KİTABA DAİR
— Yayınevi
Mehmed Zahid Kotku
Ehli Sünnet Akaidi
(Dersler)
SEHA NEŞRİYAT A.Ş.
Merkez: Selânik Cad. 49/1 Kızılay - ANKARA - Tel: 25 24 43
Şube: Hacıbayram Cad. 12 Ulus - ANKARA - Tel: 12 65 28
Şube: Feyzullah Ef. Sok. 6 Fatih - İSTANBUL - Tel: 52416 00
SEHA NEŞRİYAT: 4
İlim Eserler Serisi: 1
Kapak : Göze Grafik
Kapak baskısı: Temel Matbaası
Dizgi : Türkiyat Matbaacılık
İSTANBUL - 1983
EL-FIKHU’L-EKBER Lİ’L-İMAMI’L-AZAM (RADYALLAHU ANH)
— Fıkhu’l-Ekber’den Dersler
Bu kitap, hakikati, tevhidi bildirir.
İ’tikâd, şekk ve şübheden ârî, sahih bir i’tikâd, her mü’min muvahhide vâcibdir. Zira i’tikâd, dinin esasını teşkil eder.
İ’tikâd sahih olmazsa ameller makbul olmadığı gibi ahiret de berbat olur.
İ’tikâdın temelini şu altı esas oluşturur, ki bu da «Âmentü» cümlesi ile ifade olunmuştur.
bunların hepsi haktır.
İman, kalb ile tasdik olduğu gibi dil ile de ikrar etmektir. Lisanla bu inancı belirtmek ve söylemek gerektir.
Böyle söylemedikçe iman sahih olmaz.
Allah Teâlâ birdir. Fakat aded itibarıyla değil. Bel ki onun şeriki yoktur, doğmamış, doğurmamıştır.
«Hiçbir şey onun dengi (ve benzeri) değildir.» [1]
[1] el-İhlas: 4
Mevcudattan hiçbir şey ona benzeyemez. Allah Teâlâ da mahlukatından hiçbirisine benzemez, görülen her şey onun mahlûkudur. Evveli olmayan bir kadîm, sonu olmayan bir dâimdir, isimleriyle, sıfatlarıyla lemyezel velâyezâldir.
Sıfatları iki kısımdır: Sıfat-ı zatiyye ve sıfat-ı sübûtiyye veya fi’liyye.
Sıfat-ı zâtiyye: Hayat, kudret, ilim, kelâm, işitmek, görmek ve irâdedir.
Fi’li sıfatları ise: halk etmek, rızık vermek, inşâ, ibda’, sun’ ve buna benzer sıfat-ı fi’liyyedir: İhyâ, diriltmek, öldürmek, yerden bitirmek, tasvir ve bunlara benzer sıfatlardır.
Sun’, emsali olmadan bir şeyi meydana getirmektir.
Ibdâ’ da yine evvelce bir misali olmadan meydana getirmek.
Bu sıfatları ve esmâsı lemyezel ve lâyezâldir. Yani ne bidayeti ve ne de nihayeti vardır. Ve ismi ve ne de sıfatları sonradan olmuş değildir.
İlim, kudret, kelâm, halk; Cenâb-ı Hakk bu sıfatlarıyla ezelde kâimdir. Fâil Allah Teâlâ’dır. Fi’li ezelde sıfatıdır. Mef’ul olan mahlûktur. Allah Teâlâ’nın fi’li ise gayr-i mahlûktur. Yani mahlûk değildir ve ezelde sıfatıdır. Bu sıfatlar sonradan olmuş değildir.
Her kim, bu sıfatlar mahlûktur veya sonradan ihdâs olunmuştur veya bilemem diye sükût etse veya şekketse o, kâfir bi’llâhtır. Çünkü iman, kalbin tasdikidir. Allah Teâlâ’nın mevcûdiyyetine, birliğine vesâir sıfat-ı zâtiyyesine ve sübûtiyyesine inanmak, iman cümlesindendir. Buna iman etmeyen, Allah’ı bilmiyor, cahil demektir ki Allah’a ve peygamberlerine inanmayan bir kâfirdir.
Kur’an, kelâmullahtır. Mushaflarda yazılı, kalblerde mahfûz, dillerde okunan ve peygamberimize inzal olunan bir kitab-ı mübîndir. Bu kitap, Allah Teâlâ’nın kelâmıdır. Bizim okuyuşumuz mahlûktur. Yazdığımız da mahlûktur, telaffuzumuz da mahlûktur. Zira bunlar, hep, biz mahlûkların işidir. Biz de mahlûk, işimiz de mahlûktur.
Mûsâ Aleyhisselâm, Allah Teâlâ’nın kelâmını işitti. Nitekim Kur’an-i Kerîm’de;
— «Allah Musa’ya da hitâb ile konuştu.» [2] buyurulmuştur.
