KİTABA DAİR
— Yayınevi
Mehmed Zahid Kotku (Rahmetullahi Aleyh)
Merkez: Selânik cad. 49/1 - Kızılay - ANKARA - Tel: 25 24 43
Şube: Hacıbayram Cad. 12 – Ulus - ANKARA - Tel: 12 65 28
Şube: Feyzullah Ef. Sok. 6 - Fatih - İSTANBUL - Tel: 524 16 00
SEHA NEŞRİYAT: 19
Sohbet Serisi: 9
Kapak: Göze Grafik
Kapak baskısı: Temel Matbaası
Dizgi: Türkiyat Matbaacılık
Baskı: Gümüş Basımevi
Cilt : Acar matbaacılık tesisleri
İSTANBUL - 1985
— İçindekiler
— Önsöz
Cömertlik, Allah’ın verdiği nimetlere şükretmek, istenmeden vermek, karşılığında da hiç bir menfaat beklememektir. Fakirlik halinde aza kanaat getirmek, zenginlik halinde ise infak ederek ihtiyaç sahiplerinin ihtiyaçlarım gidermek, Allah’a ve kullarına yakınlık kesbetmektir. Zıddı cimriliktir ki; bencillik ve fakirlik korkusuyla aşırı mal biriktirme hırsından kaynaklanır. Allah’dan ve kullarından uzaklaşmaya, Cehennem’e yakın olmaya sebep olur.
Türkçedeki cömertlik kavramına karşılık olarak; Arapçada SEHA, CÛD ve ÎSAR kelimeleri kullanılmaktadır. Bu üç kelime cömertliğin üç ayrı mertebesini ifade eder. Eldeki malın bir kısmını verip, bir kısmını kendisine alıkoymaya Seha, çoğunu Allah için harcayıp, az bir miktarını kendisine bırakmaya Cûd, hayatın zaruret ve meşakkatlerine tahammül ederek canla ve malla Allah için seferber olmaya ve kardeşlerini nefsine tercih etmeye de İsar denir. Cömertliğin en üstün ve Allah katında en makbul derecesi de budur.
Zira insanın başkaları için canını ortaya koyması, açken doyurması, muhtaçken başkalarının ihtiyacına koşması büyük bir imanı gerektirir.
Cömertlik kavramını bu şekilde açıklığa kavuşturduktan sonra, cömertlik ahlâkının adabı ve bazı önemli temel prensipleri şöylece özetlenebilir:
Her şeyden önce yardımlaşma, Allah için, Allah yolunda olmalıdır. Gayri İslâmî kurum, kuruluş, müessese ve şahıslara yönelik harcamalardan şiddetle kaçınılmalıdır.
Cömertlik ahlâkı «Mülk Allah’ındır» şuuru üzerine inşa edilmiş olup veren Allah’ın malından vermekte, alan da Allah’ın malından almaktadır. Dolayısıyla, cömertlik yapanın, alan karşısında bir üstünlüğü yoktur.
Malın iyisi alıkonulup, kötüsü asla infak edilmemelidir. Malın en iyisinden ve ihlasla, gerektiğinde gizlice, gerektiğinde açıktan infak edilmeli, verilenler karşısında içten içe bir kaygı duyulmamalıdır. İnfak edilen şeylerin başa kakılması, ve alana eziyet edilmesi bütün sevapları alıp götürdüğü gibi, insanı Allah rızasından da mahrum eder.
Dikkatleri üzerine çekmek, halkın nazarında büyüklük taslamak, ve gösteriş için yapılan intaklar, Allah’ın rızasından uzaklaştırır. Kin ve intikam duygularını kamçılamakla birlikte, zengin ve fakir arasında uçurumlar oluşturur. İslâm’da bu problem çözülmüş olup, mü’minlerin gönüllerine ve zihinlerine «Herkesi Allah’ın rızıklandırdığı» şuuru iyice yerleştirilmiştir.
Diğer yandan Allah kullarına infak etmeyi emrederken, cömertlikleriyle, müslümanların himaye edilmesini, kötülük ve şerlerin, bozgunculuk ve fesadın def’ini, yine müslümanlara yönelik zararlı faaliyet ve çalışmaların bertaraf edilmesini amaçlamıştır. İnsanlığı İslâm’dan uzaklaştırma çalışmaları suçların en büyüğü olarak karşımızda durmakta ve her müslümanın bundan payına düşen bir günah bulunmaktadır.
İslâm mensuplarına cömertliği, zekâtı ve sadakayı; fakirleri, akrabayı, kimsesizleri gözetmeyi, onların elinden tutmayı öğütlerken, toplumda inşa etmeyi istediği İçtimaî ve İktisadî hayatın temellerini atmıştır. Böylece cemiyet birbirini seven, birbiriyle yardımlaşan âhenkli bir aile yuvasına dönüşüyor. Kardeşlik hukuku birlik ve beraberlik şuuru güçlendirilerek takviye ediliyor, fertler, tek bir vücudun tek bir sosyal bünyenin bölünmez birer unsuru, birer uzvu olarak bütün içindeki yerlerini alıyorlar.
Şimdiden ve geleceğin toplumunda, refah seviyesinin belirli bir düzeyde tutulabilmesi, ve fakirlik probleminin çözümü elinizdeki kitapta canlı ve müteharrik kıssalar halinde sunulan sosyal dayanışma ve yardımlaşma esaslarıyla gerçekleşebilir.
Muhammed Zahid b. İbrahim el-Bursevî’nin eserlerinden derlenen bu küçük risalede; cömertliğin ne demek olduğunu, derecelerini, hududunu ve Sahabenin, büyük zatların cömertlikleriyle ilgili çarpıcı örnek davranışlar ve izahlar bulacaksınız.
Cenâb-ı Hak cümlemizi, Allah ve Resulünün, salihlerin, sadıkların ve dostlarının yolundan ayırmasın. Amin.
MUHTAÇLARIN İHTİYACINI GİDERMEK
— Muhtaçların İhtiyacını Gidermek
Allah Teâlâ hazretleri: «Ben cömerdim, kerîmim, bana leîm olanlar yaklaşamazlar» buyurmuşdur.
Leîm, hasis ve soyu bozuk mânâsınadır. Bu hal de küfürdendir. Küfrün yeri ise Cehennem’dir. Cömertlik ve kerem, îmândandır. Ehl-i imânın yeri de Cennet’tir.
Hazret-i Huzeyfe (r.a.) dininde Hak’dan uzaklaşan maişetinde bilgisi olmayan, akılsız olup bir işe veya san’ata muktedir olmayan kimselerin bile cömertlikleri sebebiyle Cennet’e gireceklerini bildirmiştir.
Allah Teâlâ bir kuluna hayır murad ederse onu, insanların ihtiyaçlarını gidermeye memur eder. Cennet’e girmeye sebep olacak amellere delâletini isteyenlere, Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem hazretleri: «Bol bol selâmı açıklayın, güler yüzle konuşun ve yemek yedirin» diye buyurmuşlardır.
Cömertlerin kusur ve hatalarıyla ilgilenmeyiniz. Çünkü onlar kusur yapdıkça Allah Teâlâ onların ellerinden tutar. Yani affedilmelerine vesileler kılar. Yemek yedirenlerin rızıkları ve kısmetleri, deve hörgücüne vurulan bıçaktan daha çabuk gelir ulaşır.
Allah Teâlâ, yemek yedirenlerle, meleklerine iftihar eder. Kendisi cömert olduğundan, cömertleri ve güzel ahlâklıları sever. Sözlerin âdisini hoş görmez.
Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz, İslâm üzerine kendisinden ne istenirse onu muhakkak verirdi. Hattâ bir kere bir adama, iki dağ arasındaki bütün koyunları vermişdi. Adam kavmine vardı. «Ey kavmim hemen müslüman olun. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem hazretleri, fakirlikten korkmayan insanlar gibi ihsan etmektedir,» demiştir.
Allah Teâlâ hazretleri, kullarının faydalanması için bazı kullarını memur etmiştir. «Menfeatlere hasislik eden kimselerden me’muriyetlerini alıp başkasına verin» buyurulmuşdur. Yani, «kulların menfeatine yaramayan hasislerin elinden servetini alıp başkasına verin» demekdir. Cömertlerin yemeği dertlere devâ, bahillerin yemeği de dertlere sebep olur.
İsâ aleyhisselâm, «ateşin yiyemeyeceği şeyleri çoğaltınız» buyurmuştur. O nedir diye sormuşlar «Ma’rufdur» demiştir, (yani, hayırlar, ikramlar, ihsanlar.)
Cennet cömertlerin yeridir. Câhilin cömerdi bile, hasis olan âlimden iyidir.
Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem hazretleri: «Ümmetimin evliyaları, Cennete fazla oruçlarıyla ve fazla namazlarıyla değil, belki nefislerindeki cömertlik, içlerinin temizliği ve müslümanlara nasihatleriyle girerler.» İkram ve ihsanlarını kullardan esirgemeyen insanlara, Allah’ın rahmeti öyle erişir ki, çorak yerlere düşen yağmurlarla oralar nasıl hayat bulursa, bunlar da öyle bir hayata kavuşurlar.
Her ma’ruf bir sadakadır. İnsanın nefsine ve ehline olan infakı da sadakadır. Irz, nâmus ve şerefin muhafaza ve müdâfaası için verilen şeyler de sadakadır. Kişinin infak ettiği sadakaların mukabilinde Allah Celle ve Alâ tarafından kendine karşılığının verileceği bedîhîdir. Bütün hayırlar sadaka olduğu gibi, hayırlara delâlet eden de sadakayı veren gibidir.
SEHA, CÜD VE ÎSÂR
— Seha, Cüd ve İsar
Cûd ve sehâ, lügatte aynı manâya gelir. Yani, cömertlik demekdir. Sahi diye malının bir kısmını fî-sebîlillah verip bir kısmını da kendisine alıkoyan kimseye denir. Cûd ise, çoğunu verip, azını kendine alıkoyandır.
İsâr ise meşakkat ve zaruretlere tehammül ile bi’l-kuvve cömertlik etmektir. Bunun için îsâr, mertebelerin en yükseğidir. Cenâb-ı Hak bir âyet-i kerîmesinde bunları övmüş ve medh ü senâ etmiş, müflihundan olduklarını beyân etmişdir. Sahi Allah’a yakın, kullara da yakın, aynı zamanda Cehennem’den uzak olandır. Bahil ise, bunun zıddıdır. Yani Allah’dan da kullardan da uzak, Cehennem’e yakın olandır.
