İlâhî Sır

KİTABA DAİR

— Yayınevi

  • İLÂHÎ SIR

    Çevirenler:
    Abdulkaadir ŞENER - Şükrü TOPALOĞLU

     

    CAĞALOĞLU YAYINEVİ
    Divanyolu Cad. No. 103 - İSTANBUL

    CAĞALOĞLU YAYINLARI No. 22

    Her hakkı mahfuzdur

    Fatih Matbaası, Tel: 27 23 72

  •  Yayınevi

    — Takdim

  • Ebu Hamîd Muhammed B. Muhammed el-Gazalî (H. 450 / M. 1058 - H. 505 / M. 1111) elli üç yıl yaşamış, bu kısa ömrüne rağmen büyüklü küçüklü bıraktığı yüzden fazla eseriyle İslâm âlemine ışık tutmuş ve tutmaktadır. En önemli eserleri: İhya-u Ulum’üd-Din, Telâfüt’ül-Felâsife, el-Münkızu min-ed Dalâl, Kimya-yı Saadet, el-Maksad’ül-Esna, Bidayet’ül-Hidâye, Eyyühel-Veled, el-Kıstas’ül-Müstakîm, el-İktisad fi’l-îtikad, el-Mustafa, Kavaid’ül-Akaid.

  • Tercümesini sunduğumuz, «er-Risâletü’l-Ledüniyye» adlı eseri de bu cümleden olup Gazalî’nin Ledün İlmi hakkındaki görüşünü ortaya koymaktadır.

    Gazali, Ledün İlmini; «İlham nurunun olgun insan ruhuna bir sirayeti» olarak tarif etmektedir. Biz İlham’ın İlâhî bir vergi olduğunu ve bunun her kula verilmediğini göz önüne alarak eserin tercümesine «İlâhî Sır» adını verdik.

  • Eseri tercümeden gayemiz, Gazalî’nin ilim, ledün ilmi ve ruh hakkındaki görüşünü okurlarımıza sunmak ve kütüphanelerimizin raflarında beklemekte olan O’nun bu eserini Türkçemize kazandırmaktır.

  • Eserin tercümesini yaptığımız metni, İlâhîyat Fakültesi kütüphanesinin 5154 numarasında kayıtlı olup H. 1328 yılı Mısır baskısıdır.

  • Eser öz olarak kaleme alındığı için harfi harfine tercümede güçlük çekildi. Ayrıca dip notlarla eserde geçen âyet ve hadislerin kaynaklardaki yerleri gösterildi.

  • Müellife Allah’tan rahmet diler, tercümede görülecek kusurlarımızın iyi niyetimize bağışlanmasını rica ederiz.

  • Ankara, 23 Nisan 1965

    Çevirenler

  • Takdim

    — İçindekiler

    • TAKDİM — 3
    • İLÂHÎ SIR (Mukaddeme) — 5
    • İLİM — 9
    • NEFS ve İNSAN RUHU — 12
    • İLMİN KISIMLARI — 22
      • I — Şer’i İlimler — 22
        • 1 — Aslî İlimler (İlm-i Usul) — 22
          • a) Tevhid İlmi — 22
          • b) Tefsir İlmi — 23
          • c) Hadis İlmi — 25
        • 2 — Fer’î İlimler (İlm-i Furu’) — 27
          • a) Hakk’ullah (Allah’ın hakkı) — 27
          • b) Hakk-ı İbâd (Kulların hakkı) — 27
          • c) Ahlâk İlmi — 27
      • II — Aklî İlimler — 28
        • 1 — Mantık ve Matematik — 28
        • 2 — Tabiî İlimler — 29
        • 3 — Varlık İlmi (İlm-i vücud) — 31
    • İLİM TAHSİLİNİN YOLLARI — 31 
      • I — İnsanî Öğretim — 31 
      • II — İlâhî Öğretim — 34
        • a) Vahy — 34
        • b) İlham — 37
    • İLİMLERİN TAHSİLİNDE RUHLARIN MERTEBELERİ — 42 
  • İçindekiler

    İLÂHÎ SIR

    — Müellifin Önsözü

  • Hamd, has kullarının kalblerini velayet nuruyla bezeyen, ruhlarını lütfun en güzeliyle terbiye eden ve bilgi anahtarıyla irfan sahibi bilginlere tevhid kapısını açan Allah’a mahsustur.

  • Koruyup gözeten, Hakk’a çağıran, ümmetin hidayet rehberi ve peygamberlerin efendisi Peygamberimiz aleyhisselâma ve O’nun ehl-i beytine, âl ve ashabına salât ve selâm eylerim.

  • Ey okuyucum, arkadaşlarımızdan biri, bir bilginin, güzide mutasavvıfların dayandığı Gayb ve Ledün İlmini inkâr ettiğini anlattı.

    Bu Gayb ve Ledün İlmi ki, tasavvuf ehli, ona bağlanır ve onun, öğrenme ile elde edilen ilimlerden daha kuvvetli ve sağlam olduğunu söyler.

    Yine bu arkadaşım bana bu Ledün İlmini inkâr edenin şöyle dediğini anlattı: «Mutasavvufların Ledün İlmini benim aklım almıyor. Zannetmiyorum ki, bu dünyada hiçbir kimse tahsil etmeden, düşünerek, hayaline dayanarak gerçek ilimden bahsedebilsin».

    O’na dedim ki:

    — Bu adam tahsil yollarını anlamamış, insan ruhunun ne olduğunu ve onun özelliklerini, gayb ve melekût ilimlerini nasıl alabildiğini bilememiştir.

    Arkadaşım dedi ki:

    — Evet, bu adam, «İlim, yalnız fıkıh, Kur’ an tefsiri ve kelâmdan ibarettir. Bunların ötesinde başka bir ilim yoktur! Bu ilimler de ancak öğrenme ve çalışma ile elde edilir». diyor.

    Ben de dedim ki:

    «Evet, o halde tefsir ilmi nasıl öğrenilecek? Çünkü Kur’an-ı Kerîm her şeyi kapsayan bir okyanustur. Onun bütün mânaları ve tefsirinin hakikatleri halkın elinde dolaşan şu tefsir kitaplarında zikredilmemiştir. Bilâkis tefsir ilmi, bu iddia sahibinin bildiğinden de başkadır».

    Arkadaşım dedi ki:

    «Bu adam sadece Kuşeyrî (1), Sa’lebî (2), Mâverdî (3) ve diğerlerine nisbet edilen ve halk arasındaki meşhur olan tefsir kitaplarını tanıyor».

    Ben de dedim ki:

    «Bu adam, hakikat yolundan uzaklaşmıştır. Çünkü Sülemî (4), tefsirinde az-çok araştırma yapanların birçok sözlerini toplamıştır. Bu sözler diğer tefsir kitaplarında zikredilmemiştir. Bana öyle geliyor ki, İlmi, yalnız fıkıh, kelâm ve halka hitabeden tefsirden ibaret sayan bu adam, ilimlerin bölümlerini, tafsilâtını, derecelerini, hakikatlarını bilmiyor, görünen ve görünmeyen yönlerinden de habersizdir. Cahilin bilmediği şeyi inkâr etmesi âdettendir. Bu iddia sahibi de hakikat şerbetinin zevkini tadmamış ve Ledün İlmine vakıf olamamıştır. Öyleyse bunu nasıl kabul etsin! Ben, zaten onun bilmediği şeyi taklid veya tahmin suretiyle kabul etmesine rıza gösteremem».

    Dostum dedi ki:

    «Ben, sizin ilimlerin derecelerini anlatmanızı, sahip olduğunuzu iddia ettiğiniz bu ledün ilminin gerçekliğini ortaya koymanızı, bu ilmi kendinize göre ele almanızı ve ispat etmenizi istiyorum».

    Ben de:

    «Bu anlatılmasını istediğiniz ilim cidden zor bir iştir. Fakat durumumun müsaade ettiği, vaktimin elverdiği ve gücümün yettiği kadar bir başlangıç yapabilirim. Sözü uzatmak istemem; çünkü sözün en iyisi kısa ve öz olanıdır», dedim.

    Allah’tan yardım ve başarı dileyerek bu fasıllarda kıymetli dostumun arzusunu yerine getirdim.

    1) Kuşeyrî (M. 986 - 1072) ; İslâm âleminin büyük sûfî müelliflerinden olup en büyük eseri: «el-Tefsîr’ül-Kebîr» adını taşıyan Kur’ân tefsiridir.

    2) Sa’lebî (Ölümü: H. 427); Nişabur’da doğmuş büyük bir fakih ve müfessir olup en meşhur eserleri; Kur’ân tefsiri ve Peygamberler Tarihi’dir.

