En Güzel Ameller

KİTABA DAİR

— Yayınevi

  • «Bu eser, M.Z.K. (Rh.a)’ın diğer telif eserlerinden ehemmiyetine binaen SEHA NEŞRİYAT tarafından derlenerek hazırlanmıştır.»

     

    Mehmed Zabid Kotku (Rahmetullahi aleyh)

     

    Merkez: Selânik cad. 49/1 - Kızılay - ANKARA - Tel: 25 24 43
    Şube: Hacıbayram Cad. 12 – Ulus - ANKARA - Tel: 12 65 28
    Şube: Feyzullah Ef. Sok. 6 - Fatih - İSTANBUL - Tel: 524 16 00

     

    SEHA NEŞRİYAT: 29
    Sohbet Serisi: 17

     

    Kapak: Göze Grafik
    Kapak baskısı: Temel Matbaası
    Dizgi: Türkiyat Matbaacılık
    Baskı: Gümüş Basımevi

     

    Aralık, 1985

  • Yayınevi

    — İçindekiler

    • Önsöz 6

    ALLAH’A EN SEVGİLİ OLAN AMELLER

    • Namazları vaktinde kılmak - 9
    • Ebeveyne hürmet - 14
    • Üstaz ve mürşide hürmet - 20
    • Allah yolunda cihad - 24
    • Zikrullah - 32
    • Allah’a iman - 39
    • Sıla-i rahim - 42
    • Miskinleri doyurmak ve gözetmek - 43
    • Sohbeti ve bu sohbeti yapanları sevmek - 46
    • Muttaki ve ahlâken güzel olmak - 47
    • Ehl-i Medine’ye hürmet - 52
  • İçindekiler

    — Önsöz

  • Müslümanların hayatları, Allah’a tam bir imanla, sadakatle ve tam bir bağlılıkla güzelleşir. Bu da emrettiklerini yapmakla, nehyettiklerinden uzaklaşmakla mümkündür. O’nun hoşnud olduğu amelleri sürekli alışkanlık haline getirmek, şahsiyetlerimizi, davranış biçimlerimizi onlarla süslemekle mümkündür.

  • Bütün bu amelleri önce kendi varlığımızda, kendi ruhumuzda, gönlümüzde ve kalbimizde gerçek anlamıyla tatbik etmek, uygulamak mecburiyetimiz vardır. Daha sonra merkezden çevreye doğru genişleyen aydınlık halkalar halinde, ebeveyne hürmet, üstad ve mürşidlere hürmet, sıla-i rahim, miskinleri doyurmak ve gözetmek gibi diğer önemli sorumluluklarımız sıralanır.

  • Söz konusu sorumlulukları tam anlamıyla yerine getirmek için, en başta muttaki ve ahlaken güzel olmak gerekmektedir.

  • Bu kitap mü’minlere, muttaki ve ahlâken güzel olmanın kapılarını açıyor.

  • Muhammed Zahid b. İbrahim el-Bursevî’nin eserlerinden derlenen kitap, hadislerin ışığında, «Allah’a en sevgili Ameller» olarak zikredilen; namazları vaktinde kılmayı, ebeveyne hürmeti, üstad ve mürşidlere saygıyı, Allah yolunda cihadı, Zikrullah’ı, Allah’a imanı, sıla-i rahimi, miskinleri doyurmayı ve gözetmeyi, sohbeti ve sohbet yapanları sevmeyi, muttaki ve ahlâken güzel olmayı, bir hayat tarzı haline getirmemizi sağlayıcı bilgiler sunuyor.

  • Rabbimizden, bizi muttakilerden kılmasını diliyoruz. Amin.

  • SEHA

  • Önsöz

    ALLAH’A EN SEVGİLİ OLAN AMELLER

    — Namazları Vaktinde Kılmak

  • «Amellerin Allah’a en sevgilisi evvelâ vaktinde kılınan namazdır, sonra vâlideyne ihsandır, sonra da fî sebîlillâh cihaddır.»

  • Her namazın ma’lûmdur ki bir ilk vakti, bir de son vakti vardır, vaktinde kılman namaz bu iki vakit arasında kılınan namazdır. Fakat bazı rivayetlerde (evveli vaktihâ) diye ilk vakit murad olunmuştur. Bizim de içimize gelen bu ilk vakittir.

    Meselâ durup durup ta ikindiye yakın bir zamanda öğle namazını kılmak biraz sonra da ikindi namazını kılmak ki bu, hem tembellik ve hem de namaza kıymet ve ehemmiyet vermeyip ne zaman olsa kılınır diye geciktirmek, bir rivayete göre bunu âdet edinmek günahı da mucibtir.

    Sizin bir hizmetkârınız sözünüzü derhal yaparsa daha çok seversiniz, eğer istediğiniz şeyi sallar, tâ geç vakte kadar bırakırsa bu sefer de canınız sıkılacaktır.

    Binaenaleyh amellerin Cenâb-ı Hakk’a en sevgili olan namazı ilk vaktinde kılan kulunu Hz. Allah’ın ne kadar çok seveceğinde hiç de şüphe yoktur. Zira namaz amellerin en efdalidir ve kulun Hâliki olan Allah Teâlâ’ya en çok yakın olduğu bir andır ki bu andan insan olan mümkin olsa hiç de ayrılmak istemez. Fakat gafletimizin çokluğu yüzünden bu kıymetli anların değerini bilmekten çok da âciziz.

  • Namaz müslümanın mi’racı olduğu gibi dinin de direğidir, direksiz olmadığı gibi namazsız da müslümanlık olamayacağı cümlece ma’lûmdur. Sen bes vakit namazı sakın boş bir şey zannetme. İnsanı insan yapan namazdır.

    Günde beş kere Hakk’ın divanına dikilip el açıp yalvaran, her emrini baş tâcı sayan, her zaman ve her yerde Rabbim benim iledir, Rabbim beni görmekte ve hem de en iyi bir surette bilmektedir, hiçbir harekâtım onun bilgisinden hariç değildir, zaten benim maksadım Allah Teâlâ’nın rızasını kazanabilmektir, matlabım Allah, maksadım onun rızasıdır diye günde beş defa Hâlik-ı Zül-Celâlin divanına dikilen ve her yaptığı yanlış hareketlerinden mes’ul olacağına inanan bir kimse ile, Allahı tanımayan peygamberi tanımayan kitabı tanımayan ve yarınki âhiret gününe de inanmayan ve mes’uliyyet korkusu olmayan bedbaht kişi bir olur mu? Sende hiç mi akıl yok, bu koskoca varlığı sahipsiz mi zannediyorsun? Sen başına giydiğin ve ayağına giydiğin ve üstüne giydiğin gayet basit elbiseni kendi kendine olmuş tabiatın eseridir diye inanır mısın? Şimdi koca kâinata nasıl oluyor da sahipsizdir, tabiatın eseridir demeye cesaret ediyorsun, çok değil şu kendi hilkatini ve o hilkatteki tekemmülü, akıl zekâ ve irade kuvvetlerini iyi düşün de sonra seni aldatanlara dön de de ki: bu mülkün bir sahibi elbette olacak, o da eşi ve emsali olmayan bir Allah’tır bir Allah.