Cömertlik derecelerinin en yükseğine îsâr denir ki kendisi muhtaç olduğu halde, malıyla, canıyla başkasına yardım etmek demektir.
Sehâ ise, muhtaç olana ve olmayana ihsan etmektir. Kendisinin ihtiyacı olduğu halde başkalarını tercih etmek, elbette daha alâ ve daha zordur.
Bahîl, ihtiyacı olduğu halde yemeyen, hasta olduğu zaman tedâvî olmayan ve arzularını bahîlliği sebebiyle yerine getirmeyen ve bedava bulduğu zaman da yemekde tereddüd etmeyendir.
Buna mukabil, kendi ihtiyacı varken başkalarını nefsine tercih edip, onların hacetlerini görmek ve onları doyurmak, giydirmek ve sair ihtiyaçlarına bakmak, ne büyük bir fazilettir. İkisi arasındaki fark, apaçık meydandadır.
Cenâb-ı vacibü’l-vücûd hazretleri, eshâb-ı kirâm (r.a.) hazretlerini, bu yüksek vasıflarından dolayı, Kur’an-ı Azîmüşşan’da övmüşdür. Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem hazretleri de, «Arzularından herhangi birini red eden ve başkasını nefsine tercih eden kimsenin mağfiret-i ilâhîyeye mazhar olacağını» beyan buyurmuşlardır.
Hazret-i Âişe (r.a.) validemiz, Resûlullah Efendimiz hazretlerinin üç gün birbiri üzerine karınlarını doyurmadıklarını ve bunun dünyadan ayrılıncaya kadar böyle olduğunu bildirmiş ve «eğer isteseydik, Cenâb-ı Hâk herşeyi emirlerine amade kıldığı halde, biz yine başka ihtiyaç sahiplerini nefsimize tercih ederdik» buyurmuşlardır.
Birgün Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem hazretlerine bir misâfir gelmişdi. Aileleri yanında misâfire ikram edilecek birşey olmadığını söyleyince, ensardan bir zât (Talha (r.a.) olduğunu sanırım) misâfirleri evine götürmüş. Onun da evinde ancak kendilerine yetecek kadar yiyecekleri olduğundan, onu misâfire ikram etmişler ve sofrada bir şey yemediklerini misâfire göstermemek için ışık yakmamışlar, ellerini boş olarak yemeğe uzatıp çekmişlerdir. Sanki yiyorlarmış gibi yaparak misâfiri doyurmuşlardır.
Sabahleyin Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz, bu hareketlerinden Cenâb-ı Hakkın râzı olduğunu kendilerine tebşir etmiştir. Şu âyet-i kerîmenin de bu sebeple nazil olduğu bildirilmiştir:
«Muhâcirlerden önce, Medine’yi yurt ve îman evi edinenler, kendilerine hicret edip gelenlere sevgi beslerler. Onlara verilen şeylerden dolayı nefislerinde bir kaygı duymazlar. Kendilerine ihtiyaç bile olsa, (onları) nefisleri üzerine tercih ederler. Kim de nefsinin cimriliğinden korunursa, işte bunlar, felâha kavuşanların tâ kendileridir.» [1]
[1] Haşr Sûresi, âyet: 9.
Cömertlik ahlâk-ı İlâhiye’den bir ahlâkdır. İsâr ise, sehânın en yüksek derecesidir. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimizin edeb ve usûlleri de böyleydi. Onun için Cenâb-ı Hak «Muhakkak sen, pek büyük bir ahlâk üzerindesin» [2] diye övmüşlerdir.
[2] Kalem Sûresi, âyet: 4.
Sehl İbn-i Abdullah (k.s.) hazretleri buyururlar ki, Musâ aleyhisselam, Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem Efendimizin ve ümmetinin bazı derecelerinin kendisine gösterilmesini istemiş de, Cenâb-ı Hak Celle ve alâ hazretleri buyurmuşlar ki: «Yâ Mûsâ sen buna tâkat getiremezsin. Lâkin sana Cennetteki menzillerinden bir menzili göstereyim de, senin ve bütün halkın üzerine onların faziletlerini anlayasın.»
Melekût ü semâvât açılarak Cennetteki menzilleri gösterilmişdir. Hazret-i Mûsâ, oradaki nurun ve Hakk’a yakınlıkların yüksekliğinden âdeta hayran olarak demişler ki: «Yâ Rab, bu keramete bunlar ne sebeble ulaşdılar.»
Cenâb’ı Hak da buyurmuşlar ki: «Sîzlerin arasından ona vermiş olduğum husûsî bir ahlâk iledir ki, o güzel ahlâk da isâr denilen, sehânın yüksek derecesidir. Yâ Mûsâ, bu güzel ahlakla her kim huzuruma gelirse, onu hesaba çekmekten hayâ ederim ve Cennetimi de onun arzusuna terk ederim.»
— Sehâ, Cûd ve îsâra Misaller
Cömertliğiyle meşhur Abdullah bin Cafer (r.a.) bir hurma bahçesine girmişler. Siyâhî bir kölenin orada çalışmakta olduğunu görmüşler. O sırada bahçenin sahibi de gelmiş, köleye üç parça ekmek verip gitmişti. Bu üç parça ekmek kölenin günlük ücreti idi. Neredense oraya bir köpek geldi. Köleye yaklaştı. Köle ekmeğinin birini ona verdi. Hayvan onu yedi, fakat doymadı. Bir parçasını daha verdi. Onu da yediği halde, yine bekliyordu. Köle son parçayı da verdi. Hayvan onu da yiyince gitti. Bu hali merak eden Abdullah bin Cafer (r.a.) köleye sordu:
«— Günlük ücretin nedir?» Cevâben:
«— Hergün şu gördüğün üç parça ekmektir» dedi.
«— O halde niçin bütün gıdanı köpeğe verdin?» dedi. Köle de dedi ki:
«— Bizim buralarda köpek bulunmaz, anladım ki bu hayvan uzaklardan gelmiştir ve açtır. Onu kovmak hoşuma gitmedi.»
Bunun üzerine:
«— Peki sen ne yiyeceksin dedim?»
«— Yarına kadar karnımı sıkar ve sabr ederim» dedi. Abdullah bin Cafer (r.a.):
«O zaman anladım ki, bu köle benden cömerttir.»
Bunun üzerine Abdullah bin Cafer (r.a.) o bahçeyi bütün alât ve edevatıyla beraber satın alıp, köleyi âzâd ederek bahçeyi de ona hediye etti.
Hazreti Ömer (r.a.), ashâb-ı Resûlullah’dan bir muhtaca, pişmiş bir koyun başı ikram etmişler. Bu zât ise, «falan kimse benden daha muhtacdır» diyerek başı ona göndermiş, o da kendisinden daha muhtaç olan bir diğerine... böylece baş yedi ev dolaşmış, her biri «o benden daha muhtacdır» diyerek diğerine göndermişler. Bu suretle de kerem ve kanâ’atlerini göstererek âlem-i İslâm’a kıyâmete kadar örnek olmuşlardır.
Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) hazretleri, Mekke-i Mükerreme’den Medîne-i Münevvere’ye hicretleri esnasında, düşmanların kurmuş oldukları tuzakdan, Cenâb-ı Hakk’ın vahyi ile haberdar olunca, Hazreti Ali (k.v.)’yi kendi yataklarına yatırarak, düşmanlarla muhâsara edilmiş olan evin içinden çıkıb, üzerlerine bir avuç toprak serptiler.
Onları gaflet uykusu basdığı sırada aralarından rahatça geçerek Hazreti Ebû Bekir (r.a.) evine gidip, oradan birlikte hicret yolculuğuna çıktılar. Bunun üzerine Allah Teâlâ Hazretleri, Cebrâil ve Mikâil aleyhisselamlara, «ben sizi birbirinizle kardeş ettim ve birinizin ömrünü diğerinden fazla kıldım. İmdi hanginiz kardeşinin ömrünün daha uzun olmasını istemekde ise söylesin sizleri muhayyer kıldım.» Buyurdu.
Fakat bunların ikisi de birbiri için tercih yapamayıp, her ikisi de uzun ömüre talib oldular. Bunun üzerine Cenâb-ı, Hak bunlara vahy etti ki, Ebû Tâlib’in oğlu Ali (k.v.) kadar olamadınız. Onu ben, Habîbim Muhammed (Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem) ile kardeş ettim de, o Habîb’imin hayâtını, kendi hayâtına tercih etti ve nefsini fedâ ederek onun yatağına yattı. Şimdi siz yere inin ve onu düşmanlarından muhafaza edin.
Cebrail aleyhisselam, Hazreti Ali’nin (k.v.) başı ucunda, Mikâil aleyhisselam da ayak ucunda bekledikleri halde, Cebrail aleyhisselam, Hazreti Ali (k.v.) için, ne hoş, ne hoş yâ Ebû Tâlib, (babasının adı ile zikredilmiştir.) sana benzer kim olabilir ki, Cenâb-ı Hak bugün seninle meleklerine mübâhât etmektedir.
Bunun üzerine «İnsanlardan bir kısmı da vardır ki, Allah’ın rızasını isteyerek nefsini Allah’a ibâdet yolunda sarfeder. Allah ise kullarına çok merhamet edicidir.» âyet-i çelilesi nazil olmuşdur.
İsâr hakkında tarihte canlı bir misâl: Cüneyd-i Bağdâdî (k.s.)’dir. Müridleriyle beraber idâma mahkûm olmuş, infâza sıra gelince, Nuri isminde bir gencin celladın önüne fedaî olarak defalarca atılması sonunda durum tekrar mahkemeye aksettirilmiş tetkik neticesinde günahsız oldukları meydana çıkmış; hepsinin kurtulmasına sebep olmuştur. Nuri’nin bu fedakâr hareketinin kendini arkadaşları uğruna fedâ etmesinin mükâfatı, kurtuluş olmuştur ki, işte îsârın delâlet ettiği mânâ budur.