    3) Maverdî (M. 974 - 1058); Fakih olup eserleri ölümünden sonra talebelerinden biri tarafından neşredilmiştir. En meşhurları; Tefsir’ül-Kur’ân, Kitab’ül-Ahkâm’is-Sultâniye’dir.

    4) Sülemî (Ölm. H. 412/M.1021); Devrinin büyük mutasavvıflarından olup en meşhur eserleri «Emsal’ül-Kur’ân» ve «Tabakat’üs-Sufiye» dir.

     

  • Müellifin Önsözü

    — İlim

  • Okuyucum, bilmiş ol ki ilim, insan ruhunun, müfret halde veya mürekkep halde olsun, eşyanın hakikatlarını ve çeşitlerini niteliğiyle, niceliğiyle, mahiyetiyle, cevheriyle, özüyle maddeden mücerret olarak tasavvur etmesidir.

  • Âlim: Kavrayan, idrâk eden ve düşünen kimsedir.

  • Bilinen, bilgisi akla (hafıza) nakşedilen şeyin kendisidir. İlmin şerefi, bilinenin değerine göredir. Alimin mertebesi de, ilmin derecesine göredir. Şüphesiz ki bilinenin en üstünü, en yükseği, en şereflisi ve en büyüğü; yaratan, yoktan var eden, tek ve hakk olan Allah’tır. Allah’ı bilmeğe Tevhid İlmi denir. Bu, ilimlerin, en üstünü, en yücesi ve en mükemmelidir. Bu ilmi tahsil, bütün akıl sahipleri için şarttır. Nitekim Peygamberimiz;

    «İlim tahsili erkek, kadın her Müslümana farzdır» (5), buyurmuştur.

    Ayrıca bu ilmi elde etmek için yolculuğu bile emretmiş ve;

    «İlim Çin’de de olsa tahsil ediniz» buyurmuştur (6).

    İşte bu ilimle mücehhez olan kimse âlimlerin en üstünüdür. Bundan dolayıdır ki, Allahü Teâlâ onları, derecelerin en yücesinde özellikle zikretmiş ve:

    «O’ndan başka Tanrı olmadığına Allah, Melekler ve adaletle kaim olan İlim sahipleri şahidlik ettiler» (7), buyurmuştur.

    5) - Sünen-ü b. Mâce, Mukaddime; 17.

    6) - Cami’üs-Sagîr, C: I, Sayı: 1110-1111. «Feyz’ul-Kadîr Şerhli Tabı».

    7) - Al-i İmran sûresi, âyet: 18.

  • Tevhid ilmi bilginleri, umumiyetle peygamberler, onlardan sonra da peygamberlerin varisi olan âlimlerdir. Bu ilim, mahiyeti itibariyle şerefli ve mükemmel olmakla beraber diğer ilimleri reddetmez. Aksine bu, bir çok ön bilgilerle meydana gelir. Bu ön bilgiler ise, ancak astronomi, biyoloji, fizik, kimya v.b. gibi çeşitli ilimler sayesinde elde edilir. Yeri gelince zikredeceğimiz gibi Tevhid ilminden başka ilimler de doğar.

  • Okuyucum, bilmiş ol ki ilim, kullanıldığı yere bakmaksızın mevzu’u göz önüne almaksızın mahiyeti itibariyle değerlidir. Hattâ sihir ilmi bile, batıl olmasına rağmen özü itibariyle şereflidir. Çünkü ilim cehaletin zıddıdır. Cehalet ise; zulmettir. Zulmet de, durgunluk sahasına aittir.

  • Durgunluksa, yokluğa yakındır. Burası da dalâlet ve batılın bulunduğu yerdir. O halde cehalet, yokluk, ilim ise; varlık hükmünde, varlık yokluktan üstün, Hidayet, hak, hareket, nur bunların hepsi varlık zincirine dahil olduğuna varlık yokluktan üstün olduğuna göre ilim de cehaletten üstün olur. Çünkü cehalet körlük ve karanlık, ilim ise; görme ve ışık gibidir.

    «Kör ile gören, karanlıklarla aydınlık, bir olmaz» (8) âyet-i kerimesindeki sırrı:

    «De ki; hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?» âyeti ile açıklamıştır. (9).

    8) - Fâtır Suresi, âyet: 19-20.

    9) - Zümer Sûresi, âyet: 9.

  • İlim cehâletten üstün olduğuna göre, cehalet cismin; ilim, ruhun sıfatlarından olmuş olur. Öyle ise ruh, cisimden üstündür.

  • İlmin diğer bir bölümde sayacağımız birçok kısımları ve başka bir bölümde de söyleyeceğimiz gibi yine âlimin, ilim tahsilinde takip edeceği birçok yolları vardır.

  • Şimdi ilmin üstünlüğünü bildikten sonra senin bütün ilimlerin yeri ve merkezi olan ruhu bilmen gerekir. Zira cisim, ilim için bir karargâh değildir. Çünkü cisimler hudutlu olup ilimleri kapsayamaz; sadece yazıları ve nakışları taşıyabilir. Ruh ise bütün ilimleri, hiçbir zorlukla karşılaşmadan ve hiçbir yorgunluk duymadan kabul eder. Bunun için biz kısaca ruhu açıklamaya çalışacağız.

  • İlim

    — Nefs ve İnsan Ruhu

  • Okuyucum, bilmiş ol ki, Allahü Teâlâ insanı iki zıd şeyden yaratmıştır. Birincisi cisimdir. Bu, oluşma ve bozulmaya giren, yoğunluğu bulunan, ancak başka bir şeyle tamamlanabilen kimyevî ve organik bir bileşiktir. Diğeri ise, aydın, kavrayıcı, müessir, hareket veren, cisim ve organları tamamlayan, cevherden ibaret bir ruhtur.

  • Allahü Teâlâ cesedi besin maddesinden meydana getirdi ve kanın molekülleri ile büyüttü. Bu yapının temelini kurdu, direklerini dikti ve etrafını sınırladı. Kendi emrinden tam, mükemmel, ifadeye muktedir ruh cevherini Ona verdi. Bu ruhla besin maddelerine ihtiyaç duyan, şehveti ve gazabı harekete getiren, hayatı devam ettiren ve kalpte bulunan, ayrıca kalbten bütün organlara duygu ve hareket dağıtan kuvveti kastetmiyorum. Çünkü buna hayvani ruh denir. Duygu, hareket, şehvet ve gadap onun askerlerindendir.

  • Gıda isteyen, tasarrufa sahip, karaciğerde bulunan bu kuvvete «tabiî ruh» denir. Sindirim ve artıkları dışarı atış bunun vazifelerindendir. Hayat gücü, beslenme, büyüme ve diğer tabiî kuvvetlerin hepsi bedenin hizmetindedirler. Beden de hayvani ruhun hizmetindedir. Çünkü hayvani ruh kuvvetini bedenden almakta ve bedenin hareket ettirmesine göre çalışmaktadır.

    Ben, bu ruhla, vazifesi: Hatırlama, öğrenme, düşünme, seçme ve ayırt etme olan bütün ilimleri, maddeten soyulmuş mücerret düşünceleri kabule de kabiliyetli olan mükemmel ve tek cevheri kastediyorum.

  • Bu cevher ruhların ve kuvvetlerin reisidir. Gerek hayvani ruh, gerek tabiî ruh ve beden bütünüyle ona hizmet eder ve onun emrine uyar.

  • İşte nefs-i natıka denen bu cevherin her meslek erbabına göre hususî bir ismi vardır.

    Filozoflar bu cevhere; «nefs-i natıka = İnsan ruhu», Kur’an-ı Kerîm; «nefs-i mutmainne» ve «emri ruh», Mutasavvıflar ise, bazan ruh bazan kalb adını veriyorlar. İhtilâf isimlerdedir. Mâna tek olup onda hiçbir ayrılık yoktur. 

    Bize göre kalb, ruh, nefs-i mutmainne, bunların hepsi insan ruhunun isimleridir. İnsan ruhu ise; Kavrayıcı, müessir canlı bir cevherdir. Biz, kitabımızın her neresinde yalnızca ruh veya kalb ismini kullanırsak ancak onunla bu cevheri kastederiz.

  • Mutasavvuflar hayvânî ruha «nefs» adını verirler. Bu, şeriat’da da vardır. Peygamberimiz;

    «En azgın düşmanın nefsindir» (10), buyurarak nefsi müfred olarak zikrettikten sonra, fakat onu izafetle te’kid etti ve;

    «Senin içindeki nefsindir» (11), buyurdu.

    O, bu kelimeyle yalnız şehvet ve gazap kuvvetlerine işaret ediyordu. Çünkü şehvet ve gazap kuvvetleri insanın içerisindeki kalbten doğar.