[2] en-Nisâ: 164
Mûsâ Aleyhisselâm, Cenâb-ı Hakk’ın kelâmını, bulut kendisini gaşy etmiş olduğu halde işitirdi. Binâenaleyh, Kur’an’da zikrolunan kıssalar, haberler ve konuşmaları Cenâb-ı Hakk da ezelde biliyordu da sessiz, harfsiz söylemekteydi.
Cenâb-ı Hakk ezelde mütekellim idi. Yoksa Mûsâ Aleyhisselâm’a söylediği vakit değil. Sıfatı ezelî ve ebedidir.
Cenâb-ı Hakk aynı zamanda, ezelden; hâlık idi yoksa, insanları yaratmasıyla hâlık olmuş değildir. Mûsâ Aleyhisselâm’a söylediği zaman, ezelde sıfatı olan kelâmı ile söylemiştir. Sıfatlarının hepsi gerek zatî ve gerek fi’lî, mahlûklarının sıfatlarının hilâfınadır; ezelîdir, ebedîdir, nihâyeti de yoktur. Cenâb-ı Hakk’ın ilmi, bizim ilmimiz gibi değildir. Çünkü bizim ilmimiz, sonradan olan bir ilimdir. Allah Teâlâ’nın İlmî ise kadîmdir ve bakîdir.
Cenâb-ı Hakk’ın kudreti, bizim kudretimiz gibi değildir. Bizim kudretimiz hem hâdis hem de fânidir. Allah Teâlâ’nın kudreti ise hem kadîm hem de bâkîdir.
Allah Teâlâ görür, fakat görmesi bizim görmemiz gibi gözlerle değildir. Hakk Teâlâ konuşur, amma bizim konuşmamız gibi değil. Biz, dile, boğaza, hançereye muhtacız. Allah Teâlâ ise öyle şeylerin hiçbirisine muhtaç değildir.
Aynı zamanda Cenâb-ı Hakk işitir, lâkin bizim işitmemiz gibi kulakla falan değildir. Allah Teâlâ, kadîm olan işitme sıfatıyla bütün mahlukatının seslerini fısıltılarım dahi işitir, kulak ve âletlere muhtaç da değildir. Biz âlât ve kulaklarla zaman ve mekânın yakınlığı ve uzaklığı nisbetinde işitiriz. Lâkin Allah Teâlâ bunların hiçbirisine muhtaç değildir. Bizim harflerimiz, seslerimiz mahlûktur. Allah Teâlâ ise harfsiz, savtsız, mekân ve zamana muhtaç olmadan ezelî sıfatıyla söyler ve işitir; bu da mahlûk değildir. Bizim söylememiz ve işitmemizin ise hepsi mahlûktur.
Allah Teâlâ, şey tesmiye olunur, fakat, eşyâdaki gibi değil. Çünkü onun misli, nazîri, eşi yoktur. Şeyin manası sâbit ve me’vcûd’ olan demektir. Hakk sübhânehu ve Teâlâ ise cisim değildir. Çünkü her cisim bulunur ve her bulunan mürekkebtir, her mürekkeb de muhtaçtır, her cisim de bir vacibü’l-vücûda muhtaçtır.
Allah Teâlâ cisim olmadığı gibi cevher de değildir, araz da değildir, bir haddi de yoktur. Had, sonu olan bir şeye derler. Hakk Teâlâ’nın ise sonu yoktur.
Nazîri, misâli, misli, şeriki de yoktur.
Allah Teâlâ’nın eli, yüzü ve nefsi de vardır Kur’an’da zikrettiği gibi. Kur’an’da zikrettiği el, yüz Cenâb-ı Hakk’ın bilâkeyf sıfatlarıdır. Eli yerine kudreti veya nimeti denmez. Çünkü bu söz, Allah Teâlâ’nın sıfatını ibtâldir ve bu söz, Kaderiyye, Mu’tezîle sözüdür.
Lâkin eli, Hakk’ın bilâkeyf sıfatıdır. Gadabı ve rızası da Allah Teâlâ’nın bilâkeyf sıfatlarındandır. Allah Teâlâ eşyayı takdir ve kaza etmiştir. Lâkin bu yazı, hüküm olarak değil, belki vasfını beyan ile yazılmıştır:
(Meselâ: güzel, çirkin, uzun, kısa, büyük, küçük, az ve ya çok gibi evsâf, ahvâl ve ahlâkları yazmıştır. Yoksa falan mü’min, falan da kâfir diye hüküm olunmamıştır).
Kaza, kader ve meş’iyyet Allah Teâlâ’nın ezeldeki sıfatıdır ve bilâkeyftir.
(Yani, bu sıfatlar kitap, sünnet ve icmâ-ı ümmet ile sabittir. Te’vîlini Allah’dan başka kimse bilmez).