  • Binaenaleyh, sana bu hayatı, görme, duyma gibi beş havassı veren hele o akıl ve zekânın kadr ü kıymetini ancak tımarhaneye gider oradaki delileri sonra bir de gidip hastahanedeki hastaları görürsen ve hele bir de insanlar can verip ölürken görsen, herhalde insafa gelir bu inkârcılıktan vazgeçersin de müslüman kardeşlerinin arasında yer alır ve o Allah’ın divanına dikilmeyi cana minnet bilir artık namaz vakitlerini cân u yürekten özler, beklersin.

  • Artık gözüne nur verip sana şu koca kâinatı gösteren Allaha nasıl hamd edeceğini bilemezsin? Körleri gördükçe: «Elhamdü lillâh, beni de kör yaratsaydın ne yapardım» diye Hakk’a iltica üstüne iltica edersin. Hele o sağırları görünce büsbütün şaşırırsın. Ne büyük nimet!

    Koca Sultan Süleyman bile bak ne güzel söylemiş: «Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi» mısrası Guraba Hastahanesinin kapısında yazılıdır, fakat ders alan kim? 

  • Onun için Eşref-i Rumî Hazretlerinin «Müzekkin-Nüfûs» adlı kitabında ve bir de söylediği şiirlerinde çok güzel buyurulmuştur:

    «Bir göz ki olmaya ibret nazarmda, Ol düşmanıdır sahibinin başı üzerinde.»

  • Mısraları bize kâfi değil mi? Namaz o kadar mühim bir ibadettir ki, iki cihan serveri sallâllahü aleyhi ve sellem hazretlerinin namaz hakkında «O benim gözümün bebeğidir» demesi ne kadar mühimdir.

    Yani namazsız insanın gözsüz, kör bir insan olduğunu anlamak herhalde zor değildir. Göz, Allah Teâlâ’nın kullarına verdiği ni’metlerin büyüklerindendir. Kulak, her ne kadar mühim ise, de görme bakımından göz dahar mühimdir. Biz yerleri görür ve içindekileri görür, hayretlere düşeriz. Mademki her varlığın bir yaratıcısı vardır, o da şübhesiz Allah’tır.

    Yeryüzündeki insanlardan her cemaat ayrı ayrı zihinlerle Allah şöyledir veya böyledir diye yanlış fikirlere sahip olmuşlar, hattâ putlar, heykeller ve benzerleri şeyler hep bundan ileri gelmiştir. Cenâb-ı Peygamber de Mekke-i Mükerreme’nin zaptında Kâbe içine ve dışına konan putların hepsini kırdırmışlar, Allah Teâlâ’nın bir olup eşi ve benzeri olmadığını ve kendisinin babası, dedesi gibi bir evvelkinden doğmamış ve kendisinin de oğlu ve kızı ve hanımı olmadığı Kitabımızda, İhlâs Sûresinde pek açık bir şekilde belirtilmiş olmakla Allah Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri, ancak müslüman kitablarında belirtildiği gibidir. Başka bilgiler hep yanlış fikirlerdir, sakınmak gerektir.

  • Hele şimdi cahil halk arasında bir de Allah baba tâbiri işitilmektedir. Bu doğrudan doğruya hıristiyanların fikirleridir, müslümanlık bunu kat’iyyen kabûl etmez.

    İsâ aleyhisselâm da Allah’ın oğlu değil, onun kulu ve resulüdür. Adem aleyhisselâmı, anasız ve babasız yaratan Allah İsâ aleyhisselâmı da babasız yaratmıştır, o da insanlar gibi yemek ve içmek ve yediklerini çıkarmak mecburiyyetinde olan bir peygamberdir.

    Çünkü Allah Teâlâ hem yemez, hem içmez hem de uyumaz, kendisine gaflet de gelmez, görür, işitir, bilir ve her şey’e gücü yeter, mülk onundur, mülk içindekiler de onundur, kendisine ölüm ve yokluk da gelmez. Namaz ancak böyle bir Allah’ın emrini yerine getirmek için kılınır, namazı emreden Allah’tır, onun her emrinde sayısız ni’metler, ikramlar, ihsanlar vardır.

    Namazın insanların ruhu ve bedeni üzerinde bir çok faideleri de mevcuttur. Meselâ namaz kılan insan kamburlaşmaz, kafası daima dinçtir, baş ağrısı dahi bilmez, erkekliği çok uzun zaman devam eder ve bütün âzalarında bir rahatlık, bir dinlenme vardır, ruhu da selâmettedir. Hele o abdest alma yok mu ya, insanın canına hayat katar, her ne kadar yorgun olsa dahi bir abdest aldı mı sanki yorulan o değilmiş gibi taptaze olur.

    Binaenaleyh saâdet, selâmet, rahatlık ve huzur istiyorsan muhakkak müslümanlığa tam ma’nâsı ile riayetkâr olmak kâfidir vesselâm.

  • Namazları Vaktinde Kılmak

    — Ebeveyne Hürmet

  • İkinci kısım: Valideynine yani ana ve babasına ikrâm, ihsân, hürmet ve saygıdır.

    Evvelâ kulun vazifesi kendisini yaratan Allah Teâlâ’ya ibâdet, hamd ü senâ ve şükür borcunu ifadan sonra kendisinin bu âleme gelmesine sebeb olan ana ve babasına ikrâm ihsan ve tâattır, onları da kat’iyyen incitmemek, sözlerini kırmamak, muhtaç oldukları vakitte onlara bakmak, gönüllerini ve duâlarını almak herhalde her müslümana yaraşan vazifelerdendir.

    Zira ana ve babaların evlâdlarına bakması için ne büyük fedakârlığa katlandıkları hepimizin ma’lûmudur. Acı bir kahvenin bile kırk yıl hatırı vardır denince ana ve babanın hakkı artık nasıl ödenebilir. Halbuki bu ikrâm ve ihsânı emreden yine Allah Teâlâ Hazretleridir.

    Bir mağaraya sıkışıp kalan üç arkadaştan birisi de bir çoban idi, ana ve babasına yaptığı iyilikleri sayarak Cenab-ı Hak’tan, o ölüm manzarası olan mağaradan kurtulmalarını istedikleri zaman mağaranın önüne düşen taş bir miktar açılıp neticede diğer ikisinin de duaları sebebi ile oradan kurtulmaya muvaffak olmuşlardı. Çoban hergün ana ve babasına koymalarından sağdığı sütü içirmeden çocuklarına bir şey vermezmiş. Bir gün soğuk bir havada biraz da geç kalmış, sütü getirdiği vakit bakmış ki anne ve baba uyuyakalmışlar. Zavallı adamın çocukları da mütemadiyen babalarından süt istedikleri halde baba, anne ve babasını doyurmadan çocuklarına bir şey veremeyeceğini söyleyerek, onlar uyanıncaya kadar süt tası elinde ayakta beklemiş. Halbuki uyandırmak mümkün iken saygısızlık sayarak uyandırmaya da teşebbüs etmemiş.

    İşte onun bu saygılı hareketi Cenâb-ı Hakk’ın hoşuna gitmiş olacak ki mağarada sıkışıp kaldıkları vakit onların duâlarına icabetle mağaranın ağzını kapayan taşı yuvarlatıp gitmiş ve bunlar da o ölümden kurtulmuşlar.

  • Anne ve babaya itaat vaciptir, anne ve babalarının hayır dualarını alan evlâtlar mes’ûd olurlar ve bil’akis onların bedduâsını alanlar da iflâh olmaz derler. Binaenaleyh Allah Teâlâ’ya itaattan sonra anne ve baba, sağ ise büyük anne ve büyük babalar da aynı hakka sahiplerdir.