    10) - Beyhakî

    11) - Beyhakî

  • Okuyucum, isimler arasındaki farkları öğrendikten sonra bil ki, insanlar bu «kıymetli cevheri» muhtelif deyimlerle ifade ediyorlar. Ve bu hususta değişik görüşler serdediyorlar. Münakaşa ilmiyle meşhur kelâmcılar, nefsi, cisim sayıyorlar ve diyorlar ki: «O, bu yoğun cisme mukabil lâtif bir cisimdir». Onlar ruhla beden arasında ancak yoğunluk ve lâtiflik farkı görüyorlar. Bazı kelâmcılar ruhu araz sayıyor, bazı tabibler de bu sözü benimsiyor; bazıları da kanı ruh zannediyorlar. Bunların hepsi düşüncelerindeki kısa görüşle yetindiler ve üçüncü kısmı araştırmadılar. Çünkü ruh, cisim, araz ve cevher olmak üzere üç kısımdan ibarettir.

  • Hayvani ruh lâtif bir cisimdir. O, tıpkı kalb fanusuna konmuş bir lambadır. Kalb’le, göğüsteki koni biçimindeki şekli kastediyorum. Hayat, bu lâmbanın ışığı, kan onun yağı, duygu ve hareket, nuru, şehvet, harareti, gazab, dumanı, gıda isteyen ve karaciğerde bulunan kuvvet, onun hizmetçisi, bekçisi ve vekilidir. Bu ruh bütün hayvanlarda mevcuttur.

  • İnsan kendisi cisim, fakat eserleri arazdır. Bu hayvani ruh ilme ulaşamaz. Yaratılış yolunu ve Yaratan’ın hakikatini bilemez. O, bir hizmetçi ve esirdir. Bedenin ölmesiyle ölür. Bu lâmba, eğer kan artarsa hararetin yükselmesiyle, kan eksilirse soğukluğun artmasıyla söner. Bunun sönmesi bedenin ölmesinin sebebidir. Cenab-ı Hakk’ın hitabı ve Şeriat’ın emri bu ruha değildir. Çünkü bütün hayvanlar şeriatın emirleriyle mükellef ve bu emirlere muhatap değillerdir. İnsan kendisinde fazla ve kendine has olarak bulunan, başka bir sebepten dolayı mükellef ve muhatab olmaktadır ve bu sebep, onda bulunan «nefs-i natıka» ve «Nefs-i mutmainne»dir. Bu ruh, cisim ve araz olmayıp Allahü Teâlâ’nın emrindendir.

    Nitekim Allahü Teâlâ buyuruyor:

    «De ki; Ruh, Rabbimin emrindendir». (12)

    Ve:

    «Ey itminana ermiş nefis, Rabb’ına dön! Sen O’ndan razı, O senden razı olarak» (13). buyurmaktadır. Allahü Teâlâ’nın emri, cisim ve araz olmayıp bilâkis «Levh-u kalem» ve «ilk akıl» gibi İlâhî bir kuvvettir. O da, maddeden ayrı cevherlerdir. Belki O, hissî olmayan, aklî, mücerred ışıklardır. Bizim dilimizde ruh ve kalb, bu cevherleri kabul edip, bozulmayı kabul etmeyen, dağılmayan, yok olmayan, ölmeyen, belki şeriâtın bildirdiği gibi bedenden ayrılan ve ona tekrar kıyamet günü dönmeyi bekleyen şeydir.

    12) - Isrâ sûresi, âyet: 85

    13) - Fecr Sûresi, âyet: 27-28

  • Felsefî ilimlerde açık ve kesin delillerle doğrulanmıştır ki, insan ruhu, cisim ve araz değildir. Bilâkis O, bozulmayan, sabit ve değişmeyen bir cevherdir. Biz bu delilleri tekrar etmeğe ihtiyaç duymuyoruz. Zira onlar birçok defalar tekrar edilmiş ve ortaya konmuştur. Bu hususun hakikatini öğrenmek isteyen bu ilimle ilgili kitaplara bakabilir. Biz metodumuzda, delillere değil, ancak açık ve seçik hakikatlere dayanıyor ve meselelere iman nokta-i nazarına göre bakıyoruz.

  • Allahü Teâlâ ruhu, bazen emrine ve bazen de zatına izafe ettiği için şöyle buyurdu:

    «O’na kendi ruhumdan Üfledim». (14) ve:

    «De ki; ruh, Rabbimin emrindendir» (15). Ve yine:

    «O’na biz ruhumuzdan üfledik» (16) de.

    Allahü Teâlâ, değişen, önemsiz olup süratle yok olan ve bozulan cisim ve arazı zatına nisbet etmekten münezzehtir. Peygamber efendimiz de:

    «Ruhlar toplanmış askerlerdir» (17) ve

    «Şehitlerin ruhları, yeşil kuşların kursaklarıdadır» (18) buyurmuştur.

    14) - Hicr sûresi, âyet: 29

    15) - İsra Sûresi, âyet: 85

    16) - Tahrîm Sûresi, âyet: 12

    17) - Buharî, el-Enbiya: 2

    18) - Tırmizî, Fadail’ül-Cihad: 13

  • Kitaplarda zikredildiği üzre araz, cevherin yok olmasından sonra kalamaz. Çünkü o, kendi başına kaim değildir. Cisim, madde ve şekilden terkibi kabul ettiği gibi çözümlemeyi de kabul etmektedir.

  • Bu âyetlere, Hadis-i Şerif’lere ve aklî delillere göre Ruh, mükemmel, bizatihi canlı bir cevherdir. İnsanın imanının sağlamlığı ve bozukluğu bu ruha bağlıdır. Tabiî ve hayvani ruh ve bütün bedenî kuvvetler bunun askerleridir.

  • Bu cevher, bilinenlerin şekillerini, varlıkların hakikatlarını, şahıs ve maddeleriyle meşgul olmaksızın kavrar. Çünkü ruh, insanın hakikatini, insanı görmeden bilmeğe muktedirdir. Nitekim O, şeytan ve melekleri de bilmektedir. Bunların şahıslarını görmeğe ihtiyaç duymamaktadır. Çünkü insanlarının çoğunun duyu organları bunları kavrayamaz.

  • Mutasavvıflardan bir kısmı, «Beden gibi kalbin de gözü var. İnsan görünen şeyleri baş gözüyle, görünmeyen hakikatleri da kalb gözüyle görür», dediler. Peygamberimiz (S.A.S.):

    «Her insanın kalbinin iki gözü vardır. O gözlerle gaybı kavrayabilir. Allah bir kuluna hayr murad ederse, gözünün göremediği şeyi görebilmesi için kalbinin gözlerini açar». (19), buyurmuşlardır. 

    İşte bu ruh, bedenin ölümü ile ölmez. Çünkü Allahü Teâlâ onu kendi kapısına çağırıyor ve ona

    «Rabbine dön» (20), buyuruyor.

    Bu ruh, bedenden yüz çevirip ayrılıyor ve onun ayrılmasıyla tabiî ve hayvani kuvvet halleri işlemez oluyor. Bunun üzerine de hareketli varlık durgunlaşıyor ve bu durgunluğa ölüm deniliyor. Mutasavvıflar, bedenden daha çok ruh ve kalbe güveniyorlar. Ruh, Allahü Teâlâ’nın emrinden olunca, bedende yabancı gibidir. Yönü daima aslına ve döneceği tarafadır. Beşerî kirlerle kirlenmediği ve kuvvetli olduğu zaman bedenden ziyade asıl geldiği yönden istifade eder.

    19) - Elimizdeki kaynaklarda bu Hadisin metnini bulamadık.

    20) - Fecr Sûresi, âyet: 28

  • Ruhun bir cevher olduğunu bilmekteyiz. Bedenin de ancak cevherle kaim olan araz ve mekânı vardır. Bu cevher bir yerde durmaz. Beden, ruhun da kalbin de yeri değildir. Beden, ancak ruh ve kalbin bir organı, ruhun bir kalıbıdır. Ruhun kendisi bedenin parçalarına bitişik de değil, ayrı da değildir. Belki ruh, bedene dönmüş, onu faydalandırmış ve feyzlendirmiştir. Onun ilk nuru dimağda kendini gösterir. Çünkü dimağ, ruhun has karargâhıdır. Bunun ön kısmını bekçi, ortasını vezir ve idareci, son kısmını da hazine ve hazinedar eylemiştir.

    Bedenin bütün organlarını da kendisine yaya ve atlı asker kılmıştır; hayvani ruhu hizmetçi, tabiî ruhu da vekil etmiştir; bedeni kalıp, dünyayı meydan, hayatı mal, hareketi ticaret, ilmi kazanç, âhıreti gaye ve dönüş yeri, şeriatı yol ve müfredat, nefs-i emmareyi gözcü ve koruyucu, nefs-i levvameyi uyarıcı, duyu organlarını casus ve gözetleyici, dini zırh, aklı hoca, duyguyu talebe yapmıştır. Bunların hepsinin ötesindeki gözetleyici Allah’tır.