Ebû Hasan Antâkî’den rivayet olunur ki, otuz küsur kişi onun evinde toplanmışlar. Bunlar Rey’e yakın köylerdendiler. Yanlarında bir mikdar ekmekleri varsa da hepsine kâfi gelmiyordu. Bu ekmekleri parçaladılar ve ışığı da söndürüp yemeğe oturdular. Vaktaki yemekden kalkdılar ve ışığı yaktılar, gördüler ki, ekmekler doğradıkları gibi duruyor. Herbiri arkadaşını kendine tercih edip o yesin diyerek hiçbir şey yememişlerdir. Onların bu halleri o günkü mü’minlerin, kardeşlerini kendilerine tercih hususundaki yüksek ahlâk ve sehâ örneğini gösterir. Onların bu hallerini düşünürsek, kendi durumumuzun ne kadar düşünmeğe değer olduğu açıkça görülür.
Huzeyfetül-Adevî (r.a.) Yermük muharebesinde hasta ve yaralılara yardımda bulunmak üzere harb meydanına gitmişlerdi. Evvelâ amcasının oğlunu yaralı olarak bulmuş ve ona biraz su ikram etmek istediği sırada, yakınlarından duyulan bir iniltiye işaret eden amcasının oğlu, o sesin sahibinin yardımına koşmasını söylemişti. Huzeyfe (r.a.) diyor ki: «gittim, gördüm Hişâm ibn-i Âs yaralı yatıyor.» «Ona, sana su getirdim» dediğim sırada, yanı başından bir «âh» sesi geldi. Bunu işiten Hişâm, onun yardımına koşmamı istedi. Gittim, bir de ne göreyim? Zavallı rahmet-i Rahmân’a kavuşmuştu. Hiç olmazsa Hişâm’ın imdadına yetişeyim diye geri döndüm ki o da Mevlâ’sına kavuşmuştu. Hemen amcamın oğluna koştum. Ne yazık ki, o da Rahmetlik olmuştu. Rahmetullahi teâlâ aleyhim ecmaîn.
Abbâs ibn-i Dehkan (r.a.) buyuruyor ki, Dünyâdan kimse geldiği gibi çıkmamışdır. Yalnız Bişri îbn Hars müstesnâ. Çünkü ona hastalığı halinde bir kişi gelmiş, ihtiyâcından şikâyet etmişti. O mübarek hasta haliyle sırtındaki gömleği çıkarıb ona vermiş ve kendisi de ödünç bir esvab alarak onun içindeyken vefat etmişdir.
Bazı sofilerden şöyle nakledilmiştir: Biz Tarsusda bulunuyorduk, bir cemâat olarak cihad kapısından çıkmakta idik. Şehrin köpeklerinden biri arkamıza takıldı. Biraz sonra bir hayvan ölüsüne rast geldik. Onu görünce yüksek bir yere çıktık. Güzelce bir yer bularak oturduk. Arkamızdan gelen köpek, hayvan ölüsünü görünce derhal şehre doğru geriye döndü. Biraz sonra arkasîna takdığı yirmi kadar köpekle leşin yanına geldi. Onları getiren köpek bir kenara durmuş, ötekilerin yiyişlerini seyr ediyordu. Köpekler doyduktan sonra gittiler. O vakit kendisi de geride kalan kırıntıları yemek üzere leşe yaklaştı. İşte bu hal, hayvanlarda bile tercihin bulunabildiğini bize göstermektedir.
Abdullah ibn-i Âmir (r.a.) Ukbe’nin oğlu Hâlid (r.a.)’den, doksan bin dirheme evini satın almış. Akşam olunca, komşusu olan Hâlid’in evinden çoluk çocuklarının, evlerinin satılmasından dolayı ağladıklarını duyunca, derhal hizmetçisini yollamış ve demiş ki, «Git onlara bildir ki verdiğim parayı da, evlerini de tamamıyla onlara bağışladım» diyerek şefkat ve merhametinin derecesini cihana duyurmuşlardır.
Bir A’râbî, Hazreti Talha’ya (r.a.) gelip bir yardım istemiş. Herhalde mevcut parası yokmuş ki, üçyüz bin dirhem kıymetindeki arâzisini ona vermek istemiş ve demiş ki, «İstersen bu araziyi al, istersen satıp parasını vereyim.» Adamın araziye ihtiyacı olmadığından parasını istemiş. O da satıp, parasını vermiş.
Hazreti Osman (r.a.)’ın Talha (r.a.)’dan elli bin dirhem alacağı varmış. Bir gün, Hazreti Talha (r.a.) «paranızı getirdim buyurun» demiş. Fakat Hazreti Osman (r.a.) «onların hepsi senindir» diyerek almamışlar ve mürüvvetlerini izhar buyurmuşlardır.
Halbuki hazreti Talha (r.a.)’nın kendisinde bir gün çok hüzün görülmüş. «Bu hal nedir?» diye sorulunca, cevaben, «Elimdeki malların çokluğu beni hüzne sevk ediyor» demiş. Buna cevâben de, «O halde kavmini çağır, mallarını dağıt» demişler. O da bu tavsiyeye uyarak mallarını kavmine dağıtmıştır.
Ne kadar tasaddukta bulunduğunu hizmetçisine sormuşlar, cevâben, «Dört yüz bin dirhem dağıttık» demiş.
Bir başkası da, bir adam bir dostundan dört yüz dirhem borç istemiş. Dostu ağlayarak parayı getirip vermiş. Karısı da parayı verdiğine üzülüp ağladığını sanarak, «Madem ki üzülecektin, bir özür dileyip vermeyeydin» deyince, cevâben demiş ki: «Ben dostumun halini daha evvel araştırmadığımdan dolayı ağlıyorum ki, muhtaç olup da benim kapıma kadar gelip halini beyân etmesine meydan verdim» demişdir.
Bir diğeri de, Mutraf isminde bir zat, ihtiyaç sahiplerine, «Hâcetlerinizi bana yazılarınızla bildirin. Çünkü ben, hacet sahibinin yüzündeki zelilliği görmekle üzülürüm» dermiş.
Ebâ Mürşid isminde bir zâta bir şâir gelerek onu medh etmiş. O da «Sana verilecek bir şeyim yok, git beni kadıya davâ et. Benden bin akça alacağın olduğunu bildir. Kadı beni mahkemeye celb eder, ben de borcu kabul ederim. Fakat parayı vermeyince beni hapse koyarlar. O zaman benim ehl-i ryâlım bu parayı sana vererek beni kurtarırlar,» demiş.
İmâm-ı Şâfiî (rh.a) hazretleri, San’â ile Mekke arasında giderken, Mekke’ye yakın bir yerde bir çadır kurup, yanındaki on bin dinarının hepsini öğleye kadar dağıtmış. Halbuki, bunu kendisine bir bahçe alması için vermişlerdi. İhtiyacı olduğu halde, tok gözlülük ederek insanların ellerindekine göz dikmemenin, mevcud parayı dağıtmakdan daha efdal olduğu bildirilmiştir. Çünkü, cömertlik yalnız varlıkda vermek değil, yoklukda iken de vermektir ve bunun daha efdal olduğu bilinen bir hakikattir. [3]
[3] Câmi’u’l-usûl, 126.
Fakirlik halinde insana lâyık olan kanaâttir. Varlık halinde de lâyık olan cömertlik ve hayırlar işlemek ve daha yüksek olarak, kendisi muhtaç olduğu halde kardeşlerinin ihtiyaçları için malını ve canını feda etmek ve hasislikden, cimrilikden son derece uzak kalmakdır. Zirâ cömertlik, enbiyâların ahlâkı olmakla beraber, kurtuluş esaslarından birisidir. Cömertlik Cennet’te bir ağaç olup dalları dünyâya yayılmıştır. Her kim o dallardan birisine yapışırsa onu Cennet’e götürür.
Bu din, Allâh Teâlâ’nin râzı olduğu bir dindir. Buna yakışan ise cömertlik ve güzel ahlâkdır. Gücünüz yettiği kadar bu iki şeyle dîninize ikrâm ediniz; ve zinetlendiriniz. Cenâb-ı Hak bütün velîlerini ancak cömertlik ve güzel ahlâkiarla cibilliyetlendirmişdir.
Hazreti Mu’âviye, hazreti Âişe (r.a.) vâlidemize, yüz seksen bin dirhem para hediye göndermiş. Hazreti Âişe (r.a.) validemiz ise, cariyesini çağırıp, bunların hepsini fukarâ ve muhtaçlara dağıttırmıştır. O gün oruçlu oldukları için, akşam iftarda ekmek ve zeytinden başka bir şey olmayınca cariyesi, «O paranın bir dirhemiyle et alsaydık da iftar etseydik olmaz mıydı?» deyince, buyurmuşlar ki, «Önceden söyleseydin öyle yapardık» demiş ve hareketiyle kendisinin aza kanâat ederek, gelen hediyenin hepsini muhtaçlara dağıtmakla örnek bir sehâ göstermiştir.
Enes (r.a.)’den: Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem hazretlerinin, Zübeyr ibn-i Avam hazretleri için buyurdukları şu hadîs-i şerif şâyânı dikkattir. Meali, «Yâ Zübeyir, sen bil ki, muhakkak kulların rızıklarının anahtarı, arşın hizâsındadır. Cenâb-ı Hak, her kula infakı nisbetinde rızık verir. Çok verene çok, az verene az ihsan eder. Sen de bunları bilirsin» buyurmuşlardır.
Basra âlimleri, İbni Abbas (r.a.)’a gelerek, çok oruç tutan ve gece ibâdeti yapan komşularından bir zâtı medh ü senâ etmişler. Bu zât kızını kardeşinin oğluna tezvîc etmiş, fakat fakirliğinden dolayı ona verecek bir şeyi olmadığı için üzülüyormuş. Bu sözleri dinleyen İbn-i Abbâs (r.a.) hazretleri, bunlara çok para vermek istediği halde demiş ki, «Böylesine bir âbidi paralarla meşgul etmektense, onun kızının cihazını bizim tekeffül etmemiz gerekir. Onun Rabbine olan ibâdetine mâni olmak keremden değildir. Biz Allah’ın evliyâlarına hizmet etmekle iftihar ederiz,» buyurmuşlardır.
