar dünyada iken kulaklarını her türlü nağmeden korumuşlar, sadece benim kelâmımı dinlemekten lezzet almışlardır. Şimdi siz onları eğlendiriniz». Hûriler onlar için güzel şeyler söyleyeceklerdir.
Bu ahenk ve zevke kandıktan sonra, Cennet ehli «Yârab, biz dünyada iken senin kelâmını dinlemeğe can atardık» diyeceklerdir. Cenabı Hak da cevaben: «Ey kullarım her ne isterseniz emrediniz hazırdır» deyip Kudüs’e bakmakla görevli meleğe büyük bir minber getirmesini emreder.
Bunun üzerine, enbiyanın sayısı kadar basamakları bulunan, bin yıllık bir mesafe uzunluğunda, kırmızı yakuttan bir minber getirilir. Enbiyadan her birini kendi basamağına yükseltir.
Fahri Âlem Efendimiz da «Vesile» ismindeki yerine teşrif eder. «Etkıyâ, esfiyâ, evliya, esdikâ, şühedâ, ve sâlihîn» ve diğer cennet ehli yerlerine otururlar.
Sonra bir münâdi (tellâl) «Yâ İbrahim, ayağa kalk ve kavmine bir hutbe oku» der. Halilullah ayağa kalkıp, kendisine nâzil olan (inen) suhufu (Tanrı buyruklarını) okur ve yerine oturur.
Sonra aynı münâdi Musa Aleyhisselâm’a da aynı şeyleri söyler. O da kalkıp, Tevrat’ı başından sonuna kadar okur ve yerine oturur.
Daha sonra İsâ ve Dâvut Aleyhisselâm da kendilerine indirileni okuyup yerlerine otururlar. Dâvut Aleyhisselâm Zebur’u doksan türlü seda ile okurken, cennet ehli İlâhî bir neşe ile kendilerinden geçerler.
Sonra Eşref-i mahlûkat ve Resûlizîşan’ Efendimiz «Tâhâ» ve «Yâsin» sûrelerini kırâat buyururlar. Cennettekilerin cümlesi Risâlet-penah Efendimizin sesi karşısında aşka gelip kendilerinden geçerler. Efendimizin sesi Davut Aleyhisselâm’ınkinden yetmiş derece daha üstündür.
Bundan sonra Hak celle ve âlâ Hazretleri: «Ey kullarım, Resullerimin okuyuşlarını dinlediniz, Rabbinizin de kırâatini dinlemek ister misiniz?» deyince, Cennet ehli hep bir ağızdan: «Evet yârab, özlememiz her zamankinden daha çoktur» diyeceklerdir.
İbn-i Abbas’ın beyânına göre, Cenâb-ı Hak Rahman veya En’am sûrelerini kırâat buyuracaktır. Cennet ehli Allah teâlâ’nın sesini duyunca, bütün bütün her şeyi unutup, akılsız bir halde kalacak, Arş-ı âlâ özleminden titreyip, kürsî iki yana sallanacaktır.
Haberde vâriddir ki, Cennet ehli Hak Teâlâ’nın kırâatini işittikten sonra ne yemek yiyecekler ne de meşrûbat içeceklerdir. Daha sonra ehli Cennet Hak Teâlâ’nın cemâl-i şeriflerini görmek isterler.
Bâri teâlâ şöyle nidâ eder: «Yâ Kerrûb, (bir büyük melek) ben mekândan münezzeh olan Cenab-ı Kibriya ile, kullarım arasındaki perdeyi kaldır». Melek perdeyi ara yerden kaldırınca, bir rüzgâr eserek, yüzlerini nurlandırır, elbiselerini ziynetlendirir ve vücutlarını sıhhate kavuşturur.
Rivâyete göre, eğer Cennetteki halleri dünya ehli aynen görebilselerdi, derhal vefat etmek isterlerdi. Allahteâlâ, «Kerrûb» a emredip de aradaki perde kalkınca, ehli Cennete şöyle buyurur:
«Ben selâmını (fâni olmama) siz de Müslümansınız. Ben müzminim siz de mü’minsiniz. Ben azamet perdesiyle örtülüyüm, siz de kulluk perdesiyle örtülüsünüz. Benim kelâmımı dinleyiniz, nurumu görünüz ve cemâlimi temaşa ediniz».
Ehli Cennet hiç bir vasıta, ve perde olmadan Cemâlullah’ı görüp, İlâhî nurlar yüzlerine çarpınca, yüzleri güneş gibi ışıklanacaktır.