  • Ben sana bir iki misal vereyim:

    Sofilerin reisi olan Bâyezid-i Bistami hazretlerinden annesi bir su istemiş, o da suyu getirinceye kadar uyuyakalmış. Bâyezîd-i Bistamî de «kalk anne, suyunu getirdim» demeyi terbiyesizlik sayarak uyanıncaya kadar su elinde beklemiş. Fakat hava kış ve soğuk olduğundan bardaktan sızan sular donmuş ve eli de bardağa yapışmış, nihayet anne uyanmış ve suyu eline alınca Bâyezid’in de eline yapışan bardak parmağının derisini yüzerek annesinin eline geçmiş. Lâkin Bâyezid’in annesine karşı bu hürmet ve saygısının başı yine annesi. Çünkü ona: «Ya Rab, ben oğlumdan razıyım sen de ondan razı ol» diye, duâ edermiş ve ben onu doğuruncaya kadar şüpheli bir taâma el uzatmadığım gibi hâlâ da el uz atamam dermiş.

  • Bir diğer kıssa da şöyle:

    Yalnız kalmış bir kadın, önce oğlu ile beraber yatmak istemiş ve yatmışlar. Çocuk ise gece ibâdetlerine pek meraklı olduğundan bir vakit kalkmak istemişse de bakmış ki anne uyuyor, anneye itâat vaciptir, benim bu gece namazlarım ise nafiledir, diye anneyi uyandırmamak için kendi de kımıldamamış ve o gece şahaba kadar tam on bin kere «Kul hüvallahü ehad» sûresini okumuş. Vefat ettiği vakit rü’yalarında görmüşler ki cennet bahçelerinde Hakk’ı tesbih ederek uçmaktadır, sormuşlar ki bu devlete sebeb nedir? Cevaben demiş ki: «Anne - babama itaatim ve sabrımdır.»

  • Cenâb-ı Peygamber de buyurur ki: «Valideynine muti bir kul, a’lâ-i ılliyyin’dedir ve Rabbisine mutidir yani valideynine muti olan Allah’a da muti olur.»

  • Bir kişi bir çölde gezerken Hızır aleyhisselâm ile karşılaşmış ve ona senin ile burada buluşmamıza sebeb nedir diye sormuş, o da cevaben: «Anne ve babana ihsan ve ikramındır» demiş.

  • Hz. Musû Cenâb-ı Hak’tan bir vasiyyet ve bir nasihat istemiş, o da tam sekiz defa tekrarlamış, her defasında «annene iyilik et» denmiş ve dokuzuncu seferinde babasına iyilik etmesi zikr olunmuş ve: Ya Mûsâ, her kim valideynine iyilik, ihsân, ikram ederse ben onun dünyada velisi, kabrinde enîsi yoldaşı, mahşerde rahimi, sıratta delili olurum, cennette de bilâ vasıta onunla konuşurum buyurmuşlar ki ne büyük bir iltifattır.

  • Tabakatü’s-Sübki an Süleym İbn-i Eyyûb ki İmam Şâfii’nin sohbetinde bulunanlardandır. On yaşına geldiği halde daha Fâtiha-i şerifeyi okumaya kadir olamamış, zihni geriymiş. Bazı meşayih annene söyle senin, Kur’ân-ı Kerîm okuman ve ilim öğrenmen için duâ etsin demişler. Bu duâdan az zaman sonra misli bulunmaz büyük bir âlim olmuş.

  • İmam Ali efendimizin oğlu Hz. Hasan radıyallahü anhümâ, validesi Hz. Fâtıma radıyallahü anhâ ile yemek yemezmiş. Ne için benim ile yemiyorsun diye annesi sormuş da cevaben: Korkarım ki senin istediğin şey’e ben el uzatırım da sana âsi olurum demiş, sonra annesi de ben bütün hakkımı sana helâl ettim haydi benim ile ye buyurmuşlar.

  • Bir adamın üç evlâdı varmış, adam hastalanmış, büyük ağabeyi kardeşlerine demiş ki: Müsaadeniz ile babama ben bakayım, mirası sizin olsun demiş ve ölünceye kadar da güzelce bakmış, babası öldükten sonra rü’yasında falan yerde bir dinar var onu al, senin için hayır ve bereket vardır demiş. Büyük kardeş onu almış ve o para ile bir de balık almış ve o balığın içinden iki tane cevher çıkmış ki zamanın sultanı 60 bin dinara ancak satın almış. Cevherler o günkü para ile üç buçuk milyon altın edermiş, bu sana babana olan hizmetinin mükâfatıdır demişler.

  • Bu anne-baba hakkını lâyıkı ile ifa edebilmek her kişiye müyesser olmaz, yalnız o kişiye ki Allah’ı iyi bilir ve ona sarılır ve ondan her şey’i için yardım ister. Cenâb-ı Hakk duâlara icabet edici olduğundan bunların anne ve babalarının haklarını güzelce ifa edebilmeleri mümkündür. Bizim gibi âcizler ise zaten daima günah içinde, anne-baba hakkını nereden bilecek, bütün ömrümüz isyan ile geçmekte.

    Fakat anne ve babanın hayır duâlarını almadan onları gaib eden zavallılardan; son bir fırsat olarak her cuma günü onların kabirlerini ziyaret edenler, İkincisi anne ve babalarının şayet borçları varken ölmüşlerse onların borçlarını ödeyenler, üçüncüsü onlar için hac ediverenler veya onlar için bedel yollayanlar her ne kadar âsi oldularsa da bu sebeble afv olunup iyi evlâd diye ad alırlar. Evlâd ne kadar iyi olursa olsun eğer onların borçlarını ödemezse o da âsî evlâd olarak yazılır.

  • Hepimizin ma’lûmudur ki evlâdın saâdeti, ana ve babaların o evlâd’dan memnun olmalarında ve hayırlı dua etmelerindedir. Evlâdların felâketi de şekaveti de ana ve babaların o evlâddan memnun olmayıp, hayırlı duâlarından mahrum oluşlarındadır. O zaman dünyası da başına felâket ve belâdır, âhireti de.

    Şimdi Peygamber sallâllahü aleyhi ve sellem hazretlerinin: «Her kim cuma gecesi akşam ile yatsı arasında iki rek’at namaz kılar, her rek’atta bir «Fâtiha» bir «Âyete’l-Kürsî» ve beş «İhlâs sûresi» ile beş «Kul eûzü birabbil felâk» ve «Kul eûzü bi rabbinnâs» sûrelerini okur, namaz bittikten sonra on beş kere istiğfar ve on beş kere de salâvat-ı şerife okuyup bunların sevabını ana ve babalarının ruhlarına hediyye eder ise, onların haklarını ödemiş olur ve bunun sevabını da Allah’tan başka kimse bilmez.»

    Binaenaleyh Allah Teâlâ’nın rızası ana ve babanın evlâdından rızasına bağlıdır. Allah Teâlâ’nın kuluna gadabının alâmeti ana ve babanın evlâdlarına gadabına bağlıdır. Yani anne ve baban senden razı ve memnun iseler Allah da senden razı ve memnundur.