Hazret-i Hasan ve Hüseyin (r.a.) ile, Abdullah îbn-i Cafer (r.a.) birlikte hac dönüşlerinde aç ve susuz kalmışlar. Kendilerine ikramda bulunan bir ihtiyar kadının ikramına karşı, yurtlarına vardıklarında, hazreti Hasan ve Hüseyin (r.a.) biner koyunla biner de dinar, Hazreti Abdullah (r.a.) da iki bin koyun ve iki bin dînâr göndermek suretiyle ikram ederek, bir öğün yemek ve bir parça suya mukabil, mürüvvetlerinin derecesini göstermişlerdir. Cenâb-ı Hak cümlemizi bunların şefâ’atlerine nail eylesin âmîn.
Abdullah ibn-i Amir (r.a.) camiden yalnız başına evine dönerken, bir genç yanına sokulmuş. Abdullah (r.a.) «Bir hâcetin mi var» diye sormuş. Genç, «Hayır, yalnız sizin iyiliğinizi isterim. Sizi yalnız gördüm de bir zarara düçâr olmanızdan korkarak, sizi korumak üzere geldim» demiş. Abdullah (r.a.) gencin elinden tutarak evine götürmüş, kendisine bin dînâr ikramda bulunmuş ve bu terbiyesinden dolayı da onu takdir etmiştir.
Hârûn Reşîd (r.a.) hazretleri Mâlik ibn-i Enes (r.a.) hazretlerine beşyüz dînâr vermelerini haznedârına emretmiş. Haznedâr ise bin dînâr vermiş. Harûn buna kızmış. «Beşyüz dediğim halde sen ne diye bin veriyorsun? Halbuki, sen benim bir memurumsun» deyince, o zât «Yâ emir el-Mü’minîn, benim her günkü kazancım bin dînârdır. Ondan daha az vermeğe haya ettim de o sebeple bin dînâr verdim» demiş. Hakîkaten bu zâtın hergün bin dînâr geliri olduğu halde kendisine zekât vâcib olmayan, tarihin pek az kaydettiği müstesnâ sîmâlardan bir zat imiş.
Bir kadın Leys ibn-i Sa’d (r.a.)’dan biraz bal istemiş. O da bir tulum bal vermiş. «Neden böyle yapıyorsun? Bir mikdar versen kâfiydi,» diyenlere cevâben «O ihtiyacı kadar istedi. Bize lâyık olan da kerem ehli olmakdır» demiş. Bu zât hergün üçyüz altmış miskine tasadduk etmedikçe konuşmazmış. [4]
[4] Ihyâu ‘Ulûmiddîn, III, 217.
Kays ibn-i Sa’d (r.a.) hasta olmuş, fakat ziyâretçileri gelmediğinden üzülmüş. Üzüntüsünün sebebini bilenler ona teselli için «sana borçlarından dolayı utandıkları için gelmiyorlar» demişler. Cevaben «Allah Teâlâ, ihvanlarımın ziyâretime gelmesine mâni olan malı yok etsin» demiş ve hemen bir tellal çıkararak, Kays ibn-i Sa’d, kimde alacağı varsa helâl etmiştir. Alâkalılar bilsinler diye ilân etmiştir. İşte bu devir, cömertlik sahasında örnek teşkil edecek birçok misâllerle doludur.
Ebu İshak (r.a.) diyor ki, «Ben Kûfe’de, Eşas’ın mescidinde sabah namazını kıldım. Bir zât benim önüme bir kumaş kaftanla bir çift pabuç bıraktı. Ben adama buralı olmadığımı söyledim». Fakat o adam bana, «Câmiinin sahibi akşam Mekke’den geldi. Câmisinde sabah namazı kılanlara, kim olursa olsun bu hediyelerin verilmesini emretti,» dedi. İşte bu da cömertliğin bir başka örneği.
Bir zât Me’mun’a gitmiş. Me’mun ona yüzbin dirhem ikramda bulunmuş. Fakat adam bunları derhal tasadduk etmiş. Me’mun’a bu durumu bildirmişler. Adam tekrar yanına gelince, Me’mun onu azarlamış. Adam cevâben, «Yâ Emîr el-Mü’minîn, mevcud olanı vermemek Ma’buda sû-i zandır.» Bu cevab üzerine Me’mun da ikiyüz bin dirhem daha ikramda bulunmuşdur.
Yine bir adam Sa’d ibn-i Âs (r.a.) hazretlerinden ihsanda bulunmalarını rica edince, yüz bin dirhem ikram etmişler. Bu büyük ikramı gören adam ağlamağa başlamış. Sebebi sorulunca, «Bu toprağın sizin gibilerini nasıl yiyeceğini düşünüyorum da onun için ağlıyorum» demiş. Bu söze, mukâbeleten yüzbin dirhem daha ikramda bulunmuşlar.
Mûsâ aleyhisselama Allah Celle ve Alâ hazretleri, Sâmirî’yi cömertliğinden dolayı katl etmemesini emr etmişdir.
Hazreti Ali (k.v.) buyurmuşlar ki, dünyâ sana ikbâl edince ondan daimâ infâk et ki, tükenmesin. Dünyâ senden yüz çevirince, yine infâk et ki, bu hal devâm etmesin.
Hazreti Ali’nin oğlu, hazreti Hasan (r.a.)’a keremden sormuşlar. «İstenmeden önce hayırları ve iyilikleri işlemek ve mahallinde yemek yedirmek ve isteyiciye vermekle beraber ona acımakdır.»
Yine Hazret-i Hasan’dan bir kimse mektup yazarak bir hâcet istemiş. Mübârek, mektubu okumadan uşağına, «isteklerini verin» diye emretmiş. «Mektubu okusaydınız da sonra verseydiniz» diyenlere, «Mektubu okuyuncaya kadar onu zillet makamında tutmak istemedim» buyurmuştur.
Yine buyurmuşlar ki: «Bir malı isteyene vermek sehâvetten sayılmaz. Asıl sehâ, hukuk-ı ilâhiyeye riâyetle beraber tâat ehline şükrünü beklemeksizin vermektir.»
Hasan Basrî (k.s.) hazretleri, sehâdan yani cömertlikden sorulduğunda, «malını Allah yolunda vermekden ibarettir» demişdir. Yine israf dan sormuşlar, «Riyâset sevgisiyle vermekdir» demiş.
Kays’ın oğlu Ahnef, bir adamın elinde para görmüş, «Bu para kimindir» diye sormuş. Adam, «benimdir» deyince: Cevaben «hayır, o senin elinde oldukça senin değildir. Ne zaman infâk edersen o zaman senin olur,» demiştir.
Hazret-i Hasan (r.a.) kardeşi hazreti Hüseyin (r.a.)’a yazdığı bir mektupda şâirlere verdiği paralardan dolayı onu tenkîd etmiştir. Kardeşinden aldığı cevabda; «Malın hayırlısı, ırz, namus ve şerefin muhafazası için harcanan paradır» denilmektedir.
Uteybe’nin oğlu Süfyân’a, «cömertlik nedir» diye sormuşlar. Cevâben, «din kardeşlerine yapılan iyilikler ve malından yapılan cömertlikdir,» demiştir,
Ubey hazretleri, elli bin dirhem mirasa erişmiş. Bunları keselere koyup ıhvanlara dağıtmışdı. «Niçin böyle yapıyorsun» diyenlere, «ben kardeşlerime bahâ biçilmeyen Cennet’i, namazda iken istiyorum da, mal cihetinden onlara hiç bahillik edebilir miyim?» demiştir.
— Cömertlerin Kabirdeki Tasarrufları
Arabdan bir kavm, bazı cömertlerin kabirlerini ziyaret etmişler ve orada yatmışlar. Çünkü çok uzaklardan gelmişlerdi. İçlerinden biri, rü’yasında kabrin sahibini görmüş ve kendisinin güzel bir devesiyle, gelen misafirin devesini değişmek üzere anlaşmışlar.
Bunun üzerine, kabir sahibi değişdiği deveyi kesmiş. Tam bu sırada uyanan adam kendi devesinden kanlar aktığını görünce, hemen kesimi tamamlayıp etini taksim etmiş ve pişirip yemişler.
Ertesi gün memleketlerine giderlerken yolda bir adamla karşılaşmışlar. O adam «Sizin içinizde falan adam var mı?» diye sormuş. Devesi kesilen adam, «benim» diye cevap vermiş. «Senin deveni biri kesti mi?» deyince, adam «evet» demiş. «O halde ben onun oğluyum. Bu gece rüyamda babamı gördüm, bana dedi ki, eğer sen benim oğlumsan, benim güzel devemi götür, falan oğlu falana ver» diye bana tenbih etti. «Buyurun devenizi» demiş.
Bu hikâyeler garip görülmemelidir. Gönül gözü açık olanlar, bunlardan çok dersler alabilirler.
Mekke’de mücâvir olan İmâm Şâfii (rh.a) hazretlerinden işitilmiştir ki, Mısır’da fukarânın hizmetine âmâde, ma’ruf bir zât varmış. Fakir bir adamın bir çocuğu dünyaya gelmiş. Fakat hiç bir şeyleri olmadığından ve kimseden de yardım görmediklerinden bu zata gitmişler.
Halbuki o da o tarihde rahmet-i Rahmân’a kavuştuğundan mezarına gitmişler. Hallerini arz etmişler. O gece rüyalarında cömertliğiyle maruf o zâtı görmüşler. Onlara, «bütün dediklerinizi duydum. O zaman cevaba izin olmadığından, şimdi bildiriyorum. Evlatlarıma gidin, söyleyin. Falan yeri kazsınlar, oradaki bir kavanoz içindeki beşyüz dînârı size versinler» demiş.
Adam o zatın evlatlarına gitmiş, söylemiş. Hakîkaten parayı çıkararak adama vermişler. Adam demiş ki, «Bununla hüküm olunmaz.» İçinden bir dînâr almış, gerisini olduğu gibi derhal fukarâya dağıtmış.
Bu da başka bir örnek. Bu hali duyan Kays ibn-i Sa’d (r.a.), «Bu adam bizden daha cömerttir» demiş. Bu hâdise ayrıca cömert insanların ölmediğine bir işârettir.
İmâm Şâfii (rh.a.) Mısır’da ölüm hastalığına tutulduğu vakitte, «beni falan yıkasın» diye vasıyyet etmiş. Vefatında o zâtı çağırmışlar. Vasiyyetnâmesini istemiş. Bakmış ki yetmiş bin dirhem borcu var, hemen bu borcu kendi üzerine alıp ödemiş ve «kendini bana yıkatmakdan maksadı, borçlarını ödetmek içindi» demiş.