Allah Teâlâ, ma’dûm olanı, yokluk hâlinde dahi yok olarak bilir ve onu îcad ettiği vakit de nasıl olacağını da. Mevcûdu da vücûdu hâlinde nasıl mevcûd olduğunu bildiği gibi; nasıl fena bulup yok olacağını da bilir.
Allah Teâlâ yine bilir: ayakta olanı ayakta iken, oturanı da otururken. Bu bilme ile O’nun sıfatlarından, ilminden hiçbirisi değişmez, ilmi sonradan dahi olmuş değildir. Lâkin tağyir ve ihtilâf mahlûklarda hadis olur.
(Yani Allah Teâlâ eşyâyı, kadîm ve ezelî olan ilmiyle ezelde bilir).
İlmi değişmez, tağyir etmez. Allah Teâlâ halkı, küfürden ve imandan hâlî olarak yaratmıştır. Sonra da emirlerini ve yasaklarım nehiylerini bildirmiştir. Kâfir olan kendi fiiliyle kâfir olmuştur, yani ihtiyânyla küfrü iltizâm etmiştir.
İman eden de kendi fi’liyle, ihtiyânyla, arzusuyla iman etmiştir. İkrar ve tasdiki de Allah Teâlâ’nın tevfiki ve nusreti ile olmuştur.
Adem Aleyhisselâm’ın zürriyetini, onun sulbünden akıllı olarak çıkardı ve onlara iman ile emredip küfürden nehy eyledi. O zürriyyetler de Allah Teâlâ’nın Rabb oluşunu ikrar eylediler. Bu da onların imanı oldu. Ve onlar bugün sırasıyla o imanla doğarlar. Bundan sonra kâfir olanlar da fıtrî imanlarını tebdil ve tağyir ile kâfir olmuşlardır. Her kim iman edip tasdik eylediyse; fıtrî olan imanı sabit olmuş olur (ve bu fıtrî imanıyla daim olur).
Bu, şu meâldeki hadîs-i şerif ile sâbittir:
— «Her doğan, İslâm fıtratı üzerine doğar. Onu, ebeveyni Yahudi ise Yahudiliğe, Nasrani ise Nasrânîliğe, Mecusi ise Mecûsîliğe çevirirler.»
Bundan anlaşılıyor ki gerek Müslüman, gerek Hristiyan çocukları doğuşlarında Müslüman ve mümin doğarlar. Halkından hiç kimseyi iman veya küfre icbâr etmemiştir, yani mecbur etmemiştir.
İman ve küfür, kulun fiilidir.
(Yani küfür, iman, tâat ve isyan kulların fiilleridir).
Allah Teâlâ, kâfiri küfrü halinde kâfir olarak bilir. Sonra iman ederse, imanı hâlinde de onu mü’min olarak bilir ve sever. İlminden ve sıfatlarından bir şey tağyir etmez. Kulların bütün fiilleri, hareketleri, sükûnları hakikat üzere onların kendi kazançlarıdır. Yalnız Allah Teâlâ o fiillerin hâlıkıdır. Bunların hepsi Allah Teâlâ’nın iradesiyle, ilmiyle, kaza ve kaderiyledir.
Tâatların, ibadetlerin hepsi Allah Teâlâ’nın emriyle, kullarının üzerine vâcibdir ve Allah Teâlâ’nın bu ibadet ve tâatları sevmesi, rızası, ilmi, iradesi, kaza ve kaderiyledir. Me’âsînin, isyanların, günahların da hepsi yine Allah Teâlâ’nın ilmi, kaza, takdiri ve iradesiyle olup muhabbet ve rızasıyla değildir, emriyle değildir.
Enbiyâ Aleyhimüsselâm’ın hepsi büyük ve küçük günahlardan, küfür ve kabâhatlardan münezzehtirler. Zellelerin ve hataların olması mümkündür.
(Adem Aleyhisselâm’ın, Cennetteki men olunan ağaçtan yemesi, Mûsâ Aleyhisselâm’ın adamı döverken, dövdüğü adamın ölmesi.)
Ömerü’n-Nesefî, tefsirinde, zellenin enbiyaya atfedilmeyip efdali terk etmek daha lâyıktır demişse de, zelle gerek enbiya ve gerekse evliyalar için Allah Teâlâ’ya yakınlığa sebep olur.
Süleyman ed-Dâranî de der ki:
«Hata, Allah Teâlâ’ya sığınmaya ve O’na doğru dünyadan ve nefsinden kaçmaya başlıca vesiledir.»
Muhammed aleyhisselâm Allah Teâlâ’nın habîbi ve kuludur.
(Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem buyurur ki «Cenâb-ı Hakk İbrahim Aleyhisselâm’ı Halîlullah, İsa’yı Rûhullah, Mûsâ’yı Kelîmullah, Âdem’i Safıyyullah, beni de Habîbullah olarak istifâ buyurdu ve benimle kıyamet gününde Livaü’l-hamd sancağı vardır.»)