  • Ruh bu sıfatlarıyla ve bu aletleriyle sadece şahsa gelmemiş ve onun zatıyla birleşmemiş, ayrıca ona ifade kazandırmış ve onu, Yaradanına yöneltmiştir. Yaradanı ona, belli bir zamana kadar istifade etmeği emretmiştir. Ruh bu yolculuk müddetinde ancak ilim kazanmakla uğraşır. Çünkü ilim, onun, âhiretteki süsüdür.

    Mal ve evlât:

    «Mal ve evlât dünya hayatının ziynetidir» (21), âyet-i kerime’si mucibince dünya hayatının ziynetidir. Nitekim göz, görünenleri görmekle meşguldür, kulak, sesleri duymakla iştigal eder; dil, söz söylemeğe muktedirdir; hayvani ruh, hissi ve şehevî zevkleri ister; tabiî ruh, yeme-içme gibi zevkleri sever; Nefs-i mutmainne yani kalb, ancak ilim ister ve onunla hoşnut olur, ömrü boyunca ilim öğrenir, ayrılık zamanına kadar, bedende kaldığı müddetçe, ilimle bezenir. O, ilimden başka bir şey kabul ederse bunu ancak bedenin bir işi olduğu için kabul eder. Yoksa bu işi bizzat istediği ve sevdiği için değil.

    Ruhun hallerini, bulunduğu yeri, ilme olan aşk ve arzusunu öğrendikten sonra ilmin kısımlarını görebiliriz, ilmin kısımları çoktur, biz onları kısaca anlatacağız. (Zira, Allah, «kalbi olan ve dikkatle dinleyen için» bunda kâfi bir hatırlatma vardır) der.

    21) - Kehf Sûresi, âyet: 46

  • Nefs ve İnsan Ruhu

    — İlmin Kısımları

  • Okuyucum, bilmiş ol ki, ilim iki kısımdır. Birincisi, şer’i ilim, diğeri de aklî ilimdir. Şer’î İlimlerin çoğu ehline göre aklî, aklî ilimlerin çoğu da bilenine göre şer’idir.

    «Allah kime nur vermemişse, onun nuru yoktur» (22).

    22) - Nûr Sûresi, âyet: 40

  • İlmin Kısımları

    —— I — Şer’i İlimler

  • Şer’i ilimler iki kıs ayrılır:

    1.  — Aslî ilimler (ilm-i usul),
    2.  — Fer’i ilimler (ilm-i furu’).
  • Bunlardan ilm-i usul de üç kısma ayrılır:

  • a) Tevhid ilmi:

    Bu ilim, Allahü Teâlâ’nın zatını ve zikredildiği üzere birçok ezelî, fiilî ve zatî sıfatlarını inceler. Yine bu ilim, Peygamberlerin, onlardan sonra da İmam ve Sahabilerin hallerini inceler. Bunlardan başka hayat, ölüm, kıyamet, diriliş, haşr, hesap ve Allah’ı görme meseleleriyle uğraşır.

    Tevhid ilmiyle uğraşanlar önce Kur’an-ı Kerim’deki âyetlere, sonra Peygamberimiz (s.a.s.) in Hadis-i Şerif’lerine, daha sonra da aklî ve kıyasî delillere dayanırlar. Bunlar yani kelâmcılar, tartışmada kullanılan kıyasın mukaddimelerini ve neticelerini mantıkçılardan almışlar, fakat kelimelerin çoğunu yerinde kullanmamışlardır. Hepsi sözlerinde cevher, araz delil, nazar istidlal ve şahid kelimelerini kullanmakta, fakat bu kelimelerden her birinin anlamı herkese göre değişmektedir. Hattâ, filozoflar cevherle bir şey kastediyor, mutasavvuflar başka bir şey, kelâmcılar (ve diğerleri) de başka bir şey kastediyorlar. Burada maksadımız zümrelerin görüşlerine göre kelimelerin anlamlarını araştırmak değildir. Biz, buna girmeyeceğiz.

    Tevhid ilminde kelâm ilmi ile uğraşan âlime «Kelâmcı=Mütekellim» denir. Çünkü kelâm bu ilmin en meşhur mevzuudur.

  • b) Tefsir İlmi: Bu da aslî ilimlerdendir. Çünkü Kur’an-ı Kerim eşyanın en büyüğü, en açığı, en yücesi ve en kıymetlisidir. O’nda ancak Allah’ın ihsan ettiği kimselerin kavrayabileceği birçok müşkil meseleler vardır.

    Peygamberimiz (A.S.):

     

     

    «Kur’an’ın her âyetinin bir dış anlamı, bir de iç anlamı var; ayrıca iç anlamının da yedi (veya dokuz) iç mânası vardır» (23) ve:

    «Kur’an’ın her harfinin bir anlamı ve her anlamının da bir işareti vardır» (24), buyurmuşlardır.

    Allahü Teâlâ, Kuran’ı Kerim’de; bütün ilimlerden, görünen-görünmeyen, büyük-küçük, aklî ve hissî mevcudattan haber vermektedir ve buna şu âyetle işaret eder:

    «Yaş ve kuru her şey apaçık olan kitaptadır» (25).

    Allahü Teâlâ diğer bir yerde de şöyle buyuruyor:

    «O’nun âyetlerini incelesinler ve akıl sahipleri düşünsünler»

    Kur’ân’ın tefsiri işi, işlerin en büyüğü olduğuna göre; hangi müfessir O’nun hakkını ödeyebilir; hangi âlim o’nun hakkını verebilir! Evet, her müfessir O’nu gücü yettiği kadar açıklamaya, aklı erdiği kadar tefsire ve İlmî nisbetinde izaha çalıştı. Her biri bir şey söyledi, fakat hiç biri hakikatim söyleyemedi.

    Kur’ân ilmi, şer’î, aklî, aslî ve fer’î ilimlere kılavuzluk eder. Müfessir Kur’an’a lügat, istiare, mecaz, cümle kuruluşu, gramer kaideleri, Arapların örf ve adetleri, filozofların meseleleri ve mutasavvufların sözleri cihetinden bakmalı ki, O’nun gerçek tefsirine yaklaşmış olsun. Müfessir, Ku’ran’a bir yönden bakmakla yetinir ve bir ilme göre açıklamaya giderse O’nun hakkını ödemiş olmaz. Bu müfessire burhan ve iman delilini izah etmek vecibe olur.

    23) - Elimizdeki kaynaklarda bu metni bulamadık.

    24) - Elimizdeki kaynaklarda bu metni bulamadık.

    25) - En’âm, âyet: 59

    26) - Sâd Sûresi, âyet: 29

  • c) Hadis İlmi de aslî ilimlerden biridir. Çünkü Peygamberimiz (s.a.s.) Arap ve Arap olmayanların en fasihidir. O, kendisine Allah tarafından vahy gelen bir öğretici idi. O’nun aklı maddî ve manevî her şeyi kavrıyordu. O’nun her kelimesi, her sözü esrar denizlerini ve rumuz hâzinelerini içine almaktadır. Buna göre O’nun hadisleri ve haberleri ilmi de büyük ve pek önemli bir iştir. Peygamber sözü (hadis)’nün ilmini, ancak şeriat’a uymakla ruhunu olgunlaştıran ve bu peygamber (s.a.s.) in Şeriat-ı Mutahharesiyle kalbindeki sapıklığı yok eden kimse kavrayabilir.

  • Bir kimse Kur’an-ı Kerîm’in tefsirinde ve Hadis’lerin te’vilinde söz söylemek ve bu sözünde isabetli olmak isterse, önce lügat (sarf) ilmini tahsil etmeli, nahv ilminde derinleşmeli, i’rab sahasında tam bilgi sahibi olmalı ve dil (sarf) bilgisine de hâkim olmalıdır. Çünkü lügat ilmi diğer ilimlerin ilk basamağı ve merdivenidir; lügat ilmini bilmeyen kimse diğer ilimleri elde edemez. Çünkü bir dama çıkmak isteyen kimse her şeyden önce kendine merdiven hazırlamalıdır ki; çıkabilsin. Lügat İlmi, büyük bir vasıta ve merdivendir. Çünkü ilim elde etmek isteyen, lügat kaidelerine ihtiyaç duymadan edemez. O halde lügat ilmi, ilk asildir. Bu ilimde, önce tek tek kelimeler yerinde olan edatları, sonra da fiilleri, onların basit ve türetilmiş şekillerini bilmek lâzımdır.