Bu zâtın zürriyetleri de hâlen bu cömertlik sıfatlarıyla muttasıflarmış. Halbuki Şâfii (rh.a) hazretlerinin Sanâ’dan Mekke-i Mükerreme’ye gelirken on bin dînârı bulunuyormuş. Bunların hepsini daha Mekke’ye girmeden evvel sabahdan öğleye kadar bir müddet içinde tasadduk etmiştir.
İşte yukarıdan beri sıralanan cömertlik örnekleri, bugünkü ölçülerle havsalamıza sığmayacak kadar büyük fedakârlıklardır. Bunlarla aramızdaki farkın mukayesesini okuyanlarımızın ferâsetine bırakmadan başka çâre göremedik. Çünkü, bunları dile getirip anlatabilmek ne kafamızın ne de kalemimizin harcıdır.
CÖMERTLİĞİN HUDUDU
— Cömertliğin Hududu
Bahillik şer’an mühlikâttandır Ya’ni, helak edicilerdendir. Tabiî bunun bir hududu vardır. İnsan ne zaman hasis ölür? Bunu bilmek herkese nasıl borçsa; sehânın da hududlarını bilmek ve insan ne zaman sahî olabilir? Onu da bilmek şüphesiz her müslümana lâzımdır.
Bazan insan kendini cömert görebilir. Fakat, onu başkaları da bahîl görebilir. Onun için hududlandırılması lâzımdır.
Meselâ, bir insan yemek yerken başkaları geliyorsa, hemen yemeği ortadan kaldırıvermek hasislik alâmetidir. Cömertlik hakkında çok sözler söylenmişdir. Onlardan ba’zılarını, bir fikir vermek için arz edelim.
Cömertlik, istenmeden vermek, verirken de az görmekdir. Cömertlik, sâili görünce sevinmek, verirken de ferahlık duymakdır. Çünkü, mal Allah Teâlâ’nındır. Kul da onundur. Allah’ın malını, Allah'ın kullarına, bahillikden korkmayarak bol bol vermekdir. Bir kısmım verip, bir kısmını alıkoymak sehâ, çoğunu verip azıni kendine bırakmaya da cûd derler. Başkasını kendisine tercih etmeye de hepsinden üstün olarak îsâr derler.
— Tasarrufda adâlet
Mal, bir hikmete ve bir maksada mebni yaratılmadır. O hikmet de, hâcet sahiblerinin ıslahı için sarf olunan kısımdır. İstenilen yere verilmemesi veyâ istenilmeyen yere verilmesi doğru olmayan bir şeydir.
Onun için tasarrufa çok dikkat edilmek gerekir. Hıfz olunacak yerde hıfz etmek, verilecek yere vermek, işte tasarrufda adâlet budur. Verilmesi vâcib olan yerde vermemek nasıl bahillik ise, lüzumsuz ve gayr-i meşru yerlere vermek de israfdır. İşte bu ikisinin ortası arzu edilen şeydir.
Sehâ ve cömertlik bundan ibârettir. Ve bunda kalbin hoşnud olması da şarttır. Hattâ, kalbin mal ile fazla alâkası olmaması lâzımdır.
— İnsan üzerine vacib olan vergiler
İnsan üzerine vâcib olan vergi iki kısımdır. Birisi zekât gibi hududlandırılmış bir borcdur. Diğeri ise, mürüvvet ve âdât üzere olan hududsuz borcdur.
Eğer cömert, şeran ve mürüvvet en vâcib olan şeyi yapabiliyorsa ne a’lâ. Eğer, bunlardan birini yapıyor da diğerini yapmıyorsa, ona o zaman cömert demek caiz olmaz. Belki, bahîl dahî denebilir.
Eğer, zekâtını da vermiyorsa, o zaman buna bahîlin bahili, ebhal derler. Mürüvvete vâcib olan etrafındakilerin yardımına yetindiği gibi, ev halkını da sıkıntıya sokmamakdır. Dînin muhafazası, malın muhafazasından daha mühimdir.
Binâenaleyh, mallarını ve zekâtlarını saklayanlar dîne karşı olan, sıyânet vazifesine ihânet etmiş olurlar. Bunlar mal sevgisi dolayısıyla, mürüvvet perdelerini yırtmağa cesâret göstermişlerdir.
Bazan da insan, zekâtını vermiş olabilir. Ve mürüvvet icablarını da yapmış olabilir, lâkin, malının çokluğu sebebiyle eğer bunları tasadduk ve muhtaçlara lüzumu kadar vermiyorsa, bu haller de büyük zekâ ve akıl sahibleri indinde bahîllikten addedilmişlerdir. Her ne kadar avâm buna cömertlik dese de kıymeti yokdur.
Şer’an ve mürüvveten kendisine lâyık olan ikram ve ihsanları yapmış olan kimseye hasis denmezse de, sahî ve cömert de denemez. Tâki, malının ziyadesini bezi etmedikçe. Bir de bunlara karşı hiç bir hizmet ve karşılık, şükür ve senâ beklememesi lâzımdır. Yoksa, hayırlarını medh mukabilinde satmış olur.
Cömertlik bir şeyi karşılıksız bezi etmekdir ki, bu haslet de, insan oğlunda pek az mümkün olan bir haldir. Verilen ihsanlar karşılığında âhiret sevabı ve fazilet kazanmak ve nefsini bahillik rezaletinden temizlemek kasdıyla verilirse, o zaman bu rıza-i Bârî’ye uygun bir cömertlik olmuş olur.
Bazı âbide hanımlar demişler ki, sehâ, her zaman parada ve pulda mıdır? Cevâben «yâ nededir?» Diye sormuşlar. «Asıl sehâ, bizim nazarımızda can fedâîliğidir.» demişlerdir.
Nefislerde fedâîlik, dinde sehânın en yüksek mertebesidir ki, bizde buna şehidlik derler. Bundan beklenen, dünyâ ve âhiret sevablarını kendi ihtiyarına bırakıb, Mevlâ’sına tevekkül etmekdir.
Et-tergîb vet-Terhîb adlı hadîs-i şerif kitabında bu hususta yüz yetmiş iki aded hadîs zikr edilerek, sadaka ve sehâ hakkında geniş ve uzun îzâhda bulunulmuşdur. Allâh Teâlâ Hazretleri cümlemizi tevfîk, hidâyet, sehâ ve kerem gibi nimetlerle müzeyyen ve müşerref kılsın âmîn. Bi-hurmeti seyyidi’l-mürselîn. Sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem ve ala âlihî ve sahbihî ecmaîn.
MÜ’MÎNLERİN YARDIMINA KOŞMAK
— Mü’minlerin Yardımına Koşmak
İslâmın güzel huylarından biri de, yemek yedirmek, susuzları sulamaktır. Bu hususta gerek Cenâb-ı Hakk’ın ve gerekse Cenâb-ı Peygamberin bir çok emirleri ve teşvikleri vardır (Ve yut’ımûne’t-ta’âme âlâ hubbihî miskînen ve yetîmen ve esîrâ)
Bu konuda hazreti Haseneyn (r.a.) efendilerimizin şu hareketleri güzel bir misâl teşkil eder.
Bu iki muhteremden biri hasta olmuşlar. Peder ve valideleri de, çocukları sıhhatine kavuştuğu takdirde üç gün oruç tutmağı nezr etmişler. Hazreti Ali (k.v.) efendimizin malî durumları pek müsâ’id olmadığından iftar ve sahurluk için biraz ödünç yiyecek almışlar. Akşam iftar edecekleri sırada kapıya bir miskin gelip Allah rızâsı için bir yiyecek istemiş. Bu durum karşısında o akşamki nafakalarını ona vermişler. Kendileri su ile iktifa etmişler.
Ertesi akşam tam iftar vakti olunca bir yetim gelmiş. O akşam da iftarlıklarını ona vermişler ve kendileri yine su ile iktifâ edip, ertesi günün orucuna niyetlenmişler.
Üçüncü gün de bir esir gelerek «Allah rızâsı için açım» demiş. Bu akşam da yiyeceklerini o esire vererek îmân-ı kâmilin en yüksek derecesini fi’len göstermişlerdir. Bu yüzden Cenâb-ı Hak onları Kur’an-ı Kerîm’de kıyâmete kadar gelecek Muhammed ümmetine örnek olarak göstermiştir.
Allah Teâlâ Hazretleri, bizlere de bu güzel hallerden birer parçacık ihsan buyursun, âmin.
Aç bir mü’mine doyuncaya kadar ikram eden bir mü’mini, Cenâb-ı Hak Cennet kapılarından hangisinden isterse oradan onu Cennet’ine koyar ve o kapıdan da ancak onun gibileri girer.
Allah Teâlâ Hazretleri, kullarını doyuran kimselerle meleklerine mübâhât eder.
Yemek yedirmenin faziletleri sayılamıyacak kadar çoktur. Bu yemekler sebebiyle insanların birbirine karşı sevgi ve saygıları, bağlılıkları artar. Kuvvet ise müslümanların biribirlerlne sıkı bağlılıklarıyla olacağından Cenâb-ı Vâcibü’l-Vücûd Hazretleri, miskin, yetim ve esirlere sevgi ile yemek yedirenleri medh ve sena buyurmuştur.
Cenâb-ı Peygambere de, İslâm’daki hayırlardan sorulunca: «Yemek yedirmek, tanıyıp tanımadığına selâm vermek olduğunu» bildirdiğini Buhârî ile Müslim beyân etmişlerdir.
Ebû Hureyre (r.a.)in bir rivâyetinde, Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem hazretlerinden bir adam, «Bana bir şey bildir ki, onu işlediğim vakit Cennet’e gireyim» demiş. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) cevâben: «Yemek yedir. Selâmı açıkla, akrabana sıla yap, gece herkes uyurken sen namaz kıl, bunları yaparsan Cennet’e girersin.»
Diğer bir rivâyette de: «Sıla-i rahme devâm edin, tâ’âm yedirin, selâmı açıklayın selâmetle Cennet’e girersiniz» buyrulmuştur.