«Abdühû.» lafz-ı şerifiyle de sallallahu aleyhi vesellem Hazretlerini, nasârânın İsâ Aleyhisselâm’a yaptıklarından ve O’na Allah’ın oğlu diye isnâdda bulunmalarından korumuş ve O’nu: [3]
diyerek de medh ü sena buyurmuş. Binâenaleyh, en büyük şeref kulluk şerefidir.
[3] el-İsrâ: 1
Enbiyânın adedi 124000 olup Resuller ise 13’tür.
Resûlullah Efendimizi, Allah Teâlâ aynı zamanda seçip, ihtiyar etti ve O’nu tertemiz kıldı.
Cenâb-ı Peygamberi daha çocukluk devresinde iken onun terakkisine mâni olacak maddeler Cibril Aleyhisselâm tarafından yapılan ma’nevî bir ameliyat neticesinde içerisinden çıkarılmış ve sonra da altın taslar içinde zemzem suyu ile yıkanıp yerine bırakılmıştır.
Enes radıyallahu anh der ki:
— «Ben, O’nun (Resûlullah’ı kasdediyor) göğsünde dikiş eseri görürdüm».
Sallallahu aleyhi vesellem Hazretleri putlara hiç tapmamış ve Allah Teâlâ’ya da göz açıp kapayacak kadar da şirk koşmamıştır.
(Ne peygamberlikten evvel ne de sonra. Çünkü enbiya cehilden, ma’sûmdurlar. Hata, kusur ve günahların her nev’inden Allah tarafından korunurlar).
Büyük ve küçük günahları hiç işlememiştir.
Nâsın, peygamberlerden sonra en efdali Ebu Bekri’s-Sıddîk (R.A)’dır.
Ebu Bekr’den sonra, nâsın efdali Ömer b. el-Hattâb el-Fâruk radıyallahu anh’dir.
Efendimiz Sallallahu Aleyhi Vesellem:
«Her nebinin gök ehlinden iki ve yer ehlinden de iki veziri vardır. Benim, gök ehlinden vezirim Cebrail ile Mikâil aleyhimesselâmdır. Yer ehlinden de vezirlerim: Ebu Bekr ile Ömerdir».
(Resûlullah’ın hükmüne razı olmayan bir münafığın başını kestiği için kendisine Faruk denmiştir).
Sonra, Osman-ı Zi’n-nûreyn Hazretleridir.
(Sallallahu Aleyhi Vesellem Hazretleri evvelâ, kızı Rukiyye’yi nikâhına vermiş. Rukiyye’nin vefatı üzerine de ikinci kızı Ümmi Gülsüm’ü nikahlamıştır. O da vefat edince; «Üçüncü bir kızım daha olsaydı onu da sana nikahlardım» ifadeleriyle kendisini taltif etmiştir. Resûlullah’ın iki kızıyla evlendiği için kendisine «Zü’n-nûreyn» lâkabı verilmiştir).
Bundan sonra efdal-i nâs: Ali b. Ebi Talib el-Murtaza Radıyallahu Anh’tir.
(Onun hakkında Resûlullah Efendimiz:
«Sen, benim indimde Mûsa’nın yanındaki Hârûn gibisin. Yalnız benden sonra peygamber olmayacaktır» buyurmuştur).
Bunlar, hak üzere ve Hakk’la berâber âbidlerden idiler.
(Yani, Allah Teâlâ’ya sıdk. ihlâs, huşû’ ve huzû’ üzere idiler).
Biz, bunların hepsini severiz.
(Aralarını fark etmeyiz aralarında ayırım yapmayız. Bazısını sevip bazısını da sevmemezlik yapmayız; Rafızî ve Havâric gibi, ki Hz. Ali efendimize karşı isyan etmişlerdi).
Ashâb-ı Resûlullah’ın hepsini hayırla anarız.
(Allah Teâlâ kitabında medh ü senâ ettiği gibi. Hz. Ali kerremallahu veçhe ile Hz. Muâviye arasında cereyan eden hâdiseler içtihada mebnîdir. Efendimiz Sallallahu Aleyhi Vesellem de:
— «Benim Ashâbıma ikram ediniz, Çünkü sizin hayırlınızdırlar. Bundan sonraki Tabiîn ve Tebe-i Tabiîn’e de. Bunlardan sonra yalancılar zahir olur»).
Biz, hiçbir Müslümanı işlediği büyük günahlardan dolayı tekfir etmeyiz helaldir demedikçe.
(Haricîlerin yaptıkları gibi yapmayız. Onlar, tekfir ederler. Yalnız, işlediği günaha helaldir derse o zaman o da kâfir olur).
O günah işleyenden iman ismi giderilmez ve ona, hakikaten mü’min deriz. Ve câiz olur ki mümin-i fâsıktır, amma, kâfir değildir.
Fâsık —büyük günahları— işlemekle tâat-ı ilâhiyyeden çıkmıştır, ona mü’min de denmez kâfir de denmez. İman ile küfür arasındadır).