  • Ebeveyne Hürmet

    — Üstaz ve Mürşide Hürmet

  • Fakat burada ince bir nokta vardır ki, o da kişinin saâdet ve selâmetine vasıta olan hocaları, üstazları, mürşidleridir. Zira anne ve babanın çocukları üzerinde bir hakları vardır, bunda şübhemiz yoktur, lâkin bu hak çocuğun dünyaya gelmesine ve yetişmesine aittir. Hadd-i zâtında bu her mahlûkta görüldüğü gibi bu fâni âleme gelmek ve yaşamaktır. Bu da bir hüner değildir. Asıl hüner bu âleme geldikten sonra bu âlemin sahibi olan bir Allah’a, müslüman kitablarında bildirdiği gibi inanıp iman etmek ve Allah Teâlâ’nın emirlerine uymaktır. Bu hizmet ise üstazların, müşridlerin vazifesidir.

    Binaenaleyh üstaz ve mürşidin hakkı ana ve baba hakkından daha çok hem de pek çok fazladır. Anne ve baba çocuğun fâni olan bu âleme gelmesine sebebtir, üstaz ve mürşidler ise onu bu fâni âlemden bâki olan âhiret âlemine, külfet ve meşakkat ile dolu olan bu dünya âleminden, saâdet ve selâmet yeri olan ve ölüm olmayan bekâ âlemine kavuşmasına vesiledirler.

  • Şimdi pek açık bir şekilde anlaşılıyor ki üstaz ve mürşidin kıymeti paha biçilmez bir varlıktır. Onun için Sahabe-i kirâm hazretleri Resûl-i Ekrem Efendimize karşı, «Fidâke ebî ve ümmî yâ Resûlullâh» demediler mi? Çünkü Resûlüllah olmasa idi insanların hayvandan ne farkı olurdu, belki hayvan-ı nâtık derlerdi. Halbuki hayvandan istifade edilir, sütü içilir, eti yenir, yağı yenir, derisinden, yününden istifade edilir, hattâ kemiklerinden de istifade edildiği ma’lûmdur. Ya insanın nesinden istifade edilebilir? O insan ki, Allah bilmez ve ibadet tâat da bilmez, kendisinde âhir et mes’uliyeti de yoktur, mutlaka cem’iyete baştan başa zarardır.

    Onun için Hz. Ali efendimizin sözü ne kadar haklıdır ve güzeldir: «Men alemenî harfen fekad sayyerenî abden» buyurmuşlar, yani: Bana bir harf öğreten beni kendisine köle yapar. Daha açıkça: Bana bir harf öğretenin ben kölesi olurum. Ne kadar veciz bir cümledir, bir taraftan ilmin kıymetini bildirmiş oluyorlar, bir taraftan da ilmi öğretene karşı bizim vazifemizi öğretiyorlar. Köle olmayı kolay bir şey mi zannedersin, yani ben bana ilim öğretenin her an emrine âmade bir hizmetkârım, demektir.

  • Zira ilimsiz dünyâ, aysız ve güneşsiz bir zulmet ve karanlıklar âlemidir. İnsan ancak bu iki nur ve ışık sayesinde yaşar, fakat bu yaşamak bütün mahlûkata şâmildir, insanın yaşayışı ise bu fâni âlemi görüp hayvanlar gibi ölüp gitmekten ibaret değildir ki ayın ve güneşin oluşu yetsin, insan cennet-i âlâya urûc edecek ve ebedî saadete erişecek ve cemalûllahı da müşahede edebilecek bir tekemmül ile yaratılmıştır.

    Binaenaleyh insanoğlunun ilk vazifesi, kâinatı görünce evvelâ onun sahibini arayıp bulması gerekir. Bu da ancak ilimle mümkün olur. Bunun birisi üstazların ve birisi de mürşidlerin vazifeleridir.

  • Şimdi dünyaya gelmiş fakat yemek, içmek ve yaşamaktan başka bir şey bilmeyen insanın hayvanat-ı saireden farkı yoktur, belki (bel hüm edall) tabir edilerek daha da aşağıdır denilmiş. İnsanın insanlığı ancak Allah’ını tanımasıyladır, ve onun emrettiği ibadet ve tâatı yaparak men’ettiği yasaklardan kaçmasıyladır. Bu da ancak üstazlarına ashâb-ı kirâmın dedikleri gibi, «Fidâke ebî ve ümmî» deyip, son derece ta’zimat ve tekrimatta bulunmak ve onlara her türlü yardımı âdeta cana minnet bilmekle olur.

    Bakınız onların kıymetlerini anlatmak için yazmak mecburiyetinde kaldım: bizim bir zekâtımız var ya, her fakire, muhtaç olana onu zengin etmeyecek kadar bir nisaba malik olmamak şartı ile bir şeyler veririz, nisaba malik olunca artık ona zekât almak haram olur. Fakat Allah için, ilim sahipleri ve mürşidlere ne kadar verebilirsen ver, hiç de korkma. «İbn-i Abidin» isimli fıkıh kitabında, bir âlimin kırk senelik yiyeceği olsa dahi yine zekât almağa hakkı vardır, der.

  • Bir de «Nüzhetü’l-Mecâlis» diye bir mev’ıza kitabı vardır. Onun birinci cildinin 195. nci sahifesinin 29. ncu satırında şu ibare vardır: (Mes’eletü’l-ahzi mine’z-zekât). Her sınıf insanın alabileceği zekât miktarını yazdıktan sonra:

  • Yani ilim ile iştigal eden kimse ticaret ile meşgul olamayacağından onun, ömrü boyu ihtiyacı için zekât alması ve hattâ iaşesine yardımcı olacak, gelir getirecek ev dükkân alması da câizdir demişler. Şimdi sen buna ne dersin bilmem, fakat ilmin hakkı böyle dünya fâidelerini te’min etmekle de ödenmez, yine o talebeye ve o müslümana lâzımdır ki kendisine bir harf bile olsa öğreten ve mürşidine ölünceye kadar yani şeyhi değil, kendisi de ölünceye kadar onun için hayırlar yapmak, vakıflar kurmak ve dualar yapmak ve öldükten sonra da duâlara vesile olacak cami, mescid, köprü, çeşme, sular getirmek, medreseler kurmak ve saire gibi hayırlarla onların isimlerinin yâd olunmasına çalışmak da ayrıca talebe ve müridlerin vazifelerinden sayılır.

  • Üstaz ve Mürşide Hürmet

    — Allah Yolunda Cihad

  • Allah’ın en fazla sevdiği amellerden biride, Allah yolunda ve Allah’ın rızasını kazanmak için yapılan cihadlardır. Cihad hemen öyle dil ucu ile veya biraz yardım ile veya biraz da emekle olmaz. Var kuvveti ile, gücünün son noktasına varıncaya kadar çalışmak, ya şehid olmak veya kalıp gazi olmak ma’nâlarına hem kendini ve hem de memleketini düşman istilâsından korumak için can bahasına çalışmak lâzımdır.

    Halbuki bugün çok değişmiş bir gündür, bir dünyadır. Eskiden atılan bir ok kâfi idi lâkin bugün ok’u bilen bile yok. Şimdi uçak atom ve bilgi devridir.

    Binaenaleyh bunları zamanında hazırlamayan kavimler, milletler, cem’iyyetler mahkûm durumundadırlar. Artık nüfusun çokluğunun hattâ cesaretin de kıymeti yoktur. Düşmana, düşmandan daha fazla kuvvet ve kudrette olmak ve bunları onlardan almak sureti ile değil, bilfiil daha iyisini ve daha güzelini ve daha kuvvetlisini onlardan daha çok ve daha muntazam bir şekilde yapmakla üstün gelinir. Bu hususta var kuvvetimizi harcamazsak hepimiz mes’ul oluruz.