«Cennet’te bir köşk vardır ki, içinden dışı, dışından da içi görülür.» Ebû’ Mûsa el-Eş’arî (r.a.) Hazretleri «Bu kimin içindir» diye sormuş. Buyurmuşlar ki: «Edeble konuşan, ta’âm yediren ve herkes uyurken gece namazı kılan kimsenindir.» buyurmuşlardır. Sizin hayırlınız yemek yedirenlerdir.
Mağfiret-i ilâhiyeyi mucip olan şeylerden biri de aç müslümam doyurmaktır ve bunun Cennet’e girmeyi mûcip olduğu da bildirilmiştir. Sizin birinizin bir aç kimseye verdiği bir hurma veya bir lokma öyle büyütülür ki, sizin tay ve danalarınızı ve deve yavrularını büyüttüğünüz gibi, o bir lokmanız da Uhud dağı gibi olur.
Bundan dolayı şu üç kişinin Cennete gireceği bildirilmiştir. Biri, kazanan ve emreden, İkincisi, yapıp meydana getiren, üçüncüsü de, onu miskin veya fakire götürendir.
Bir a’râbî gelmiş, «Yâ Resûlallah bana bir amel bildir ki, benim Cennet’e girmeme vesile olsun.» demiş. Cevaben: «Bir canlıyı âzâd et, bir köleyi kurtar, bunlara gücün yetmezse, açı doyur, susuzu sula.» buyurdular.
Bir kimse müslim kardeşine doyuncaya kadar yemeğini, kanıncaya kadar suyunu verirse, Cenâb-ı Hak onu Cehennemden yedi hendek boyu uzak kılar. Her hendeğin arası beşyüz senedir. Yani Cehennem’den uzak edip, Cennetinde karar ettirir. Bunun için en efdal sadaka, aç bir canlıyı doyurmaktır.
Her hangi bir mü’min, bir mü’mini açlığından kurtarırsa, Cenâb-ı Hak da onu kıyamet gününde Cennet meyvalarıyla ifâm edecektir.
Her hangi bir mü’min susamış bir mü’mini sularsa, Cenâb-ı Hak da kıyâmet gününde onu ağzı mühürlü Cennet şaraplarıyla sulayacaktır.
Yine her hangi bir mü’min, çıplak bir mü’mini giydirse, Cenâb-ı Hak da kıyâmet gününde ona Cennet elbiseleri giydirecektir.
Kıyâmet gününde bütün insanlar çıplak, aç, susuz oldukları halde haşr olunacaklar, ancak kim Allah için yedirdi, giydirdi veya suladı ise, Cenâb-ı Hak da onları yedirip, içirip giydirecektir.
Bir gün Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem efendimize sormuşlar:
«Sîzlerden bu gün oruçlu olanınız kimdir?»
Ebû Bekir (r.a.) «Benim yâ Resûlullah» demiş.
Tekrar sormuş: «Bugün sizden kim bir miskine yemek yedirdi» demiş.
Yine Ebû Bekir (r.a.) «ben» diye cevap vermiş.
Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem sormuş: «Bugün sizden hanginiz bir cenâzeye gitti» demişler.
Yine Ebû Bekir (r.a.) «ben» demiş.
Tekrar sormuşlar: «Bugün hanginiz bir hasta ziyaretine gitti» demişler.
Yine Ebû Bekir (r.a.) «ben» diye cevap vermiş;
«Bugün hanginiz sadaka verdi?»
yine Ebû Bekir (r.a.) «ben yâ Resûlullah» demiş.
Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) buyurmuşlar ki, «Bu huylar kimde toplanırsa o ancak Cennete girer» buyurmuşlardır.
Üç şey kimde varsa, Allah Teâlâ onu himâyesi altına alır ve Cennetine idhâl eder. Bunlar zayıflara rıfk, valideyne şefkat, kölelerine ihsandır. Yine üç şey vardır ki, kimde bulunursa, Cenâb-ı Hak onu himâyesi altına alır.. Rahmetini eriştirip azabından uzak eder. Bunlar da, soğuk havalarda abdesti tam almak, karanlıkta mescide gitmek ve açları doyurmaktır.
Fukaralara ve miskinlere va’d olunan bu mükâfatlar karşısında din kardeşlerine yapılan ziyâfetler de köle âzâdından sevgili olduğu gibi; bir din kardeşine bir lokma ile bile yaptığı ikramdan nâşî, bir miskine verilen bir dirhemden ve yine bir kardaşına verdiği bir dirhemin, miskine yapılan yüz dirhemden daha sevgili olduğu bildirilmiş olmakla, bu tasaddukların mükâfatı da, yarınki kıyâmet gününde vermiş oldukları zu’afâ, fukara ve âbidlerin de şefaatlerine nail olacaklarına dair bir çok rivayetler mevcuttur.
Bir kişi harâretin şiddetli olduğu bir zamanda yolda bir kuyuya rastladı. Kuyuya indi, su içerek çıktı. Tam o sırada kuyunun ağzında bir köpeğin susuzluktan, ıslak toprakları yalayıp durduğunu gördü. Kendi kendine, «Benim gibi bu zavallı da çok susamış.» dedi. Tekrar kuyuya indi. Mestini su ile doldurdu. Dişleriyle tutarak çıkıp köpeği suladı. Bunun bu hareketini beğenen Cenâb-ı Hak onu bütün günahlarından mağfiret etti. Her canlı için bu mükâfat câri olduğu ve bir rivâyette Cennet’e idhal olunacağı beyân buyrulmuştur.
İbn-i Mübârek’in rivâyetinde, bir adamın dizlerinde çıkan bir çıban, yedi sene devam etmiş. Yapılan ilâçlar fayda etmediği gibi doktorlarlar da âciz kalmış. Abdurrahman ebâ Abdurrahman diyor ki, «Git, halkın suya muhtaç olduğu falan yerde bir kuyu kazdır. Umarım ki, oradan çıkacak su sebebiyle senin yaran şifâ bulur.» Adam bunu yaptı. Cenâb-ı Hak da ona şifâsını verdi. Bunlar bize insanların hemcinslerine faydalı olmalarının, Cenâb-ı Hak tarafından mükâfatsız bırakılmayacağına dair kuvvetli delillerdir.
Şimdi bizim bir Ramazan’ımız vardır. Bu mübârek ayda yapılan her ibâdet ve hayırlar yetmiş mislini yapmış gibi oluyor. Ramazan sabır ayıdır. Sabrın mükâfatı da Cennettir. Ramazan ihsan ayıdır. Mü’minin rızkı arttırılır. Her kim bir oruçluyu iftar ettirirse, onun günahlarına kefâret ve mağfirete sebep olduğu gibi, Cehennemiden de âzâd olur ve oruçlunun ecri kadar da ecir verilir. Oruçlunun ecrindense bir şey eksilmez.
Her kim Ramazan ayında helâl kazancından bir oruçluya iftâr ettirirse, ona bütün Ramazan geceleri, rahmet melekleri mağfiret dilerler ve Cebrâil aleyhisselâm da, Kadir gecesinde onunla musafaha eder. Her kime ki, Cebrail aleyhisselâm musafaha ettiyse, onun kalbi rakîk olur, îmânı artar. Allah’dan korkusu çoğalır. Amel-i sâlihini arttırır.
Bunun için herkesin elinden geldiği kadar, bir lokma, bir yudum süt, bir yudum su ile de olsa, bu büyük ni’metlere ve ihsanlara kavuşabilmesi için çok gayret göstermesi ne kadar gereklidir [5].
[5] Et-Tergîb ve’t-Terhîb c. 2, s. 65 Taâm yedirme bahsi.
— Hediyeleşmenin Ehemmiyeti
«Birbirinize hediyye veriniz ki sevişmenize vesile olur» buyurulmuştur.
Sevişmeler aynı zamanda tevâzudan neş’et eder, insanların birbirleri ile kaynaşması birbirleri ile alâkasının, rabıtasının kuvvetlenmesi, hep bu yemek yedirme ve infaklara bağlıdır. İnsan ölür gider de adı unutulmaz, gönüllerde yaşar.
Onun için sevginin kıymeti pek yüksektir, bu da ancak, İslâm yolunda bulunur. Zira gâyelere matuf sevgiler pek çabuk söner ve hiçbir mükâfatı da yoktur.
— Miskinleri Gözetmek
«Allah Teâlâya amellerin en sevgilisi aç bir miskini doyurmak veya onun borcunu ödemek veya onun bir sıkıntısını ve meşakkatını gidermektir.»
Dikkat edilirse görülür ki, amellerin Allah’a en sevgilisi önce namaz, sonra birrülvalideyn sonra da cihad ve bazı yerde hac da zikr edilmiş iken şimdi burada doğrudan doğruya hiç bir ibadet zikr olunmadan aç bir miskini doyurmak veya bir borçluyu borcundan kurtarmak veya sıkıntı ve meşakkata uğrayan bir kişiyi kurtarmak, sıkıntısını gidermek, amellerin en sevgilisi olarak zikredilmiştir ki şayan-ı dikkattir.
Bakınız bir hanım efendi bir miktar yağ alıp camiye hediyye etmek istemiş ve o sırada orada bulunan bir muhterem kişi hanıma sormuş: bu aydınlık cami tavanına kadar mı olsun, yoksa Arşa kadar mı olsun? demiş. Tabiî hanım efendi, efendim arşa kadar olan kandil olsun demiş, o zaman o muhterem zat, hanım efendiye demiş ki: «Öyle ise sen bu yağı al bir fakire ver de onun bir miktar ihtiyacını gideriversin senin bu yağının ışığı arşa kadar gider» demiş (Camiüs-Sagîr 167).
Binaenaleyh büyüklerimizin sözleri ne kadar doğrudur. İslâmî hülasa olarak ikiye bölmüşler: Bir kısmı Allaha ibadet, diğer kısmı da mahlûkata, kullarına şefkattir.
Bir insan ne kadar âbid olsa, sofi olsa, dağlara çekilmiş, hiç günah işlememiş olsa dahi tam mükemmel bir insan olamaz çünkü yalnız nefsini düşünmüştür. Halbuki müslümanlık, cemiyet hayatı ister ve hergünkü ibadetini mescidlerde cemaatla kılmayı teklif eder. Bu demektir ki beşeriyyetin ihtiyaçlarını da görünüz ve onların yardımına koşunuz bunda da bir nev’i cihad sevabı vardır.