Mestler üzerine mesh etmek sünnettir. Teravih, ramazan gecelerinde sünnettir.
(Bu Râfızî’lere cevaptır. Çünkü onlar, terâvîhi inkâr ederler ve meshi de çıplak ayaklarına yaparlar).
Namazları, her iyi ve kötünün —mü’min olması şartıyla— arkasında kılmak caizdir.
(Keraheti, ümûr-i dîniyyeye dikkatsizliğindendir. Zira her kim, muttaki bir âlimin arkasında namaz kılarsa gûya, enbiyâdan bir nebinin arkasında kılmış gibidir. Herkim, nebilerin arkasında namaz kılarsa geçmiş günahları mağfiret olunur).
Biz, mü’mine günah zarar vermez demeyiz, Cehenneme girmeyecektir de demeyiz. Mü’min, günahı sebebiyle Cehennemde ebedi kalacaktır da demeyiz. Her ne kadar, fâsık da olsa dünyadan iman ile çıktıktan sonra Cehennemde ebedî kalmaz.
Yine biz, hasenatımız makbul, seyyiatımız da mağfurdur demeyiz. Bunları Mürci’e taifesi der. Lâkin biz deriz ki: işlediği ameller fesâddan ârî, küfür ve irtidâd ile ibtâl eylemedi ise ve dünyadan da iman ile çıktı ise Allah Teâlâ amelleri zayi etmez, belki kabul eder ve sevâb da verir.
Şirkten, küfürden maâda günahlardan tevbe etmeden ölürse; böyle bir kişi mü’min olarak ölür ve o kimse meş’iyyet-i ilâhiyyededir. Allah Teâlâ dilerse adâletiyle bir miktar azab edip sonra fazlıyla çıkarır, dilerse hiç azab etmeden affeder.
Amelinde riya olursa o riya, amelin sevabını iptal eder.
(Bir zerre miktarı riya karışan ameli Allah Teâlâ kabul etmez buyurulmuştur).
Ucub da böyledir.
Mucizeler, enbiya için muhakkaktır.
(Zira mu’cizeler, peygamberlerin peygamberliğine delil ve alâmettir).
Kerametler de evliya için haktır. Lâkin Allah düşmanlarından, Fir’avn, İblîs Deccâl ve onların benzerlerinden zuhur eden harikalara biz keramet demeyiz.
(Zira, keramet evliya için ihsan-ı ilâhî’dir).
Allah Teâlâ, mahlûkunu halk etmeden evvel de yine Hâlık idi. Kullarına rızıklarını vermeden evvel de yine Rezzak idi.
(Diğer sıfatları da hep böyledir).
Allah Teâlâ, ahirette görülür ve mû’minler de Cennette oldukları halde Allah Teâlâ’yı baş gözleriyle görürler. Teşebbüssüz ve bilâkeyf hem de Allah Teâlâ ile mahlûku arasında mesafe olmaz.
(Cihet, mekân ve mukabele de olmaz).
İman, ikrar ve tasdiktir.
(Dilin ikrarı, kalbin de tasdiki lâzımdır. Allah Teâlâ birdir, şeriki yoktur. Sıfat-ı zâtiyye ve fi’liyyesiyle mevsûftur. Muhammed Resûlullah O’nun nebisidir. Şeriat ve kitabıyla meb’ustur. Yalnız, dil ile ikrar etmesiyle iman olmaz. O zaman bütün münafıkların da mü’min olması lâzım gelir. Yalnız Allah’ı bilmek ve Resûlunu bilmek de kâfi gelmez. O zaman bütün ehl-i kitabın da mü’min olması lâzım gelir. Çünkü onlar da hem Allah’ı bilirler hem de Resûlullah’ı. Fakat, ikrarları olmadığı için bu bilmek onlara da fayda vermedi. Ümmet-i Muhammed’den olmak isteyen kimseye layık olan:
deyip kalbiyle de tasdik etmesidir, ancak bununla iman tahakkuk eder. Sonra namaz, oruç, hac ve zekâtı da kabul ederse imarımda sabit olur. Eğer kabul etmezse kâfir olur. O zaman o tevhidin de faydası olmaz).
Yer ve gök ehlinin imanı; inanılması lâzım gelen şeylere inanmakta ziyade ve noksan kabul etmez. Ancak yakîn ve tasdik cihetinden ziyade veya noksan olur.
(Meleklerin imanıyla ins ve cinnin imanı dünya ve ahirette ziyade veya noksan kabul etmez. Çünkü bir insan: Ben, Allah’a ve Allah’ın indinden gelen her şeye; Rasûlullah’a ve Rasûlullah’dan gelen her şeye inandım ve iman getirdim deyince mü’min olur. Eğer bazısına inanıp bazısına inanmazsa; meselâ: ahirete ve öldükten sonra dirilmeğe veya hesap ve mizana veya Cennet, Cehenneme, bunlardan birisine dahi inanmazsa kâfirdir. Ha hepsine inanmamış veya bazısına inanmamış, müsavidir, küfürdür. Hakka kâfirdir demişler).