  • Bugün memleketimizde hâlâ yapılagelmekte olan muazzam binalara, otellere hattâ dairelere harcanan paralarla neler yapılmaz ki. Bu dünyanın sonu ölümdür. Ölümü gözünün önünden ayırma, kadınları dul bırakan, çocukları yetim eden, mallarını da mirasçılar elinde parçalayan ölümü unutma.

    Bak, hem de dikkat ile bak, o mezarlıklarda yatan ecdadına, hepsi mallarını, mülklerini terk edip şimdi yaptıklarının hesabını vermek ile meşguldürler.

  • Ey aziz kardeş! Sen bunlardan ibret al da vücud sağ iken, kuvvetin de yerinde iken Allah Teâlâ’nın emrine ve Resûlüllah Efendimizin de sünnetine iyi sarıl, Allah yolunda, Allah için dinin, vatanın, ırz ve nâmusunun muhafaza ve vikayesi için çok çalış, yorulma, bıkma, yılma. İyi bil ki Allah, dostlarının yardımcısıdır.

  • Şimdiki cihad ma’lûm, en kuvvetli din ve dünya ilimlerine, san’ata ticarete tamamı ile hâkim olmadıkça hürriyet hâsıl olamaz. Onun için bir kamçı veya ona müadil bir şey bulun ki, düşmanla döğüşüp vuruşmanızda kullanırsınız. O kadarcık bir kamçı boyu cennette yer alabilmek için, dünya ve dünyanın üzerinde bulunan her şeyden kamçı boyu yeri olan kimse en bahtiyar kimsedir.

    Dünyanın ve içindeki bütün mücevheratların senin olmasından ise, cennette bu kadarcık bir yerin olması senin için çok hayırlıdır. Zira cennet anne ve babanın rızası altında olduğu gibi mücahidlerin de kılıçlarının gölgesi altındadır.

    Sonra dünyamızı görüyoruz ki, pek çabuk elden gitmektedir, sonra da âhiret hesabı ve mes’ûliyeti var. Onun için cennette çok ufak da olsa bir yer alabilmek için cihadı, gazayı, nöbet beklemeyi cana minnet bil ve bundan kaçma, senin saâdetin, memleketin de saâdeti bundadır.

  • Gerek sabahleyin ve gerekse akşam üstü bir müddet, gerek düşmana karşı harb için olsun ve gerekse dinindeki noksanları öğrenmek için, yani din ilmini öğrenmek veya öğretmek için yürümek sevab cihetinden, dünya ve dünya içindekilerinin hepsinden hayırlıdır. Çünkü öldükten sonra bu yapmış olduğun amel-i salihin mükâfatlarına nâil olacağın bedihidir, âşikârdır, hiç şüphe yoktur.

    Cihad amel-i salihlerin en yüksek noktasıdır, dünya nimetleri hiç şüphesiz gölge gibi yerinde durmadan hemen gitmektedir, ahiret nimetleri ise bakidir, ebedidir. Hem külfet, meşakkat, hastalık, dest, musibet, felâket gibi hiç bir rahatsızlığı yoktur. Her nimetin sürür ve neşesi daima artmakta bulunan bir devlettir. Bunu kaçırmamak için cihad fedakârlığını elde tutmak gerekir.

    İnsanın her ameli ölünce biter, ancak Hak yolcusunun düşmanı beklemesinin sevabı bitmez, daima defterine hasene-i cariye olarak yazılır ve yine Allah yolunda bir müddet cihad etmek, Hacer-i Esved denilen Kâbe-i muazzamadaki mevkide, leyle-i kadirde, sabaha kadar ibadet’ ten hayırlıdır. Ve bir gece düşman karşısında beklemek, bir günlük nafile namaz ve oruçtan hayırlıdır ve bahusus bu yolda harcanan bir dinar veya bir dirhem nafaka, başka yerlere yedi yüz dinardan efdal ve hayırlıdır. 

  • Bu hadis-i şerif ne kadar şayan-ı dikkattir (teıse) kelimesi helak olmak, fena bulmak, namnişanı kaybolmak ve ayağı kayıp yüzüstü düşmek ma’nâlarını taşıyan bir kelimedir.

    Şu halde «Paralar, pullar ve envai çeşit süslü ve kıymetli kumaşlara tapanlara yazıklar olsun, helak olsunlar, adları sanları kalmasın, yüzüstü düşüp kalkamasınlar, onlara dünyalık bir şey verseniz sizden razı ve hoşnut olurlar, eğer bir şey vermezseniz kızarlar. Helak olsunlar, işleri tersine gitsin, baş aşağı. Eğer onlara bir diken batarsa çıkaramasınlar acısını çeksin dursunlar.»

    Çünkü Allah yolunu bırakmış, cihadı bırakmış, ilmi bırakmış, gazayı da bırakmış, paraların peşine düşmüş, mallara tapar hale gelmiş, insanlıktan uzak kalmış, fakir fukarayı da düşünmez olmuşlar. Artık sen buna sakın gücenme. Zira bu gibi menfaatperest insanlar cem’iyyetlerine faideli olamayacakları gibi en büyük zarar da, bunlardan geleceği için, cenab-ı Peygamber bu acı gibi görünen ama haddi zatında çok doğru olan hadîs-i şerifi buyurmuşlar.

    Hepimiz, hergün gözümüzün önünde cereyan eden bugünkü canlı hâdiselerin yegâne sebebi bu kendini bilmez, ahireti dünyaya değişmiş bedbahtların yüzünden, insanların ne sıkıntı ve meşakkat çektiklerini görmekteyiz. Allah Teâlâ cümle ümmet-i Muhammed’i ve bizleri de bunların şerrinden muhafaza buyursun.

  • Ve yine o bahtiyar kimselere müjdeler olsun ki atının gemini, dizginini eline almış, üstü dağınık, ayakları tozlu nerede beklenmesi lâzım gelen bir yer varsa hemen oraya gidip bekler ve nereye yollarlarsa yollasınlar hemen oraya giderler, fakat bir izin isterse izin vermezler, birisine şefâat edecek olsa, şefâatını da kabûl etmezler, yani insanlar bu gibi bahtiyar kimselere kıymet vermezler, amma ind-i İlâhîdeki kıymetleri çok yüksektir.

    Birinci kısım bedbaht kimseler ki, kendilerine bedduâ edilmiş, ikinci kısımdaki insanlar da müjdeler ile tebşir olunmuş, çünkü ehl-i cihad ve gaza sahipleridirler. Bu hususta tam yirmi iki hadis-i şerif zikredilmiştir. Bu mücahedeyi ve bu mücadeleyi nefsinin kölesi ve esiri olan, işleri, güçleri mal mülk peşinde olanların yapabilmesi çok müşkil olduğundan insanların evvelâ nefislerini ıslah etmeye çalışmaları lâzım geleceğini beyan sadedinde: «Mücahid Allah için nefsi ile cihad edendir» buyurmuşlardır ki, nefsi ile Allah için ve Allah yolunda cihad edenlerin sevabı tükenmez, onlar öldükten sonrada sevapları kıyamete kadar devam eder.

    Cenâb-ı Hak cümlemizi bu mübarek mücahidler arasına kabul buyursun, yani bizleri de mücahidler eylesin. Âmin.