Malûm ola ki, ehl-i sünnet vel cemâate göre, Allahı zül- celâlin cemâlini görmek hak ve sâbittir. Buna hem Kur’anı Kerim’den, hem de ehâdis-i şerifeden delil gösterilir. Kur’an-ı Kerim’den:
Yâni: «Yüzler (vardır) o gün ter-ü-tâzedir. Rablerine bakacaklardır.» âyeti kerimesi (Kıyâmet: 22—23).
Hadis-i şeriften:
Yâni: «Siz rabbinizi leyle-i bedirde (dolunay anında) Ay’ı görür gibi göreceksiniz».
İşte bundan dolayı, kıyamet gününde Allah’ın görünmeyeceğini söyleyenler veya bundan şüphe edenler (Neûzü billah) kâfirdirler.
Allah Teâlâ’nın, cemâl-i şerifini göstermekten muradı, Cennet ehlinin «Acaba Allah bizden râzı oldu mu, yoksa olmadı mı» gibi şüphelerini kalplerinden silmek istemesidir.
Ehli Cennet Hak Teâlâ’nın cemâl-i şerifini görünce, secde etmek için müsâade isteyeceklerdir. Bu istek karşısında Hakcelle ve âlâ Hazretleri: «Ey kullarım, Cennet bir rükû ve secde yeri değildir. Cennet size bir mükâfat evidir. Fakat ricâ ettiğiniz için izin veriyorum» der. Bunun üzerine Cennet ehli hep birden secdeye kapanırlar, öyle ki canlı veya cansız secdeye kapanmayan hiç bir yaratık kalmaz. Onlar bu secdede kalplerine Allah’tan başka hiç bir şey gelmeksizin tam kırk sene dururlar.
Sonra Hakcelle ve âlâ Hazretleri: «Ey kullarım, tekbir, tesbih, tehlil ve tahmîd ederek başınızı kaldırınız» diye buyurur. Hak Teâlâ yine onlara hitaben: «Esselâmü aleyküm yâ evliyâ!. Esselâmü aleyküm yâ asfiyâ! Esselâmü aleyküm yâ ma’şere’l-ahbâb!» diyerek kendisinden ne arzu ettiklerini sorar. Onlar da: «Ey Allah’ımız!. Ey Seyyid’imiz!. Ey Mevlâmız!. Her şeyden mühim olan, rızânı isteriz» diye cevap verirler. Hak Teâlâ «Kullarımdan râzıyım. Siz de henim ihsânımdan hoşnut musunuz?» deyince, hep bir ağızdan: «Evet, yârâb..» deyip, şu âyeti kerimeyi okurlar:
Yani: «Allah bunlardan râzı olmuştur, bunlar da ondan hoşnut olmuşlardır. İşte bu (saadet), Rabbin (in ikâabın) dan korkan(lar)a mahsustur». (Beyyine: 8)
Bunu müteakiben yüz bin sene yeyip içtikten sonra, Resûlü zîşan Efendimiz’in ziyafetine geleceklerdir. Orada elli bin sene ağırlandıktan sonra, sırayla Hz. Ebubekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman (radiyallâhü anhüm)’ın ziyafetlerinde bulunacaklardır. Bu ziyafetlerde kadınlar da bulunup, ara yerde nurdan bir perde bulunacağı için, kadın erkek birbirlerine bakmayacaklardır.
Sonra Hak Teâlâ Hazretlerinin emriyle melekler onları dünyadaki akraba ve taallûkâtmı görebilecekleri bir çarşıya götürürler. Burada birbirlerinin hallerini sorup haber alınca, kanatlı bir takım hulleler görürler. Merak edip sordukları zaman, melekler, «Kuş gibi uçmak isteyenler bu hullelerden giysin» derler. Bu sözü işiten ahali birer tane giyip, kuş gibi uçarak karşılıklı ziyaretlerde bulunurlar.
Daha sonra herkes için çeşitli ziynetlerle süslenmiş atlar hazırlanıp, Allah Teâlâ ile kulları arasına bir perde çekilir. Bu arada Cenâb-ı Hak şöyle hitap eder: «Ey kullarım, kendinize tahsis ettiğim saraylarınıza dönünüz. Benim rızâmı kazanmış bulunuyorsunuz».
Bunun üzerine herkes kendi sarayına döner. İçeriye girdikleri zaman zevceler zevcelerine «Ne kadar güzel olmuşsun. Yüzün ne kadar nurlu» diyecektir. Zevci de «Evet gördüğümüz İlâhî nur yüzümüze aksetti. Halbuki sen daha güzel olmuşsun» der. Çünkü onlara da İlâhî nur tecelli etmiştir.