Müminlerin imanı, iman edilecek şeylere imanda ve tevhîdde müsavidir.
(Amellerde ise birbirlerinden farklıdır. Amel-i sâlihler, imandan cüz değildir. Çünkü amel artar ve eksilir. Lâkin, iman ne artar ne de eksilir. Bazısı beş vakit namazı kılar, bazısı yarısını kılar, bazısı bütün ay oruç tutar, bazısı yarım ay tutar. Hepsinin namazı da orucu da sahihtir. Diğer ameller de böyledir.
Lâkin iman böyle değildir. İman edilmesi lâzım gelen şeylerden hatta birisine bile inanılmazsa iman sahih olmaz. Meselâ: oruç tutan kimse yarım gün oruç tutsa olur mu?
El-cevap: olmaz!
Öyle ise, iman bir bütündür, hepsine birden inanmak lâzımdır ki iman olsun. İslâm ise: Allah Teâlâ’nın emirlerine teslim ve inkıyâddır.
İslam’ın manası: Ahkâm-ı ilâhiyye ve farzlara ve haramlara ve Allah Teâlâ’nın hükümlerine rızadır).
Lügat cihetinden iman ile İslâm arasında bir fark varsa da; İslamsız iman olmaz. İmansız da İslâm bulunmaz.
(Çünkü, İslâm bihasebişşer, Allah’ın emirlerine teslim ve inkıyâddır. Bu da ancak, ikrar’ve tasdikten sonra bulunur. Mü’min olsun da Müslüman olmasın olamaz. Müslüman olsun da mü’min olmasın, bu da olamaz).
İman ile İslâm içle dış gibidir.
(Yani, birbirlerinden ayrılmayan iki unsurdur, imanla İslâm birbirlerinden ayrılamazlar).
Din, iman, İslâm ve şeriatın hepsine denir.
(Din, bir kelimedir ki kullanılışına göre bazan iman, bazan İslam murad olunur. Bazan da şeriatın murâd olunduğu vakîdir).
Biz, Allah’ı hak ma’rifetle biliriz. Kendini kitabında anlattığı gibi cemi’ sıfatlarıyla öylece biliriz. Hiç bir kimsenin Allah Teâlâ’ya lâyıkı veçhile ibadete gücü yetmez.
(Çünkü ibadet, Allah Teâlâyı iclâl ve ta’zîmdir, bunun da nihâyeti yoktur. Kimsenin de Allah Teâlâ’ya lâyıkıyla ibadete kudreti yetmez. Allah Teâlâ’nın verdiği sevab da hesabsızdır. Kulların amelleri ise hesablıdır. Beş vakit namaz, muayyen oruç vesaire gibi.
Yine hiçbir kul, Allah Teâlâ’nın verdiği nimetlere hakkıyla şükretmeğe kâdir olamaz. Zira, şükür mahdûddur. Allah Teâlâ’nın nimetleri ise sayılmakla bitmez.
Lâkin biz, kitap ve sünnet üzere ibadet ederiz. Mü’minlerin hepsi ma’rifet, yakîn, tevekkül, muhabbet, rıza, havf, reca ve imanda müsavidirler, birdirler, eşittirler.
Ma’rifet: Lügatta ilme derler. İstılahta ise: Allah Teâlâ Hazretlerini esmâ ve sıfatlarıyla sıdk ile bilmeğe derler.
Yakîn: Lügatta kendisinde şek ve şüphe olmayan ilme derler. Istılahta ise, hüccet ve burhana ihtiyaç olmadan iman kuvvetiyle hakikati görmektir.
Yâkîn üç kısımdır.
Bizim tâbirimizle meselâ: Baklavayı târif eyleyebilmek ilme’l-yakîn’dir. Sonra tepside yapılmış olarak görmektir ki buna da ayne’l-yakîn derler. Bir de yiyerek bilip görmektir ki buna da hakka’l-yakîn derler.
Tevekkül: Allah Teâlâ’nın vereceklerine tamamıyla itimâd etmektir.
Ye’s: Mahlûkun elindekilerden ümîd kesmektir.
Muhabbet ise, lügatta dostluk anlamına gelir. Istılahta; Kulun Allah Teâlâ’ya olan muhabbetinin kalbte bulunan hali ve eseridir ki tarifi mümkün değildir. Kulun Allah’a muhabbeti O’na ve O’nun emirlerine ta’zîm ve rızasını istemekte sabrı kalmaz. Yani Allah’dan ayrılığa sabrı kalmaz ve Allah Teâlâ’nın zikriyle dâima ünsiyyet peydâ eder.