    Lügat ile uğraşan Arab şiirlerini incelemelidir. Bu şiirlerin en üstünü ve en iyisi cahiliye devrinden kalma şiirlerdir. Çünkü bu şiirler zihni açar, ruha rahatlık verir. Şiir, edat ve kelimeleri bilmekle beraber cümle bilgisi (nahv)’ni de tahsil etmelidir. Çünkü Lügat ilmi için Cümle Bilgisi (nahv); gümüş ve altın için mehenk taşı; felsefe için mantık, şiir için aruz, kumaş için metre, tahıl için ölçek mesabesindedir. Ölçülmeyen bir şeyin eksik ve fazla olduğu bilinemez.

  • Lügat İlmi, Tefsir ve Hadîs ilimlerine gitmenin yoludur. Kur’an ve Hadis ilmi de Tevhid ilmine kılavuzluk eder. İnsanlar da ancak Tevhid İlmiyle kurtuluşa erer ve ancak bu ilim sayesinde âhıret korkusundan halâsa kavuşur.

    İşte aslî ilimlerin kısımları bunlardır.

  • 2 — Şer’i ilimlerin ikinci kısmı ise Fer’î İlimler (ilm-i furu’)’dır.

    Şöyle ki; İlim ya amelî olur veya itikadî olur: Aslî ilimler, itikadî ilimlerdir. Fer’î ilimler ise, amelî ilimlerdir. Fer’î ilimler de üçe ayrılır.

    1.  — Hakk’ullah: İnsanın Allah’a karşı vazifelerinden bahseden ilimdir. Bu da abdest, gusül, namaz, oruç, zekât, hac, cihad, zikir, cuma, bayram ve bunlarla ilgili farz ve sünnetler gibi ibadetlerdir.
    2.  — Kulların hakkı: Kul hakkından yani insanın insana karşı hak ve vazifelerinden bahseden ilimdir. Örf ve âdetlerle ilgili olan bu ilim iki sahada uygulanır.
      1.  — Alım-satım, ortaklık, bağışta bulunma, borç verme, ödünç alma, kısas ve diğer cezalar gibi muamelât sahasında.
      2.  — Evlenme-boşanma, kölelik ve köle azad etme, miras gibi sözleşmeler.
  • İşte insanın Allah’a ve insanın insana karşı durumundan hapseden ilmin bu iki kısmına fıkıh denir. Fıkıh İlmi; şerefli, faydalı ve herkes için gerekli bir ilimdir. İnsanlar bunsuz olamazlar.

  • c) İnsanın kendisine karşı olan vazifesi (ferdî hak) Ahlâk İlmi: Ahlâk ya kötü huylardır ki bunları bırakmak, atmak gerekir; yahut güzel huylardır ki bunları elde etmek ve ruhları onlarla süslemek lâzımdır. Kötü huylar da, iyi huylar da Kur’an-ı Kerîm ve Peygamberimiz (s.a.s.)’in Hadis-i Şeriflerinde zikredilmiş ve güzel huylara sahip olanın cennete gireceği bildirilmiştir. (27)

    \"\"

    27) - (Kıyamet günü bana en sevgili ve en yakın olanınız ahlaken en güzel olanınızdır.) - Tirmizî; Kitab’ül-Bîrr, Bab: 71, «Leydin Tabı.

  • I Şer’i İlimler

    —— II — Aklî İlimler

  • Aklî ilimler anlaşılması güç olup, bunlarda hataya düşmek mümkündür. Bu ilimler de üç derecede incelenir.

  • 1 — Birinci derecede mantık ve riyazî (müsbet ilim) ilimleri yer alır. Riyazî ilimlerden aritmetik, sayılardan, ölçü ve şekiller ilmi olan geometri bahseder: Astronomi, astroloji ve coğrafya gibi ilimlerdir.

    Yaratıkların durumuna ve talihlerine ait hükümler çıkaran astroloji ve seslerin ve tellerin nisbetlerini inceleyen müzik ilmi de riyaziyenin bir koludur.

    Mantık ilmi, düşünme ile kavranılan şeylerin tariflerini, kıyas ve akıl yürütme yoluyla elde edilen hükümlerin değerini inceler. Buna göre mantık ilmi önce kavramları (müfredleri), kaziyye’leri, kıyasları ve kıyas çeşitlerini inceler.

    Daha sonra da mantığın gayesi olan ispata varır.

  • 2 — İkinci dereceyi Tabiî İlimler teşkil eder. Bu ilimle uğraşan, mutlak cismi, âlemin ne olduğunu, cevher ve a’razları, hareketi, sükûnu, gökleri müessir ve müteessir olan şeyleri inceler. Asıl doğru varlıkların mertebelerini, ruh ve mizaçların kısımlarını, duyu organlarının niceliğini ve bu organların kavrayış niteliğini inceleme bu ilimden meydana gelir.

    Ayrıca bu ilim, bedenden, bedenî hastalıklardan, ilâçlardan, tedavî ve benzerlerinden bahseden tıb ilmini araştırmaya sevk eder.

    Gök cisimlerini inceleme ilmi, madenler ilmi, eşyanın hususiyetlerini araştırma ilmi, tabiî ilmin kısımlarındandır. Ve nihayet kimya İlmî yani madenlerin içindeki işe yaramayan maddeleri tasfiye ilmi de buna dahildir.

  • 3 — Üçüncü derece ki, ilimler ise en üstün derece olup varlığı inceleme ilimleridir. Yani Varlığın vacib ve mümkine taksimini, Yaratanı, O’nun zatını, sıfatlarını, fiillerini, emrini, hükmünü ve infazını, varlıkların yaradılışını, sonra Ulvî varlıkları, cevherleri, ergin akılları, olgun ruhları, daha sonra da melek ve şeytanları inceler ve nihayet peygamberlikle ilgili bilgilere, mucizelere ve kerâmetlere varır. Sonra da mukaddes ruhları, onların uyku ve uyanıklık hallerini ve rüya derecelerini inceler.

    Tılsım ve büyü de bu ilmin kollarındandır. 

    Bu ilimlerin tafsilâtı ve dereceleri çoktur. Uzun açıklamalara ihtiyaç vardır fakat bizim için kısaca temas etmek yerinde olacaktır.

  • Okuyucum, bilmiş ol ki, aklî ilim, mahiyeti itibariyle tekdir. Mürekkeb ilim bundan doğar. Her ikisinin birleşmesinden meydana gelen ilim, Tasavvuf ilmidir; mutasavvıfların hallerinden bahseder. Mutasavvufların, açık bir metodla iki ilimden meydana gelmiş özel bir ilimleri vardır. Onların ilmi; hal, vakit, sema’, vecd, şevk, sekr (sarhoşluk), sahv (ayıklık), isbat, mahv, fakr, fena bulma, velayet, irade, şeyh ve mürid’ten ve onların diğer hallerinden, sıfat ve makamlarından bahseder. Biz, bu ilimlerden başka bir kitabımızda inşallah bahsedeceğiz.

  • Şimdi, bu kitapçıkta maksadımız, ancak ilimleri ve sınıflarını saymak olduğundan onları kısaca ele aldık. Bu ilimlerde daha ziyade açıklamaya ihtiyaç duyan kimse bunlarla ilgili kitaplara bakabilir.

  • Okuyucum, İlimlerin sınıflarının sayılmasından sonra yakînen bilmiş ol ki, bu fenlerden ve ilimlerden her biri taliplerinin ruhuna nakş olması için bazı şartları gerektirir.

  • İlimlerin sayılmasından sonra tahsil yollarını bilmek gerekir. Çünkü ilim tahsilinin belli yolları vardır. Biz, bunları açıklayacağız.

  • II Aklî İlimler

    — İlim Tahsilinin Yolları

  • Okuyucum, bilmiş ol ki; insan ilmi iki yoldan elde edilir:

    1.  — İnsanî öğretim,
    2.  — İlâhî öğretim.
  • İlim Tahsilinin Yolları

    —— I — İnsani Öğretim

  • Bunun belli yolu ve mesleği vardır. Bütün düşünürlerce de kabul edilmiştir. Bu da iki türlü olur. Birincisi, dıştan bir öğretimle elde edilir. Diğeri ise, düşünme ile içten elde edilir. İçteki düşünme, dıştaki öğrenme mesabesindedir. Çünkü öğretim, kişinin diğer bir kişiden istifade etmesidir. Düşünme ise; ruhun, küllî ruhtan istifade etmesidir. Küllî ruh, te’sir ve öğretme bakımından bütün bilgin ve düşünürlerden daha kuvvetlidir.