  • Müslümanlığın bekası ancak cihâd iledir, onun için her müslümanın daha çocukluğundan itibaren atıcılık öğrenmesi sünnettir. Düşman karşısından kaçmak iman zafiyetinin alâmetidir. Ölüm bir keredir, ecel gelmedikçe ölüm olmaz.

    Hâlid bin Velid bir çok muharebelere girdiği halde, nihayet yatağında öldüğüne çok esef etmekte olduğunu müş’ir kitabesi Humus Büyük Camiindeki dikili ve çok uzun bir sütun üzerinde yazılır. Harbten kaçmak korkaklık alâmetidir ve dünyaya haris olduğunu isbat eder. Allah’a iman eden bilir ki, Allah’ın takdiri bozulmaz.

  • Harb gününde düşmanla karşılaştığı anda kaçmak hem günah-ı kebâirdendir, hem de en büyük tehlikelerdendir. Bir müslüman, bir kâfirin, iki kâfirin karşısından kaçmaz, kaçtığı takdirde en büyük günahı işlemiş olmakla beraber devletine, milletine de en büyük fenalığı işlemiş olur. Üç kâfir karşısından da kaçmaz ve lâkin geri kuvvetlere iltihak için geri çekilir denmiş.

  • Bir muharebede müslüman askerlerinden birisi düşman saflarına saldırmış idi ki müslümanlar: Vah, vah, kendisini tehlikeye attı diye bağrıştılar. O zaman Eyyüb el-Ensarî dedi ki: Siz bu âyetin ma’nâsmı yanlış anlıyorsunuz, ma’nâsı şöyledir: Asıl tehlike, gazalara gitmemek ve gazalara verilecek yardım paralarını vermemektir, böyle olunca düşman cesaret alır ve kuvvet, bulup müslümanlara saldırır. Onun için buhl’ün adına helâk demişler.

  • Siz ellerinizle nefislerinizi helâke sürüklemeyin, Allah yolunda paralarınızı hattâ canlarınızı bile feda edip kendinizi, milletinizi, devletinizi kendi elleriniz ile tehlikeye atmayın, Allah sizlere nasıl veriyorsa öyle veriniz, hem çok veriniz, saâdetiniz, selâmetiniz gazalara gidip düşmanla arslanlar gibi cenk edip onları korkutmak ve paralarınızı da verip ordularınızı her türlü teçhizat ile kuvvetlendiririniz ve daha sonra bu teçhizatı kâfirlerden almak değil belki bilfiil kendinizin yapması lâzımdır. Bu ise zaman ve parayı icabettirir. Onun için her israftan son derece uzak kalıp bütün gücü ile hürriyet ve istiklâlinin muhafazasına çalışmak her müslümanın en başta gelen vazifesidir.

  • Bakınız cihad o kadar mühimdir ki, her müslüman hattâ kadın, erkek, çoluk çocuğun buna hazırlanması gerektir. Zira bir mü’min gazalara gitmeden ve gazaya hazırlanmadan ölürse o münafıklıktan bir şu’be, bir parça üzerine ölür ve yine bir müslüman gaza etmez veya bir gazinin evine bakmazsa, böyle olan kimsenin ansızın başına, öyle tehlikeler gelir ki, içinden bir daha çıkamaz. Bu hususta Tergıb ve Herhîbte tam yüz sahife, pek çok geniş malûmat vardır.

    Ben kısa olarak bu kadarcık yazabildim. Aman kardeşim hemen okuyup maaş alıp masa başlarına oturmaya heves etme. Belki oku ve lâkin gayen Islâmın yükselmesi olsun ve bunun için elinden gelen her fedakârlığı yapmaktan çekinme vesselâm.

  • Ve sallâllahü alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âlihi ve sahbihî ecmaîn.

  • Allah Yolunda Cihad

    — Zikrullah

  • Zikrettiğimiz hadis-i şerif mucibince Allah Teâlâya sevgili amellerden birisi de zikrullaha devamdır buyurulmuştur, yani ölüm gelinceye kadar zikre devamdır. Ölüm gelince sen zikrullah ederken gelir. Çünkü gönüllerin açılmasında, daralmasında zikrullahın pek çok ve pek büyük faydaları vardır. Gönlün gafletinde bunun zıddı darlıklar, sıkıntılar, bunaltılar hasıl olur. Lisanın yaşlığı demek zikrin devamını bildirir. Kur’an okumak da bir zikirdir, fakat bazı müstesna hallerde caiz değildir.

    Meselâ: cünüp iken, cima halinde, def’i hâcet mahallinde lisanen zikir kerahettir, lâkin kalben zikirde hiçbir beis yoktur, hattâ cima halinde zâkir olanın çocuğu veli olur demişler.

  • Şimdi de Ma’rifetnamede, kemâle ulaşmanın beşinci esâsı olan zikrullah hakkında, İbrahim Hakkı hazretlerinin yazdıklarından hulâsaten dokuz nevi’ ile beyân edilir ki, birinci nevi, âyât-i kerimeler ve ehâdîs-i şerîfelerdir. İkinci nevi’ ise, devamlı zikrullahın, Hazreti- Rabbi’l-âlemîn ile ünsiyete sebep olduğunu hadîs-i şeriflerle bildirir.

  • Ma’lum olsun ki, Hazreti-Habib-i Ekrem (s.a.v.) efendimiz, ümmetine şefkat edip, hazreti Allah’ın zikrinin en aziz ve en leziz şey olduğunu duyurmuşdur.

    Nitekim, bir hadîs-i şeriflerinde buyurmuşlardır ki, bir cemâat bir meclisde Hak Teâlâ’yı zikr etseler, illâ ki onları melekler tavaf eder. Yâni Hak Teâlâyı zikr edenleri melekler tavaf edip, hepsini rahmet-i İlâhiye istilâ eder ve gönüllere sükûnet nazil olur. Onları Hak Teâlâ kendi yanında olan melekler arasında zikreder buyurmuşdur. Zikrullah ile beraber Kurân-ı Kerim’i güzel okumaya devam eyle ki, onlar sana yer yüzünde gayet açık bir nurdur. Göklerde güzel bir şekilde anılmana sebepdir.

    Kim ki zikrullah sevgisi bulmuşdur, bu, Hak Teâlâ’nın onu sevdiğinin alâmetidir. Mevlâ’nın kuluna sadakası, ona zikri ilham buyurmasıdır.

    Kim ki (Lâ ilâhe illallah) derse, kalbinden hicabı ref’ eder. Herşeyin bir parlatıcısı, temizleyicisi vardır. Gönlün parlatıcısı ve temizleyicisi de zikrullahdır. Zikrullah herşeyden büyükdür, gerek Allâh Teâlâ’nın kulunu zikri ve gerekse kulun Allah Teâlâ’yı zikri olsun. Zirâ, sizin onu zikr etmenizden, onun sizi zikr etmesi, daha büyük ve daha güzeldir.

    Şeytan, kulağını Âdem oğlunun yüreğine koyar ve dinler, eğer o kul Allâh Teâlâ’yı zikrediyorsa, geriye kaçar ve eğer zikrullah’ı unutursa, yüreğini lokma gibi yutar. Sizden biriniz o kadar çok zikr etsin ki, nâs onu deli zannetsin.