Rıza ise, kalbin, belâ ve musibetlere karşı sabrı, kazâ-i ilâhiyyeye karşı sürür ve sevincidir.
Havf ise, mekrûh olan (sevimsiz, istenmeyen) şeylerin gelmesinden veya sevginin elinden çıkmasından korkmak.
Recâ da lügatta emel; ıstılahta, kalbte istikbâl sevgisinin husûlüdür.
Recâ ve havf ancak birbirleriyle tamam olur. Korkusuz ümîd, recâ, emn ve gurur verir, ona recâ demezler. Recâda da korkunun bulunması lâzımdır. Korkusuz recâ kanûta yani Allah’ın rahmetinden ümid kesmeğe sebeb olur.
(Mü’minler, imanın dışındaki amellerde ayrı ayrıdırlar. Allah Teâlâ kullarına istihkaklarının üstünde adaletiyle ihsanlarda bulunur).
Her amelin mükâfatı, ondan yedi yüze kadar artar. Bazan da hesabsız verir. Bu da onun fazl u keremidir. Bazan da adliyle ıkab ve ceza yapar. Bazan da fazlıyla affeder, ister büyük günahlar olsun ister küçük günahlar olsun.
Enbiyânın şefaati haktır. Peygamberimizin, ümmetinden büyük günah işleyenlere ve kendilerine ıkab icâb edenlere şefâatı haktır. Şefaat, bazan Cehenneme girmemek ve bazan da Cehennemden kurtarmak içindir. Kıyâmette şefâatcılardan —bâhusûs— üçü meşhûrdur.
Enbiyâ, ulemâ, şehidler. Daha sonra hakiki hâfızların ve çocukların ebeveynlerine şefâatları zikrolunur. Fakat çocuklara «akîka» kurbanı kesmek şartıyladır.
(Peygamber sallallahu aleyhi vesellemin havz-ı kevseri haktır. Kıyâmet gününde hasımlar arasında kısas haktır. Eğer hasenatı yetmezse alacaklı olanın seyyiâtı onun (yani haksızlık edenin) üzerine yüklenir. Bu da haktır ve caizdir).
Müflis, bilir misiniz kimdir? Müflis o kimsedir ki namaz, oruç, zekât, hac gibi çok hasenatla gelir. Fakat, şunun, bunun alacakları var veya şuna, buna sövmüş, dövmüş, arkasından gıybet etmiş; işte sevaplar bunlara verilir. Yetmediği takdirde mazlumların günahları o zalimlerin, haksızlık yapanların üzerine yüklenir. Bu sefer de Cennet yerine Cehennemi hak etmiş olur ki ne kadar acıdır.
(Cennet ve Cehennem bugün hazır, yaratılmış ve onlara yokluk gelmez. Gelse de muvakkatandır).
Hûrîler de ebediyyen ölmezler.
Allah Teâlâ’nın sevap ve ıkabı dâimidir. Allah Teâlâ dilediğine fazlıyla hidayet eder. Dilediğini adliyle idlâl eder.
Dalâletin manası, hazelân demişler. Yani, Allah Teâlâ onu rızasına muvâfık amellere muvaffak eylemez demektir. Bu da Allah’ın adlidir. Bu idlâl ve hazelen, ma’siyyet üzerine ukûbet, Allah Teâlâ’nın adaletidir, zulüm değildir. Zira Allah Teâlâ’nın kulunu rızasına muvaffak kılmayışı zulüm değildir. Çünkü zulüm, bir şeyi yerine vaz’etmemektedir, Allah Teâlâ ise mülkünde mutasarrıftır.
Şeytanın imanı selbeder olduğunu söylemek câiz değildir. Yani şeytan, imanı zorla, cebr ile alamaz. Belki kul imanı terk eder. O zaman şeytan elbette alır.
Suâl-i Münker ve Nekîr haktır ve kabirde olacaktır. Kabirde ruhun cesede iade olunması da haktır. Kabrin mevtayı sıkması ve azab olunması da haktır. Kabir azabının küffarın hepsine ve günahkâr mü’minlere olması da haktır ve caizdir.
Ulemanın farisî olarak zikrettiği her şey —yani Allah Teâlâ’nın isminden ve sıfatından— câizdir. Yalnız el kelimesinin Arapçadan gayri bir lisana tercemesi caiz olmaz: «Dest-i Huda» demek câiz değildir. Fakat: Be rûy-ı Azze ve celle demek teşbihsiz ve keyfiyyetsiz câizdir.
Allah Teâlâ’ya yakınlık ve uzaklık izafeti mesafenin uzun veya kısalığı demek değildir.
(Bunlar, Cenâb-ı Hak hakkında tasavvur olunamaz).
Lâkin, kurbiyyet Allah’ın kuluna verdiği keramet ve kemâldir. Uzaklık tabiri de «hevan» kelimesiyle ta’bîr edilmektedir ki Türkçede hor, hakir, zelil, fezâhat ve denâet kelimeleriyle karşılanır.