Onun için Efendimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem hazretleri ruhbaniyyeti menetmiştir. Yani eski zamanın insanları gibi dağlara, minarelere çekilip ibadet etmeği istememiş benim ümmetimin ruhbanlığı cihaddır buyurmuş.
Cihadın en büyüğü nefis ile cihaddır ki, böyle fakir fukara ve zuafâyı düşünlip belki boğazından ve kendi ihtiyaçlarından keserek bir muhtacın yardımına koşmak, bana kalsa pek öyle zannedildiği gibi kolay bir şey değildir. Evvelâ evdekiler isyan edip «bizim efendi deli oldu» diye adamcağızı tımarhaneye kadar attırırlar. Ne demek efendim bizim nafakamızdan kessin de başkalarını beslesin, bunu nefis kabul edemez herkesin de olgun olması mümkün değildir.
Bu ikram ve ihsan fukara ve mesakini sevmekten neşet eder, bunlar her ne kadar gayret etseler de bundan fazla bir şey elde edemezler, zira hem rızık taksim olunmuş sonra da herkesin kuvvet ve kudreti ve zekâsı da bir değildir, kazanç yollarını bilemez, bulamaz kazanç edeceğim derken bir de bakarsınız elindekilerini de kaçırmış, iflâs etmiş. Hele varlık görüp de sonra iflâs edenlerin hali daha acıdır, halini başkalarına arz etmeğe cesareti kalmaz.
Onun için «siz miskinleri seviniz» buyurulmuş. Zira siz onları severseniz Allah da sizleri sever; eğer onları giydirirseniz Allah da sizleri giydirir; eğer onlara yemek yedirecek olursanız Allah da sizlere yedirir. Cömert olunuz, Allah’ı da size cömerd olur bulursunuz.
CİMRİLİK
— Cimrilik
Bahillik mezmûm bir ahlâktır. Bahil kimseyi, kullar sevmediği gibi Allah Teâlâ da sevmez. Bahillik, insanın Allâh Teâlâ’yı bilmemesinden ileri gelir. Her ne kadar herkes gibi bahil de, «Ben Allah Teâlâyı bilirim» derse de, ona kulak asma. Eğer Allah Teâlâ’yı hakîkaten bilmiş olsaydı bahillik yapmasına imkân olmazdı. Çünkü Allah Teâlâ hazretleri hem rızıkları verendir, hem de çok cömerttir, atâ ve ihsan sahibidir. En aşağı mükâfatı bire ondur. İhsanının sonu yoktur. Çok verir, hesapsız verir. Lütuf ve ihsanı sayıya gelmez derecede olduğundan hesapsız verir denilmişdir. Bunun nümûneleri de pek çoktur.
Şimdi bir insan, birine bir lira verip de on lira alacağını bilirse, hiç o lirayı vermekten sakınır mı? Elbette sakınmaz. Demek ki, bu bahil kimse Allah’ı bilmediğinden nâşî, elindeki serveti kaçırmak korkusuyla, ne kendi yer ve giyer ve ne de yedirir ve giydirir.
Onun için, bunların cennette de yerleri yoktur. Fakat ne olursa olsun bu mezmûm ahlâk sahipleri, huylarından bir türlü vaz geçemezler. Eğer bütün insanlar bu huylarla huylanacak olurlarsa, paralarını sevip, hayırlara can ve gönülden iştirak edemezlerse, şüphe yok ki, o cemiyetler pek çabuk çöküp izmihlâle düşerler ve sıkılıklarının cezâsını bulurlar. İşte o zaman başkalarının ya esiri veya kölesi olmaktan başka çareleri kalmaz.
Bu sebeptendir ki, iki cihan serveri sevgili Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz hazretleri, bahillikten, tembellikten, erzel-i ömür dedikleri (çok yaşayıp kendi işini kendi göremez hale gelip, etrafındakilere yük olarak kendisinden nefret etmelerine sebep olan marazlı uzun bir ömür) âfetten, azâb-ı kabirden, dünyâ ve âhıret fitnelerinden Cenâb-ı Hakka sığınmışlardır.
Binâenaleyh, insanoğlunun en mühlik dertlerinden biri de sıkılıktır. Ma’lumdur ki, cesedin hastalıkları çok kere çabuk iyi olur, geçer ve sâhibi de zamanla onu unutur. Nihayet ölüm mukadder ise ölür. Fakat imânı ve amel-i sâlihleri ve sehâsı sâyesinde Cennetteki yerini bulur.
Lâkin bu cimri ve bahil, zavallı bir kimsedir ki bu dertten kendisini kurtaramaz. Aynı kanser hastalığına tutulanlar gibi, huyu ile birlikte ölür gider, o huyundan vaz geçemez. Kanserli de ölür, ölür amma, şayet varsa imânı ve güzel ahlâkı sayesinde yeri cennettir.
Şimdi bak bakalım, ikisi bir olur mu? Gazinin ayağının tozuyla cehennem ateşi birleşmez, buyrulması, yâni fî sebîlillah mücahidlerin Cehenneme girmesi nasıl mümkün olmazsa, sıkılık ile imân da bir yerde olamazlar. Hem de ebediyyen...
Bahil adam, cimri kişi, zâlimlerden daha gaddardır. Onlar zâlimin yapmadığını daha güzel yaparlar. Baksana, hiylekârlarla beraber bir de verdiklerini başa kakanlar da, aynı zamanda cimri, bahil, ve sıkı kimseler gibi Cennete giremezler buyurulmuşdur.
— Helaki Mucib Olan Sebebler
Biri, kendisine uyulan bahillik, İkincisi; nefsinin arzu ve hevesine uymak, Üçüncüsü de; kendini beğenmek, gururlanmak, medh ve senâsını istemek gibi şeylerdir ki, hem kendisine hem de beşerriyyete en çok zararı dokunan kimseler demektir.
Halbuki, bugünün insanları tamamiyle nefsi ve hevâsına uyup daima kendini beğenerek övünmekten hali kalmıyorlar. Fakat Cenâb-ı Hakkın sevmediği ve buğzettiği üç sınıf vardır ki onlar da, yaşlandıkları halde, hâlâ zina peşinde koşanlarla sıkı ve bahil kimselerdir. Üçüncüsü de, mütekebbir, mağrur kimselerdir ki Hak Sübhânehû ve teâlâ bunları hiç sevmez. Sevmediği için de Cennetine koymaz.
Binaenaleyh, bahillik ile diğer kötü ahlâklar hiç bir zaman bir mü’minde bulunamazlar. Mü’min en evvel iyi ahlâk sahibidir; sonra âbiddir, zâhiddir. Sahîdir; çünkü; «cömert insan malûm olduğu üzere hem Allah’a yakın, hem Cennete yakın, hem de insanlara yakındır. Aynı zamanda Cehennemden de uzaktadır. Bahil ise bilakis Allah’dan uzak, Cennetten uzak, hem de insanlardan uzakdır ve Cehenneme yakındır.» buyrulmuşdur.
Onun için cömert kişi câhil dahî olsa, bahil olan âlimden, âbidden daha makbul ve Hakk’a daha sevgilidir. Cennetin, cömertler evi olduğunu da unutmamalıdır.
İbrahim aleyhissalâtü vesselâm’ın, Allah Teâlâ’nın halîli oluşunun sebeplerinden birisi de, onun çok cömert ve sahî olduğudur denilmiştir. Sahî insanların rızıklarının pek çabuk ve süratle geleceğinde, katiyyen şüphe yoktur. Hem de Cenâb-ı Hak sahîleri daimâ hıfz-ı himâyesinde bulunduracağından, onların aleyhinde bulunulmaması da ayrıca tavsiye buyrulmaktadır.
Cömert, Hakkullaha ve insanların haklarına hürmet ve riayet edip, malını hatta canını Hak yolunda feda etmekten çekinmez olduğu gibi, bahil adam da Allah’ın ve insanların haklarina riayet etmediği gibi, malını da infak etmekten korkan ve kaçınan kişidir. Yoksa haramdan kazanıp, haram yerlerde parasını israf eden kimseye cömert denemez olduğunu da bilmek gerektir..
Bunun tedavisi de, ancak ilim ve îmân kuvvetine ve bir de amelce cömertliğe doğru atılan adımların, ikram ve ihsanların mürüvvet icâbı sadakaların bol bol verilmesine, bunun için de, cömert kimselerle dost olup onların hareketlerini taklid ve tatbik etmekle veya bunlara benzer amellerle mümkün olacağını ümid ederiz.
Nefs-i emmârenin sekizinci huyu buhl, yâni cimriliktir.
Cimrilik insanın Allah Teâlâ’yı tam bilmemesinden ileri gelir. Zira Allah Teâlâ Hazretleri, cömert, atâ ve ihsan sahibi olup sayısız nimet ve rızıklan verendir, ihsanının sonu yoktur. Lütuf ve ihsanı sayıya gelmez derecede çok olduğundan hesapsız verir, vermiştir. En aşağı mükâfatı ise, bire ondur.
Allah Teâlâ’ya yakın olmak isteyenlerin de cömert ve sehavet sahibi olmaları lazımdır. Eğer bütün insanlar bu güzel huylarla amel etmeyip, paralarını sevip hayırlara can ü gönülden iştirak etmezlerse, şüphe yok ki, meydana getirdikleri cemiyetler pek çabuk yok olurlar, çökerler. Başkalarının esiri ve kölesi durumuna düşerler.
Cömert insanların rızıklarının pek çabuk ve sür’atle geleceğinden şüphe yoktur. Cenâb-ı Hak cömertleri hıfz u emânında bulunduracağından onların aleyhinde bulunmamak da ayrıca tavsiye olunur.
Cömert, Allah’ın ve insanların haklarına hürmet ve riayet edip malını ve hattâ canını Hakk yolunda fedadan çekinmez. Cimri ise Allah’ın ve insanların haklarına riayet etmediği gibi, malını da infâk etmekten korkan ve kaçınan kimsedir.
Haram yerlerden kazanıp haram yerlerde parasını israf edenlere cömert denemeyeceğini de bilmek gerekir.
— Cimriliğin Tedavisi
Cimriliğin tedavisi ancak ilim ve iman kuvvetine amelce cömertliğe doğru atılan adımların, ihsan ve ikramların, mürüvvet icabı sadakların bol bol verilmesine, bunun için de cömert kimselerle dost olup onların hareketlerini taklid ve tatbik etmek veya bunlara benzer ameller işlemekle mümkündür.