Arş-ı Alâ’nın altından esen bir rüzgâr Cennetteki kadınların saçlarını tarayıp, üzerlerine, gül üzerine düşen çiğ taneleri gibi misk ve anber serpilir. Bu rüzgâr cuma günleri estiğinden ehli Cennet bu günü çok severler. Ehli Cennet çok güzel bir şey görüp beğendiği an, Allah’ın izn ü keremiyle, kendi sûreti, güzel gördüğü o sûrete döner.
Rivâyete göre, melekler türlü renklerde üzerine Allah’ın isimlerinden biri yazılmış altından Cennet elbiselerini, ehli Cennet’ten her birine gösterip, «Beğenirsen al, beğenmezsen, hangi şekil ve renkte arzu ediyorsan onu verelim» derler.
Rasûlü zişan Efendimiz’e «Cennet’te gece mi yoksa gündüz mü olacak?» diye sorduklarında, «Cennette asla karanlık yoktur. Çünkü Cennet eşyası nurdan yapılmıştır. Bunun için de ehli Cennet dâima nur içindedir. Nasıl ki arzın üzerinde sema bulunuyorsa, Cennet’in üzerinde de Arş-ı Âlâ bulunup, ona tavan vazifesi görür. Arş-ı Âlâ yeşil, sarı, beyaz ve kırmızı nurdan halkedilmiş olup, bu nurlar Cennet’i ışıklandırır. Binaenaleyh yer yüzünde ne kadar renk varsa, Arş-ı Âlâ’nın nurundan doğmuştur. Hakcelle ve âlâ Hazretleri güneşe bu nurdan sadece ufak bir hardal tanesi kadar vermiştir.
Rivâyete göre, ehli Cennet bir ahbâbını görmek istediği zaman, altındaki taht onu istediği yere götürür. Ziyâret bitince herkes yine kendi sarayına döner.
Her sarayın yüksek bir kalesi; her kalenin altından yetmiş kapısı; her kapıda saf mercandan bir ağaç; her ağaçta yetmiş bin dal ve her dalda yetmiş bin inci mevcuttur. Bunlardan biri koparıldığı vakit, yerine iki tane biter. Bu kapılarda bundan başka iki ağaç daha olup, birinde zümrüt, ötekisinde yakut bulunur. Her bir ağacın üzerinde deve büyüklüğünde kuşlar olup, bunlar Hak Teâlâ’ya tesbih ederler.
Bu sarayda yaşayan mü’min, bahçesindeki meyvelerden yiyip, kendisine sunulan hoş sulardan içerken, bu kuşlardan biri gelip: «Ey veliyyullah, Cennet meyvelerinden yedin, tatlı sularından içtin. Şimdi de arzu edersen birazcık benim etimden tat». Kuş bunları söyledikten sonra kaybolur.
Aradan çok geçmeden, Allah Teâlâ’nın izn-ü keremiyle, bir kısmı kızartılmış, bir kısmı söğüş yapılmış olarak mü’minin önüne gelir. Mü’min yanında bulunanlarla beraber bu nefis etlerden yiyip, ortada kemiklerinden başka bir şey kalmayınca, kuş yine eski haline dönerek, yerine avdet eder.
Bu sarayların bir çok bahçe ve bostanları olup, içlerinde kanatları altın ve inciden bir çok güzel atlar vardır. Mü’min bunlardan hangisine binerse, o at diğerlerine karşı: «Efendim beni beğendi ve üzerime bindi» diye övünecektir.
Bir zaman sonra mü’min ailesini ve hizmetçilerinden bir kaçını alıp, gezmeğe çıkar. At onları çok uzaklarda, içinde sayısız saraylar bulunan bahçelere götürür. Bu gezi esnasında bir tarafta nurdan bir meydan görülür. Orada cevherden bir ağaç olup, meyvesi gayet sulu ve baldan tatlıdır. Bu sarayları gezerken bir çok süt, şarap ve tatlı su nehirleri ve üzerlerinde kıymetli taşlardan yapılmış kubbeler görülecektir.
Bu arada zevcin ismi zevcesinin, zevcesinin ismi de zevcinin göğsünde yazılı olacaktır. Yine zevç zevcesinin ve zevce de zevcinin yüzünde aynadaki gibi kendilerini göreceklerdir. Onlar bu şekilde Cennet nimetlerinden faydalanırlarken, melekler kendilerine envâi çeşit hediyeler takdim edeceklerdir.
Rivayete göre Cennet’teki bir nehir kenarında hûriler oynayıp, güzel şarkılar söylerler. Öyle ki, bu şarkıları duyan «Tûba» ağacı, aşka gelip titrer.
Hammad b. Süleyman’a «Hûriler neden yaratıldı?» diye sorulduğu vakit, «nurdan» diye cevap verdiler.