Muti’, Allah’a bilâkeyf karîbtir. Asî de bilâkeyf Hak’tan uzaktır. Uzaklık, yakınlık, ikbâl kullara ait kelimelerdir.
Bunun gibi, kulun Cennetteki komşuluğu ve Hakkın huzurundaki duruşu bilâkeyftir.
İmam Gazali rahmetullah der ki; «Yakınlık ve uzaklık hayvanata mahsûstur. Kemâlâta erişen, mekârim-i ahlâk ile tahalluk eden, sıfatıyla yakın olur, yoksa zatıyla demek değildir».
Kur’an-ı Kerim, Resûlullah Sallallahu Aleyhi Veselleme nazil olmuş ve mushaflarımızda yazılmıştır. Kur’ân ayetleri Allah Teâlâ’nın kelâmıdır. Hepsi fazilette ve azamette müsâvidir. Yalnız bazısında hem zikir hem de mezkûr fazileti vardır. Meselâ: Âyetü’l-Kürsî gibi ki, hem zikir hem de Allah Teâlâ’nın celâl ve azamet sıfatları da zikrolunmaktadır. Onun için bu gibi ayetlerde iki fazilet vardır.
Enbiya ve velilerin zikirleri de böyledir. Bazı ayetlerde ise yalnız zikir fazileti vardır küffarın kıssaları gibi. Küffarın zikrinde fazilet yoktur (bu gibi ayetlerde yalnız ayetin kırâatındaki fazilet vardır).
Bütün esmâ ve sıfat, azamet ve fazilette müsâvîdirler, aralarında hiç fark yoktur.
Resûlullah’ın vâlideleri câhiliyyet devrinde câhiliyyet üzere ölmüşlerdir. Yani İslam’dan evvel ölmüşlerdir. Babası, Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem annesinin karnında henüz altı aylık iken; vâlideleri de sekiz yaşlarında iken ahirete göçmüşlerdi. Ekseri kitaplarda Cenâb-ı Hakk onlara bir hayat ihsan etmiş ve peygamberimizin getirdiği dini kabul ile tekrar eski ahiret hayatına dönmüşlerdir.
Sonra, İslamiyet’ten evvel İsâ Aleyhisselâm’ın dini mer’iyette idi. Binâenaleyh, İslam’dan evvel ölenler de yine İsa Aleyhisselâm’ın hak dini olan İslâm üzere ölmüşlerdir. Yalnız, İsa Aleyhisselâm’a Allah’ın oğlu diyenler müstesnadır. Ve yine Allah üçtür diyenler de müstesnadır.
Peygamber (S.A.S)’m: Kasım, Tahir, İbrahim adlarında üç oğlu; Fâtıma, Rukiyye, Zeyneb ve Ümm-i Gülsüm isimlerinde de dört kızı vardı.
Resûlullah, Hz. Hadîce ile 25 yaşında iken evlenmiş ve ondan altı evlâdı dünyaya gelmiştir.
Mâriye hâtûndan Medine-i münevvere’de İbrâhim dünyaya gelmiş ve süt emer olduğu devrede ölmüştür.
İnsan, akaidinde müşkil bir mevkide kalırsa (indallah doğru olana inandım demelidir). Ta ki âlim buluncaya kadar, bulduğu anda müşkülünü o âlimden sorup öğrenmelidir, bu sorup öğrenmeyi te’hîr câiz değildir. Bu ilmi ona öğretmek de farzı ayındır.
İman ilmini öğrenmek farz olduğu gibi; imanı gideren ve küfrü getiren ilimleri, yani insanların imanlarının ellerinden gitmesiyle küfre düşmelerine sebep olacak olan ilimleri öğrenmek her mü’min-i muvahhide farz-ı ayındır ve bu ilmi talep her zaman, ölüme kadar sürer. Bu ilim Çin’de dahi olsa oraya kadar gidip öğrenmek lâzımdır. Bu, hiçbir suretle mazeret kabul etmez, öğrenmezse küfre gider Allah esirgesin.
Mi’rac-ı Resûlullah haktır. Mekke’den Kuds-i Şerif’e kadar olan kısım Kur’an-i Kerim ile sabittir, inkârı küfrü mucibdir. Kudüs’ten semâvâta urûcunu inkâr ise bid’attır, dalâlettir. Bu mir’ac, cesediyle yakaza hâlinde olmuştur. Tevâtüre karib haber-i meşhûr ile sabittir ve hicretten bir sene evvel olmuştur.
Hurûcü’d-deccâl, Ye’cüc ve Me’cüc, güneşin garbtan doğuşu, İsa Aleyhisselâm’ın semadan nüzulü ve sair alamât-ı kıyâmet —ki haberlerde vârid olmuştur— cümlesi haktır ve olacaktır. Allah Teâlâ dilediğini sıratı müstakime hidayet eyler.