Malumdur ki, devletlerin yaşaması, bütçesi, idaresi, askerî teşkilatı ve ve sair işler hep paralarla olur. Para sahipleri paralarına kıyamaz ve veremezse, o zaman bu teşkilatlar da tabiatıyla yaşayamaz ve düşman ellerinde esir kalınır. Ferdlere gelince, onlar da çok çeşitli; fakir, gözsüz, kulaksız, hasta, sakat, akılsız ve deliler gibi ki, bunlara bakmak da yine bizim borcumuzdur. İşte sıkılık, cimrilik alakasızlık, hem kendilerinin hem de cemiyetlerin yıkılmasının başlıca sebebi olduğundan cimriliği tehlikenin başına koymuşlar.
HESABI SORULMAYACAK HARCAMALAR
— Hesabı Sorulmayacak Harcamalar
Dört nevi para harcama vardır ki, kıyamet gününde kul bu harcamalardan mesul olmaz:
Dinar denilen o günkü para o da dört maksatla harcanır, birisi fisebilillah harcanan paralar. İkincisi mislilere harcanan paralar. Üçüncüsü kölelere harcanan paralar. Dördüncüsü de ehline, evine, çoluk çocuğuna harcanan paralardır. Fakat bunun en büyük ecri ve sevabı olanı ise, ehline harcadığı paralardır.
Zengin - fakir herkes iktisada riayet etmek mecburiyetindedir. Param bol diye har vurup harman savurmak müslümanlığa yakışmadığı gibi, insanlığa da muhaliftir.
Fertlerin selameti, kurtuluşu iktisada bağlıdır. İktisada riayet etmiyen ferdler ve cemiyetler de çok geçmeden geçip giderler. Tarih gözler önündedir.
— Ana babaya ikram etmek
Sonra bu ana ve babaya ikrama karşılık olarak Hakk Teâlâ Hazretleri o kuluna Hakk’ın seveceği amelleri de lütfeder. İslâmın en yüksek zirvesi olan «Allah yolunda cihad»ın sevabını da vereceği pek açık bir şekilde belirtilmiş ve bu cihad için can atan âşıklara vâlideynlerine hizmet tavsiye edilmiş olduğunu tabiî unutmamışsındır.
Cihadda şehidlik ve gazilik gibi iki mertebe vardır ki, bunları başka tarafta bulmak mümkün değildir. Baksanıza; bir gâzinin ayağının tozu, onu karşılamaya giden kimsenin üzerine düşse, onu Cehennem bile yakmayacak. Sonra bu ana babaya ikram, bu Allah yolunda olan cihaddan da belki efdaldir, demeleri ne kadar şâyân-ı dikkat ve hayrettir. Hele hac ve umre sevâbına muadil olmasına kim ne diyebilir. Halbuki, bugün, bir hac ve umre, orta halli olarak 50.000 liraya, ancak, mümkün iken çekilen zahne kadar kıymetli ki, bu büyük lütuf ve ihsanlar, onlara bakanlara bakanlara, hürmette kusur etmeyip ihram ve ihsanlarını lâyık-ı vechile yapanlara verilmektedir.
Yalnız, şunu unutma ve gözünden kaçmasın ki, bu dünyaya gelmekten bir gâye var. İşte bizim bu gayeye ulaşmamıza sebep olan ana ve babalarımızdır. Sebep başka, sebebi de yaratan, ana ve babalarımızı da yaratan bu içinde bulunduğumuz dünyayı, ayı, yıldızları, güneşleri, teneffüs ettiğimiz havayı ve daha nelere muhtaç isek onların hepsini yaratan; mikropları da, bütün hayvanatı da yaratan hep o bir Allah’dır; bir Allah. Kâinatta hiçbir şey yokdur ki, kendiliğinden olsun. Tabiat kanunlarını, cazibe kuvvetlerini yaratan ve bu âlemi tam bir intizam içerisinde durduran hep o bir Allah’dır, bir Allah.
Sakın; sen, yine aldanıp Allah’ı inkâra kalkma. Eğer elinden geliyorsa ölme bakalım. Sen de hiç olmazsa, o ay ve güneş gibi milyonlarca sene yaşa!. Heyhât! Hayâtı yaratan Allah Teâlâ hayattan evvel ölümü yaratmıştır. Tebâreke sûresini iyi oku.
Bak orada Cenâb-ı Hakk ne diyor: «Amelce hanginiz daha güzeldir diye, sizi imtihan etmek için hem ölümü, hem hayatı icad eden O’dur» [6]
[6] Mülk: 2
Bu dünyaya gelme ve buradan ölüp gitme, senin ve kimsenin elinde değil. Öyle ise, ey aziz kardeş sen, bu mülkü yaratan Allah’ı iyi tanı ve Onun emrinden dışarı çıkmamağa bak. Çünkü, yine O’na döneceksin. Mükâfat veya mucazat göreceksin.
Sonra, deme ki, Hakk’ın takdiri böyleymiş. İyi bak ve dikkatli düşün. Oturduğun ev, kullandığın eşya, hiç kendi kendine; tabiatın eseridir, diyebilir misin? Muhakkak bir yapan var diyeceksin. Dünya bir araya gelse de hayır bunlar tabiat eseridir. Şöyle olmuş, böyle olmuş, evler meydana gelmiş. Giydiğimiz esvablar da yine böyle. O kopçalar ve onun delikleri de tesadüf. Rüzgârların te’sirleri; çamurlar, kurumuş çeşid renklere boyanmış sonra da gelip bizim esvablarımıza takılmış diye birisi çıksa, herifi deli diye tımarhaneye atmazlar mı? Bir vakit Eyfel kulesini yapmağa çalışan adamı da, delidir diye tımarhaneye atmışlar.
Bu zavallı inşanı Hakk yolundan ayırmak için, dinsizler, neler çıkarmamışlar ki. Fakat Allah Teâlâ insana bir akıl vermiş. Bunu iyice kullanınca düşmanların hilesi meydana çıkar ve insan da onların ağlarına düşmekten kurtulur. Ne yazık o insana ki başındaki gayet basit bir örtüyü, bir takkeyi, bir şapkayı kendi kendine olmaz diyor da. Sonra; bu, ucu bucağı bulunmayan, binlerce hatta yüzbinlerce yıldızları, ayı güneşi, dağları, taşları envâ-i çeşit madenleri, denizleri, içtiğimiz tatlı suları, bulutları yaratıp tepemizde gezdiren Allah’ın dediklerini bırakıp da akimın peşinden, dinsizlerin arkasından gidiyor sonra da, Cehennemi boyluyor!.
— Misafire ikram etmek
Allah Teâlâ’ya ve âhiret gününe inanan kimseye mü’min ve müslüman derler. Bu müslümanların ilk vazifesi kendisine gelen misafirlere karşı son derece ikram ve izzette bulunmasını tavsiye etmektir. Çünkü müslümanın en efdali yemek yediren ve herkese bol böl selâm veren ve geceleri de herkes uyurken namaz kılan bahtiyardır. Bu sebepten müslümanlar her kim olursa olsun misafirlere ikram etmeyi bir vazife saymışlardır.
Hatta köylerimizde ağaların evleri açıktır. Misafir gelince hemen misafirhaneye girer; hizmetkârlar misafirin hayvanlarını ahıra götürür yemini verir, misafir de yemeklenir ve yatırılır. Bazı köylerde misafir kahvehaneye girer köy işine bakan kâhya kimse ilgilenir, hemen evlerden sıra ile misafire yemek çıkarılır ve misafirhanede yatar. Ona köylü bakar. Hayvanlarına da yine böyle bakılır idi.
Evvelce şehirlerde de misafirlik böylece devam ederdi. Bu hal tedricen yavaş yavaş her nedense kaybolmaktadır.
Hazreti Ali (k.v.) efendimizi birgün ağlarken görmüşler. «Hayrola ağlamana sebep olan ne diye» sormuşlar? Cevaben «Ben, yedi günden beri evime misafir gelmediğinden, Cenabı Hakkın kahrına uğradım korkusuyla ağlıyorum» buyurmuşlar.
Binâenaleyh, her evin bir misafirhane odası hattâ, bir de mescid odasının bulunması şeâir-i islâmiyedendir. Hem de bunların eski tabir ile, harem ve selamlık olması gereklidir. Zira, gelen misafirlerin istirahatlerine ev sahihlerinin mani olmaması ve ev sahiblerinin de rahatsız olmamaları îcab eder. Fakat bugün yapılan apartmanlarda bu hususlara, hiç de riayet edilmediği görülmektedir. Halbuki, evin zekâtı, onun misafirhanesidir. Misafirhanesi olmayan evler zekâtı verilmeyen paralara benzer.
Nihayet oteller yapıldı, çarşılarda aşçı dükkanları, lokantalar açıldı, derken dostluklar da sadece bir selama kaldı. Her şey Avrupa usulüne uygun. Allah muinimiz olsun demekten başka çaremiz de kalmadı.
Misafire elden geldiği kadar ikram, izzet büyük bir devlettir. Misafirin girdiği eve hem bereket hem de sıhhat ve afiyet girer. Misafir on rızıkla gelir birini yer dokuzunu da misafir olduğu eve bırakır. Misafir aynı zamanda evin nurudur. Onu incitmemek ve onu hoşnutlukla uğurlamak ne güzel bir devlettir.
Türklerin de misafirperverlikleri meşhurdur. Evvelce evlerimizde haremlik ve selâmlıklar meşhurdu. Misafir eve gelince yeri ayrı, kapısı ayrı yatağı ayrı, odası ayrı. Ev sahibi olan hanımefendi ve diğer aile efradı misafirden hiç de müteessir olmaz ve bilâkis memnuniyet duyarlardı.
Şimdiki evler maalesef ufacık ev halkına bile kâfi gelmemektedir. Misafire nasıl ikram edilebilsin. Fakat insanın içinde eğer insanlık ve İslamlık nuru varsa evi olmasa bile yine misafire ikram edebilecek çareleri arar ve bulur. Bu ayrı bir meziyettir, Cenab-ı Hak bizlere de böyle meziyetleri ihsan buyursun, âmin!