    Zikrullahdan daha efdal sadaka olmaz. Altın ve gümüş sadakasından, intakından, düşman boyunlarını vurmaktan ve bütün sâlih amellerden daha faydalı olan, derecelerinizi artıran ve yükselten şey zikrullahdır. Rab’bini zikr edenle etmiyenin misâli, ölü ile diri misâlidir.

    Bir kimse sâlih bir amel işlemez ki, zikrullahdan daha ziyâde ona necat verir ola. Bir kimse ceblerine para doldurup, fukaraya dağıtsa ve bir başka kimse de zikrullah ile meşgul olsa, Allah katında fukaraya tasadduk edenden, zikrullahla meşgul olan efdaldir buyurulmuştur.

    «Eğer Cennet bahçelerine tesadüf ederseniz, onlarla mütene’ım olunuz,» buyruğundaki bahçeler, zikrullah meclisleridir, buyurulmuştur.

    Bir kavim bir meclisde oturup, zikrullah etmeden kalkarlarsa, guyâ bir merkep cifesinden dağılmış olurlar ve o meclis için onlar kıyâmet gününde pişmanlık ve husranlık çekerler. Ehl-i Cennet hiç birşey için hüsranlık çekmezler, ancak o saâte mütehassir olurlar ki, onda zikrullah etmeyip, o sâat boş geçmişdir.

    Kim ki sabah namazını cemâatle edâ edip, işrak vaktine kadar zikrullah ile meşgul olsa ve sonra iki rekat işrak namazı kılsa, onun için nafile bir hac ve bir umre sevabı tamâmiyle hasıldır.

  • Buyurmuşdur ki, sabah namazını edâdan sonra işrak vaktine kadar zikrullah ile mesgul olman, dünyâ ve dünyâ içinde bulunan, bütün kıymetli cevâhir ve eşyâlardan, bana daha ziyâde sevgilidir.

    İkindi namazını edâdan sonra güneş batmaya kadar zikrullah ile meşgul olmak da, dünya ve dünya içindekilerden, daha fazla sevgilidir.

    Hak Sübhanehü ve Teâlâ’yı zikredenin misâli o kişidir ki, onu öldürmeye kasd eden düşman, onun arkasından koşup erişecek saatte hemen o zâkir, metin bir kaleye girer ve o düşmandan halâs olur, kurtulur. Bunun gibi mü’min bir kul, kendi nefsini şeytandan koruyamaz, ancak zikrullah ile muhafaza, edebilir. Kelime-i tayyibe olan (Lâ ilâhe illallah) Mevlâ’nın kalesidir. Onu can ve gönülden tekrar edip ve gizlice çok çok söyle ki, ondan mâsivâ gafleti gidip, meclis-i üns ve muhabbet bulmuş olasın.

  • Ehlullah demişler ki,

    • Zikrullah umde-i ehl-i irfandır. Ve mûcib-i üns-ü Yezdan’dır. Ve mûrisi-visâli-dil ve candır.
    • Zikrullah amellerin en şiddetlisidir. Ve sözlerin en şiddetlisidir. Hak Teâlâ hazretlerinin kapısının bekçisi ve çalıcisıdır.
    • Zikrullah kalbin sıfatı ve îmânın alâmetidir. ibâdetlerin esâsı, kökü, iliği ve irfan kapısının anahtarıdır. Zikrin efdali, gizli olanı ve huzur-u kalb ile tekrar tekrar edilen (Allah veya Lâ ilâhe illallah) kelimeleridir.
    • Zikrullah kalbin nuru ve ruhların huzurudur.
    • Zikrullah vücudlara ve ruhlara kuvvettir.
    • Zikrullah gözlere cilâ ve içlere nurdur.
    • Zikrullah canın ünsiyeti ve irfânın husulüne sebepdir.
    • Zikrullah âriflerin âdeti ve Allah’dan gayrisini unutmaktır.
    • Zikrullah göğsün cilâsı ve akılların nurudur.
    • Zikrullah kalblerin hayâtı ve sevdiğine mülâki olmaktır.
    • Zikrullah lisânın ve fikrin resmi değil belki söylemesidir. Evvelâ zikr olunan halinden sonra zikr edenden hasıldır.
    • Zikrullah ile iştigal, asıl, için ve gönlün salahıdır.
  • Zikrullah ile geceleri meşgul olmak, amellerin efdali ve hallerin de en güzelidir. Eğer görürsen ki, Hak Teâlâ seni zikir ve fikrile meşgul etmiş ve alıştırmışdır, müjde olsun sana ki, o seni sevmişdir. Zikrullah gönülde sürürdür. Mahsulü de, ünsiyet ve huzurdur.

    • Zikrullaha devam, gönül ve canın nurudur. Kalbe sükût bahş eder.
    • Zikrullah enisdir ve pek güzel bir arkadaşdır.
    • Zikrullah cesedlerin güzel kokusu, ruhların da kuvvetidir.
    • Zikrullah iç gözlerinin nuru ve içlerin de mânisidir.
    • Zikrullah ile gönül, her pislikten tahir olub, Hak’kın rızâsı, yüzü ona zâhir olur.
    • Zikrullaha devamla kalbi ma’mur olanın efâl ve ahlâkı cemîl ve ruhu mesrur olur.
    • Zikrullah kalbe nur ve inâyettir ve ruha hidâyettir.
    • Zikrullah her derde devâdır.
  • Allah’dan gayriyi zikir, belâ ve dertdir. Kim ki Hak’kı zikr eder, Hak Sübhanehü ve Teâlâ da onu zikr eder. Zikrullah iç gözlerine nur ve ruhlara ganimettir. Zikrullah ile iştigal hallerin en güzelidir. Kim ki Hak’kı unutur, onun kalbinde mâsiva mahv olur gider. Zikri devamlı olanın kalbi uyumaz. Zikri Allah olanın, fikri de Allah olup, canı da âgâh olur. Zikrullaha devam ehlullahın âdet ve yoludur.

  • Zikrullah, canlara kuvvet, âgâhlık ve uyanıklığa sebepdir. Hakkı unutup, lehviyâta düşme. Zikredersen, unutanlardan, gafletle zikr et. Tâki zikrullah sende kemâl bulsun. Mevlâ’nın gerçek zikri, nefsini ve mâsivâyı unutmakdır.

    Zikrullah, sermâye-i ma’rifet ve muhabbettir, kimyây-ı devlet ve saâdettir. Zikrullaha devamla, muhabbet-i İlâhî galib olur. Gönül başkalarını bırakıp, Hak’ka talib olur.

    Zikrullah herkese, herhalde lâzımdır ve ehlullah, zikrullaha mülâzimdir. Arifin cezası, zikr-i Hak’tan münkatı’ olmasıdır. Yâni zikirden halî kalmasıdır. Kul, zikrullah ile memurdur ki, her zaman meşgul ola.

    Zikrullah, ya lisan, ya kalb veya ruh ile hâsıl olur. Zikrullah evvelâ lisâna, kalbe ve oradan ruha vasıl olunca, o kimse havâss-ı evliyâ olup, cemi’ a’zâsıyla zikre devamla, Hak Sübhanehü ve Teâlâ ile ünsiyet kılarak ehass-ı havâs olur. Zikrullah lisandan kalbe müntekil olunca, bütün bedendeki a’zâlar mütenebbih olup rahat bulurlar.