  • İlimler, topraktaki tohum, denizin dibindeki veya maddenin içindeki cevher gibi ruhlarda kuvve halinde vardır. Öğrenim, bu gizli şeyin kuvveden fiile çıkmasını istemektir. Tahsilde, onu kuvveden fiile çıkartmaktır. Bunun için öğrencinin ruhu, öğreticinin ruhuna benzemeye çalışır. Ve bir nisbet dahilinde ona yaklaşır. Bilgin, fayda verme bakımından, çiftçi gibidir. Öğrenci, istifade etme bakımından, toprak gibidir.

    İlim ise; kuvve halinde tohum, fiil halinde bitki gibidir. Öğrencinin ruhu, olgunlaştığı zaman, meyve veren ağaç yahut denizin dibinden çıkan cevher gibi olur. Bedenî kuvvetler ruha galebe çalarsa, öğrenci uzun zaman öğrenimi arttırmaya, bu uğurda birçok zahmet ve meşakkatlere katlanmağa ihtiyaç duyar. Akıl nuru, duygulara galebe çalarsa, öğrenci biraz düşünmekle birçok öğrenim zahmetinden kurtulur. Zira uyuşuk ruhun bir yılda öğrenmekle elde edemeyeceği birçok faideleri, kabiliyetli ruh, bir saat düşünmekle kazanır.

  • Öyleyse bazı insanlar, ilimleri, öğrenmekle, bazıları da düşünmekle elde ediyorlar. Öğrenim, düşünmeğe muhtaçtır. Çünkü insan-cüz’î, külli şeyleri ve bütün bilgileri öğrenmeğe muktedir olamaz; fakat bazı şeyleri öğrenir, düşünmek suretiyle ilimlerden bazı şeyler çıkarabilir. Nazarî ilimlerin ve pratik san’atların çoğunu, filozofların ruhu, zihinlerinin açıklığı, fikirlerinin gücü, sezgilerinin keskinliği ile fazla öğrenim yapmaksızın ortaya koymuştur.

  • İnsan ilk bilgisinden bir şeyler çıkaramamış olsaydı, mesele uzar giderdi. Kalblerdeki cehalet karanlığı da devam eder dururdu. Çünkü ruh, öğrenmekle cüz’î ve küllî bütün önemli meseleleri elde etmeğe kadir olamaz. Lâkin bunların bazılarını tahsil ile, bazılarını da görgü ile elde eder.

    İnsanların geleneklerinde görüldüğü ve güzel şeylerin faydalı olduğu gibi, bazılarını ise, kendi içinden parlak görüşü sayesinde çıkarır. Bilginlerin âdeti üzre ilimlerin temelleri bu esasa göre kurulmuştur.

  • Meselâ; Bir mühendis ihtiyaç duyduğu şeylerin hepsini öğrenmez; fakat ilminin ve konusunun genel kaidelerini öğrenir. Sonra da buna göre tali meseleleri kıyaslayarak çıkarır.

  • Keza bir tabib, şahısların hastalık ve ilâçlarının teferruatını öğrenmeğe muktedir olamaz. Fakat genel bilgilerine göre düşünerek, herkesin kendi mizacına göre tedavi eder.

  • Müneccim de böyledir. Yıldızların umumî kaidelerini öğrenir ve düşünerek onlardan çeşitli hükümler çıkarır.

  • Fakih ve edibler de böyledir. Hattâ bu, çeşitli san’atlara ait aletlerin ortaya çıkışında da durum aynıdır. Meselâ: Biri düşünerek çalgı âleti udu yapmıştır. Bir diğeri de bundan başka bir âlet çıkarmıştır. Bütün bedenî ve nefsanî san’atlar böyle olmuştur. Bunların başlangıçları öğrenme ile elde edilmiş, diğer kısımları da düşünceden çıkmıştır.

  • Ruha düşünce kapısı açılırsa, tefekkür yolunu ve sezgi ile istenilen şeye varma keyfiyetini bilir. Bu sebeple insanın gönlü açılır, basireti artar, ve birçok meseleleri öğrenmek için zahmet çekmeksizin, ruhundaki kuvve halinde bulunan şeyler fiile çıkar.

  • I İnsani Öğretim

    —— II — İlâhî Öğretim

  • İlâhî öğretim de iki kısma ayrılır.

  • a) Vahy Gönderme:

    Şöyle ki: Ruhun kendisi olgunlaştığı zaman hırs, emel gibi beşerî kirler gider. O’nun gözü dünya zevklerinden ayrılır. Gelip geçici isteklerden ilişiği kesilir. O, yüzünü Yaradan’ına çevirir. Halikının varlığına sarılır. O’nun yardımına ve Nur’unun feyzine güvenir. Allah-ü Teâlâ da güzel inayetiyle, o ruha tam olarak yönelir; ona İlâhî bir gözle bakar. Küllî ruh kalemiyle bu ruhun levhasına bütün ilimleri nakşeder. Böylece küllî akıl öğretici, mukaddes ruh da öğrenici durumuna geçer. Bu suretle bütün ilimler bu ruhta yer alır. Düşünmeksizin ve öğrenmeksizin bütün şekiller ona nakşedilir. Allah-ü Teâlâ’nın

    «Sana bilmediklerini öğretti» (28), âyet-i kerimesi bu gerçeğin ifadesidir.

    28) - Nisa Sûresi, âyet: 113

  • O halde Peygamberlerin ilmi, bütün yaratılmışların ilimlerinden daha üstün bir dereceyi teşkil eder. Çünkü onların İlmî doğrudan doğruya Allah-ü Teâlâ’dan hasıl olmuştur. Âdem (a.s.) ile Melekler arasındaki kıssa bunu açıklar. Çünkü melekler ömürleri boyunca öğrendiler, birçok ilimlerin gerçek yollarını buldular hatta mahlûkatın ve mevcudatın en bilgini oldular. Âdem ise, bilgin değildi. Çünkü O, öğrenmemiş ve hiçbir öğretici ile karşılaşmamıştı. Bunun için melekler O’na karşı üstünlük iddia ettiler ve büyüklük tasladılar. Allah-ü Teâlâ’ya:

    «Biz sana ham ile tesbih ediyor ve seni takdis ediyoruz» (29), dediler ve eşyanın hakikatlarını bildiklerini iddia ettiler. Bunun üzerine Âdem (A.S.) Yaradan’ının kapısına yüzünü çevirdi; kalbini varlıklardan ayırdı ve Rabbına yöneldi. Allah’da O’na bütün «cisimleri» öğretti. Sonra o eşyayı meleklere arz etti ve dedi ki;

    Âdeme bütün isimleri öğretmişti. Sonra onları (onların delâlet ettikleri âlemleri, eşyayı) meleklere gösterip:

    «Eğer doğruculardan iseniz (her şeyin içyüzünü biliyorsanız) bunları adlariyla bana haber verin» demişti (30). Bunun üzerine Âdem (A.S.) in yanında meleklerin durumu alçaldı. Bilgileri azaldı. Gurur gemileri kırıldı ve aciz denizine battılar. Allah’a karşı:

    «Öğrettiğinden başka bizim hiçbir ilmimiz yoktur» dediler (31) Allah-ü Teâlâ da;

    «Ey Âdem, onların isimlerini bunlara söyle» dedi (32). Âdem (A.S.)’da onlara işin iç yüzünü ve ilmin sırlarını anlattı. İşte bu suretle, akıl sahiplerince, vahy’den doğan gayb ilminin kazanılan ilimden daha üstün ve daha mükemmel olduğu kabul edildi.

    29) - Bakara Sûresi, âyet: 30

    30) - Bakara Sûresi, âyet: 31

    31) - Bakara Sûresi, âyet: 32

    32) - Bakara Sûresi, âyet: 33

  • Vahy İlmi, Peygamberlerin mirası, Resullerin hakkıdır. Allah-ü Teâlâ vahy kapısını Peygamberimiz Muhammed (s.a.s.)’den sonra kapadı. Peygamberimiz bütün peygamberlerin sonuncu-sudur. İnsanların en alimi Arab’ın ve Arab olmayanların en fasihi idi. O;

    «Beni Rabbim terbiye etti de edebimi ne güzel eyledi» (33) derdi. Yine O, kavmine:

    «En iyi bileniniz ve Allah’tan en çok korkanınız benim» (34) buyururdu. O’nun ilmi en mükemmel, en üstün ve en kuvvetli idi. Çünkü İlâhî bir öğretimle meydana geldi. O, asla öğrenmekle ve İnsanî öğretimle uğraşmadı. O’nun hakkında Allahü Teâlâ;

    «O’nu müdhiş kuvvetlere malik olan öğretti» (35) buyurmuştur. 

    33) - Câmi’us-Sagir, C: I, Sayı: 310 «Feyz’ul-Kadir Şerhli Tabı».

    34) - Buharî, Kitab’ul-îman, Bab: 13. «Leydin Tabı».

    35) - Necm Sûresi, âyet: 5

  • b) İlham:

    İlham, Küllî Ruhun, berraklığına, kabiliyetine ve istidadına bağlı olarak İnsan ruhunu uyarmasıdır. O, vahyin basit bir şeklidir. Çünkü vahy, gaybı açık olarak bildirmedir; İlham ise, gaibteki şeye bir işarettir.

  • Vahy’den hasıl olan ilme Nebevi ilim, İlhamdan hasıl olan ilme ise, İlm-i Ledün denir. Ledün İlmi, Yaradan ile ruh arasında bir vasıta olmaksızın hasıl olur. Bu, gayb lâmbasından gelerek, hoş ve lâtif bir kalbe düşen ışık gibidir.

  • İlimlerin tümü ilk küllî ruh cevherinde vardır ve bellidir. Diğer cevherler içinde bu cevher, ilk akla nisbetle, Havva’nın Adem’e (A.S.)’a nisbeti gibidir (ondan çıkmıştır).

  • Anlaşılmıştır ki, külli akıl, külli ruhtan daha şerefli, daha üstün, daha mükemmel ve Yaradan’a daha yakındır. Külli ruh da, diğer yaratıklardan daha kıymetli, daha lâtif ve daha şereflidir. Bunun içindir ki, külli aklın feyiz saçmasından vahy, külli ruhun ışıklandırılmasından da ilham doğar. Öyleyse vahy peygamberlerin süsü, ilham da velilerin ziynetidir. İlham vahyden aşağıdır. Nasıl ki, ruh akıldan aşağı ise, velî de peygamberden aşağıdır. İlham, vahye nisbetle zayıf, rüyaya nisbetle kuvvetlidir.

  • İlim, peygamberlerin ve velilerin ilmidir. Vahy ilmi, peygamberlere hastır; Adem (A.S.), Musa (A.S.), İbrahim (A.S.), Muhammed (S.A.S.) ve sair peygamberlere verilmiştir.

  • Risalet ile nübüvvet arasında fark vardır. Nübüvvet; kudsî ruhun, bilgilerin ve aklen kavranabilen şeylerin hakikatlerini kabul etmesidir. Risalet ise, bu bilgileri ve hakikatleri, faydalanmak isteyen insanlara tebliğ etmektir. Bazen ruhlardan biri bu hakikatleri elde edebilir fakat herhangi bir özür veya sebepten dolayı, bunları tebliğ edemez.

  • Ledün ilmi, Hızır (A.S.)’da olduğu gibi nübüvvet ve velayete sahip kimsede olur. Allahü Teâlâ bunu haber vermekte ve: 

    «...Biz ona tarafımızdan bir rahmet (Vahy, nübüvvet) vermiş, kendisini nezdimizden (has) bir ilim (gayblara ıttıla’ ilmi ledün ilmi) verdik» (36) buyurmaktadır.

    36) - Kehf Sûresi, âyet: 65

  • Emirü’l-Mü’minin Hz. Ali b. Ebî Talib (kerremellahü veçhe) şöyle der: Hz. Peygamber
    «Dilini ağzıma sokunca, kalbimde bin tane ilim kapısı açıldı. Her kapının da bin tane kapısı vardı» dedi ve şöyle ilâve etti:
    «Bana bir minder konsa ve üzerine otursam, Museviler’e Tevratlarıyla, İsevîler’e İncilleriyle, Müslümanlara da Kur’anlarıyla hükmederdim».

  • İşte bu, öyle bir derecedir ki, buna yalnız İnsanî bir tahsille ermek mümkün değildir. Belki insan bu mertebeye Ledün İlmi ile erişebilir.

  • Yine Ali (R.A.) dedi ki:
    «Tevrat’ın şerhinin kırk yük olduğu Musa (A.S.) zamanından hikâye olunur. Eğer Allah bana müsaade etseydi, yapacağım yalnız Fatiha’nın elifinin şerhi kırk yük olurdu».

    İlimdeki bu çokluk, genişlik ve derinlik ancak İlâhî, semavî ve Ledünî olmakla mümkündür. Allah bir kuluna hayr dilerse, ruh levhası ile O’nun arasındaki perdeyi kaldırır. Ruh levhasında bazı gizli sırlar görünmeğe başlar. Gizli mânâlar açığa çıkar, Ruh da bunu Allah’ın dilediği kullarına istediği şekilde söyler.

  • Hikmetin hakikati Ledün ilmi ile kazanılır. Bu dereceye ermeyen insan hakîm olamaz. Çünkü hikmet Allah vergisidir.

    «Allah hikmeti kime dilerse ona verir. Kime de hikmet verilmişse gerçekten ona çok hayr verilmiştir. Tam akıl sahiplerinden başkası iyi düşünemez» (37).

    Çünkü Ledün ilmi derecesine ulaşanlar çok tahsilden ve öğrenme yorgunluğundan uzak olurlar. Az öğrenir, çok bilirler; az yorulup çok istirahat ederler.

    37) - Bakara Sûresi, âyet: 269

  • Okuyucum, bilmiş ol ki, Vahy kesildi. Peygamberlik kapısı kapandı. Hakikat ortaya konduktan ve din tamam olduktan sonra peygamber gönderilmesine, insanların ihtiyacı kalmadı. Nitekim Allahü Teâlâ

    «Bugün sizin dininizi tamamladım» (38) buyurmuştur.

    38) - Maide Sûresi, âyet: 3. Tamamladım, «kemâle erdirdim», «Dinin hükümlerini ikmal etdim» demektir. Bu
    âyet-i kerime «Hacce-tül vedâ’» arefesinde nâzil olmuştur. En son inen ahkâm âyetidir.

  • İhtiyaç olmadığı halde peygamber göndermek hikmete uygun düşmez. Fakat ilham kapısı kapanmamıştır. Küllî ruhun nurundan ümid kesilmemiştir. Çünkü ruhların hatırlatmaya, yenilemeğe ve kuvvetlendirmeye ihtiyaçları vardır. Nitekim insanlar peygamberliğe ve yeni bir dine ihtiyacı duymuyorlar, fakat vesveselere daldıkları ve şehevî zevklere düştükleri için hatırlatmaya ve uyarmaya ihtiyaçları vardır. Bunun için Allah Teâlâ kullara mucize olan vahy kapısını kapadı, fakat ilham kapışım açtı ve işleri kolaylaştırdı. Allah’ın kullarına lutf edici olduğunu, dilediğine hesapsız rızklar verdiğini bilmeleri için dereceler koydu.

  • II İlâhî Öğretim

    — İlimlerin Tahsilinde Ruhların Mertebeleri

  • Okuyucum, bilmiş ol ki, ilimler, bütün insan ruhlarında gizli olarak vardır ve bütün insanlar her ilmi öğrenmeye muktedirdir. Ruhlardan biri, sonradan gelen bir sebep ve dışarıdan gelen bir arızadan dolayı, bu nasibini kaybedebilir. Nitekim Peygamberimiz (S.A.S.);

    «İnsanlar, Müslüman ve dürüst olarak yaratıldı. Fakat onları şeytanlar aldattı» (39) ve;

    «Her çocuk İslâm fıtratı üzere doğar» (40), buyurmaktadır.

    39) - Müslim, C: 8. Kitabu’l-Cennet, Bab: 63, «Leydin Baskısı».

    40) - Buharî, C: I, Sayfa: 341, Leydin Tabı.

  • İnsan ruhu, küllî ruhun ışıklandırmasına müsaittir, aslî temizliği ve ilk berraklığı sayesinde küllî ruhtan gelen aklın kavrayacağı şekilleri almaya muktedirdir. Lâkin bazı ruhlar bu dünyada hastalanır, çeşitli sebep ve hastalıklardan ötürü hakikatleri kavrayamaz olur. Bazı ruhlar da bir bozukluk ve hastalığa uğramaksızın asıl sağlamlığıyla kalır ve yaşadığı müddetçe hakikatleri kabul eder. Sağlam ruhlar; vahy alan, mucize gösterebilen ve daima değişen bu âlemde tasarrufa muktedir olan peygamber ruhlarıdır. Çünkü bu ruhlar, asıl sıhhatleri üzere devam etmektedirler. Onların mizaçları çeşitli hastalıklarla bozulmamıştır. Peygamberler ruh tabibleridir ve insanları yaradılıştaki sağlamlığa dâvet eden kimselerdir.

  • Hasta ruhlar, bu aşağılık dünyada, çeşitli dereceler meydana getirirler. Bazıları makam hastalığına uğrar, hafızalarına unutma bulutu çöker, öğrenmekle uğraşırlar ve asıl sağlıklarını ararlar. Bu ruhların hastalığı ufacık bir tedavi ile gider, az bir hatırlatma ile unutkanlık bulutları dağılır. Bazıları da ömürleri boyunca ilim öğrenirler. Bütün günlerini tahsille, uğraşmakla geçirirler. Fakat mizaçları bozulduğu için hiçbir şey anlamazlar. Çünkü mizaç bozulunca ilâç fayda vermez. Bazıları ise hatırlarlar, sonra unuturlar. Riyazat yaparak, nefislerini yıpratırlar; biraz nur ve zayıf bir ışık elde edebilirler. Bu farklar ruhların, dünyaya gönül verip dalmalarından meydana gelir. Bu, iyi adamın hastalanması, hasta adamın iyileşmesi gibi kuvvetlilik ve zayıflık derecesine göredir.

  • İşte bu hastalık giderilirse, ruhlar, Ledün İlminin varlığını ikrar eder ve kendilerinin yaratılışta bilici ve berrak olduklarını sezerler. Lâkin onlar, bu yoğun bedene arkadaşlık etmekle, bu bulanık makamda ve karanlık yerde oturmakla hastalandığı için bilemez oldular. Halbuki ruhlar, öğrenmekle, yoktan ilim icad etmek ve yok olan aklı yaratmak istemiyorlar, fakat tabiatlarındaki asıl ilmi iade etmek ve bedenî süslere düştüğü, onun ihtiyaçlarıyla uğraştığı ve düzene koyma çabasında bulunduğu için arız olan hastalığı atmak istiyorlar.

  • Çocuğunu seven şefkatli bir baba, ona bakmakla uğraşır ve onun ihtiyaçlarını temin için koşarsa her şeyi unutur. Yalnız bir işle, çocuğun işi ile, yetinir. Ruh da fazla sevgi ve şefkatinden dolayı beden heykeline yönelmekte, O’nun imareti gözetilmesi ve ihtiyaçlarının teminiyle uğraşmaktadır. Böylece zayıflık ve bölünme sebebiyle tabiat denizinde boğulmakta ve bu yüzden hayatı esnasında unuttuğunu hatırlamak için öğrenmeğe, kaybettiğini bulmağa ihtiyaç duymaktadır.

  • Öğrenme, ancak ruhun, kendi cevherine dönmesi, kendisini tamamlamak ve saadete ermek için, içindeki gizli şeyleri fiile çıkarmasıdır. Ruhlar kendi başına cevherindeki hakikate ulaşamayacak kadar zayıf düşerse, şefkatli, bilgin bir öğreticiye sarılır, dayanır; murad ve arzusuna ermekte, kendisine yardım etmesi için O’na sığınır. Tıpkı kendisini tedavi etmeyi bilmeyen fakat sıhhatin arzu edilen bir şey olduğunu anlayan hastanın hastalığım iyileştirmesi ve ortadan kaldırması için şefkatli bir tabibe başvurduğu, o’na durumunu arz ettiği, tedavisi için sığındığı gibi.

  • Biz, bir alim tanırız ki, baş ve göğüs hastalığı gibi istisnaî bir hastalığa yakalandığı için ruhu bütün bilgilerden yüz çevirmiş, hayatında bütün öğrendikleri ve geçmişi birbirine karışmıştı. Bu bilgin sıhhat bulduğu zaman unutkanlığı gitmiş ve hastalık günlerinde unuttuğu şeyleri tekrar hatırlayabilmiştir. Buradan anlıyoruz ki, bilgiler yok olmamış unutulmuştu. Unutma ile yok olma arasında fark vardır. Yok olma ise nakş ve izlerin hafızadan tamamen silinmesidir. Unutma ise, güneşin batması gibi değil, onun ışıklarının bir bulutla gözlerden perdelenmesi gibi hafızadaki bu nakışların karışmasıdır.

  • Böylece ruhun ilimle uğraşması, ilk yaradılış ve temizlik anındaki bildiklerini hatırlamak için ruh cevherine arız olan hastalığı gidermektir.

  • Ruhun cevher ve hakikatini, öğrenmenin sebep ve gayesini anladıktan sonra bil ki, hasta ruh, öğrenmeğe, ömrünü ilim tahsili uğrunda harcamaya ihtiyaç duyar. Hastalığı hafif, derdi küçük, uğradığı belâ önemsiz, unutkanlık bulutu ince ve mizacı sağlam olan ruh çok öğrenmeğe ve uzun zahmete ihtiyaç duymaz; bilâkis, az bir düşünce ona yeter. Çünkü azıcık düşünme ile kendi aslına döner, başlangıcına, hakikatine yönelir ve sırlarına vakıf olur. Bunun üzerine kendisinde kuvve halinde bulunan şeyler fiile çıkar. Ruhunda gizli olan şeyler açığa çıkar. Bu suretle olgunlaşır ve kısa zamanda birçok şeyler öğrenir. Güzel bir âhenkle bilgileri ifade eder; olgun bir alim olur. Küllî ruha yönelmekle feyz alır. Cüz’î ruha yönelmekle O’nu ışıklandırır. Aşk yoluyla aslına benzer. Hased ve kin damarlarını koparıp atar. Dünyanın lüzumsuz ve fuzûli süslerinden yüz çevirir. O, bu dereceye ulaşınca her şeyi bilir; kurtuluşa erer ve necata kavuşur. İşte bu bütün insanların arzuladığı şeydir.

  • İlimlerin Tahsilinde Ruhların Mertebeleri

    — Ledün İlminin Hakikati ve Lüzumu

  • Okuyucum, bilmiş ol ki: İlham nurunun sirayetinden ibaret olan Ledün İlmi, ruhun tasfiyesinden sonra meydana gelir. Nitekim

    «Her bir nefse ve onu olgunlaştırana and olsun» (41) âyeti buna işaret etmektedir.

    41) - Şems Sûresi; âyet: 7. Cenâb-ı Hakka (Beyzavî, Celâleyn) Nefs’den murad cesed ise onun tesviyesi, uzuvların birbiriyle âhenkli bir surette yaratılmasıdır. Yok, Ruh ise onun düzenlenmesi de kuvvetlerinin uzuvlarla tamamlanması, birleşmesidir. (Şeyhzade)

  • Ruhun aslına dönüşü üç şeyle olur:

    1 — Bütün ilimleri tahsil etmek ve ilimlerin çoğundan bolca nasiplenmiş olmak.

    2 — Gerçek bir riyazat ve sağlam bir mürakabe. Peygamberimiz (S.A.S.)’in

    «Kim bildiği ile amel ederse, Allah ona bilmediklerini de öğretir» (42) ve:

    «Kim Allah’a kırk sabah ihlâsla yalvarırsa, Allahü Teâlâ hikmet pınarlarını, onun kalbinden diline akıtır» (43) Hadis-i Şerifleri de bu hakikati göstermektedir.

    3 — Tefekkür; Çünkü ruh, bildikten ve bildiğiyle amel ettikten sonra düşünmenin kaidelerine göre bildikleri üzerinde düşünürse kalbine gayb kapısı açılır.

    Nitekim, ticaret yapmak maksadıyla malını arz eden zekâ ve basiretini kullanan ’tacire kazanç kapısının açıldığı; yanlış yola girince bu tacirin iflâs uçurumlarından yuvarlandığı gibi...

    Aynı şekilde müteffekkir doğru yola girerse anlayış sahihlerinden olur. Kalbine gayb âleminden bir pencere açılır. Böylece olgun, akıllı, ilham sahibi ve Hak tarafından desteklenmiş bir âlim olur. Nitekim Peygamberimiz (S.A.S.):

    «Bir saat düşünme altmış yıl nafile ibadetten hayırlıdır» (44) buyurmaktadır.

    42) - Aclûnî, Keşful Hafâ II. S. 265, Sayı: 2542

    43) - Cami’us-Sağır, C: 6, Sayfa: 43. «Feyzul-Kadir Şerhli Tabı».

    44) - Cami’us-Sagir, C: 4, Sayfa: 443 «Feyzul-Kadir Şerhli Tabı».

  • Düşünmenin şartlarını ayrı bir kitabımızda sayacağız. Çünkü düşünmenin izahı, mahiyeti ve hakikati uzun izaha ihtiyaç gösteren güç bir meseledir. Bu ancak Allah’ın yardımıyla kolaylaşır.

  • Şu anda biz bu kitapçığı bitiriyoruz. Bu birkaç söz, erbabına yeter. Allah kime nur vermemişse, onun nuru yoktur. Allah mü’minlerin dostudur. Dayanma ancak O’nadır.

  • Salât ve selâm Muhammed aleyhisselâma ve O’nun âl ve yâranınadır. Allah bize yeter; O’ne güzel vekildir. Güç, kuvvet ancak büyük ve yüce Allah iledir. Her an güvencim O’nadır. Hamd, Âlemlerin Rabbı olan Allah’a mahsustur.


  • — SON —

  • Ledün İlminin Hakikati ve Lüzumu