    Zikrullah, ganîmet-i evliyâdır. «Lâ ilâhe illallah» Mevlâyı tevhiddir. Zikrullahın efdali, gizli ve huzur ile tekrar tekrar kelime-i (Allah) veya (La ilahe illallah)ı söylemektir. Zikrin efdali, «Lâ ilâhe illallah»dır. Ona devam eden, Mevlâ’nın kalesine, hıfz-ı himâyesine dahil olmuşdur ve iki cihanda korku ve tehlikelerden azaplardan necat bulmuştur. Bu suretle de, devlet-i ebedîyye ve saâdet-i sermedîyye nail olmuşdur. Kim ki bu zikir ve tevhidden mahrum kaldıysa, o kimse şekâvet-i ebedîyye ve azâb-ı sermedîyye yoluna gitmişdir. Allahım bizi en muhkem kalene dahil et.

  • Zikrullah

    — Allah’a İman

  • «Amellerin Allah Teâlâya en sevgilisi Allah’a imandır sonra sıla-i rahimdir sonra emr-i bilma’ruf ve nehy-i ani’l-münkerdir. Allah’ın en çok buğzettiği ameller ise, Allah’a şirk koşmak sonra sıla-i rahmi kesmektir.»

  • Ma’lûmdur ki Allah Teâlânın sevdiği bir çok hayırlı güzel ameller vardır. Bundan evvelki hadis-i şerifte de amellerin Allah’a en sevgilisi namaz, sonra birr’ül-vâlideyn sonra da cihad olduğu beyan buyurulmuştur. Diğer bazı rivayetlerde hac da amellerin sevgilisi meyanında zikr olunmuştur. İman ise can noktasıdır. Çünkü iman olmadıkça diğer hayırlı amellerin hiçbirisinin kıymeti yoktur. Hıristiyanların da, dinsizlerin de hatta komünistlerin de de yaptığı belki bir çok hayırlar vardır amma, hiç birisi işe yaramaz hepsi bir fındık kabuğunu bile doldurmaz.

    Onun için her işin başında iman şarttır, imansızın ne namazı ne de orucu, haccı ve zekâtı hiçbir şeye yaramaz. Hatta Sahabe-i kiramın imanı ile beraber onların yaptıkları ufacık hayırlar dağlar gibi büyük olduğu halde bizim de, dağlar gibi yaptığımız hayırların onların ufacık hayırlarına muadil bile olamadığı cümlenin malûmudur.

    Onun için imanın kıymeti herşeyden üstündür, ona paha biçmeğe kimsenin gücü yetmez. O iman; Allah Teâlânın varlığına, birliğine, duyar, işitir, görür olduğuna, gücünün her şeye yettiğine, eşi, emsali dengi bulunmadığına, doğmadığına, doğurmadığına, İhlas sûresinde bildirildiği gibi inanıp tasdik etmektir. Bunun başı zühd ve takvadır. Zira bu zühd ve takvâ olmazsa başsız insan gibidir, yani ölmüştür, artık ondan fayda olmaz demişler. . .

  • İmanı 20 cevh ile beyan etmişler. Bunlardan beşi kalbtedir ki, mü’minin bunları böy lece bilmesi ve inanması lâzımdır.

    Bir kere Allah Teâlâ birdir, ikincisi yoktur bütün mahlûkatı yaratan odur, onların rızıklarını veren, muhafaza eden, yardım eden, bir halden diğer hale geçiren hep o bir olan Allah’tır.

    İkinci beşi, lisan üzerindedir: Allah Teâlâya, meleklerine, kitaplarına peygamberlerine, âhiret gününe, hayır ve şerrin Allah’tan olduğuna inanıp iman etmektir.

    Üçüncü beşi de aza-i cevariha aittir: namaz, oruç, hac, abdest ve gusûldür.

    Dördüncü beşi de aza-i cevarihin haricindedir: âdil ümeraya itâat, imam ve müezzine ve fukaraya muhabbettir ve mesakine de muhabbettir.

  • İmanın şartı ise ondur: Allah’tan korkmak, ümidini kesmeyip fazlasını dilemek, Allah’a karşı iştiyak üzere rızasını kazanmağa gayret göstermek, Allah’ın büyüklendirdiği, kıymetlendirdiğini büyütüp, kıymetlendirmek ve yine Allah Teâlânın hor ve hakir gördüğünü hor ve hakir görmek, kaza-i İlâhiyyeye razı olmak, mekr-i İlhâîden sakınmak, Allah’ın verdiği nimetlere şükretmek, Allah’a tevekkül etmek ve Allah Teâlâyı hamd ve tesbih etmektir.

  • İman beş kısımdır:

    1. — İman-ı matbû, meleklerin imanıdır.
    2. — İman-ı mâsum, peygamberlerin imanıdır.
    3. — İman-ı makbûl, mü’minlerin imanıdır.
    4. — İman-ı mevkuf, münafıkların imanıdır.
    5. — İman-ı merdud, kâfirlerin ve hıristiyanların imanı yok demektir.
  • İmam Şâzelî der ki: Beş şey kimde olmazsa onun imanı yok demektir:

    1. — Allah Teâlânın emirlerine teslim.
    2. — Hükmüne rıza.
    3. — Vettafvîz: İşlerini Hakk’a ısmarlamak.
    4. — Tevekkül.
    5. — Sabır. İman mahlûk değildir. Allah Teâlânın nuru ve hidayetidir, dilediği istediği kulunun kalbine ilka eder. Kulun tasdiki ise mahlûktur, kulun fiilidir.[1]

    [1] Cami’ul-Usûl/212-222

  • Allah’a İman

    — Sıla-i Rahim

  • Bu imandan sonra Allah Teâlânın sevdiği hayırlı işlerden birisi de sıla-i rahimdir. Yani akraba-i teallûkatına ilgisi, alâkası ve onları ziyaret etmesi ve mümkünse yardımda bulunması, Sonra Allah Teâlânın emirlerini ve yasaklarını söylemek, emretmek yani emirlerinin icrasına ve yasaklarının da menine çalışmaktır. Allah Teâlânın buğz edip sevmediği şeylerden birisi şirk koşmak birisi de, akrabası ile alâka ve ilgisini kesip onları ziyarete gitmemektir. Babalar, anneler, büyük babalar, büyük anneler, amcalar, dayılar, halalar, teyzeler, kardeşler, hattâ bunların çocuklarını dahi bırakmamak insanlık ve İslâmlık bakımından son derece mühimdir.

  • Sıla-i Rahim

    — Miskinleri doyurmak ve gözetmek

  • «Allah Teâlâya amellerin en sevgilisi, aç bir miskini doyurmak veya onun borcunu ödemek veya onun bir sıkıntısını ve meşakkatini gidermektir.»

  • Dikkat edilirse görülür ki, amellerin Allah’a en sevgilisi önce namaz, sonra birrülvalideyn sonra da cihad ve bazı yerde hac da zikr edilmiş iken şimdi burada doğrudan doğruya hiç bir ibadet zikr olunmadan aç bir miskini doyurmak veya bir borçluyu borcundan kurtarmak veya sıkıntı ve meşakkata uğrayan bir kişiyi kurtarmak, sıkıntısını gidermek diye «ahabb-i a’mal» olarak zikr edilmiştir ki şayanı dikkattir.

  • Bakınız, camilerimizde bir vakitler mumlar yanarmış, sonraları da, yağ kandilleri icad olunmuş, onlarla camilerimizi aydınlatırlarmış. Bir hanım efendi bir miktar yağ alıp camiye hediyye etmek istemiş ve o sırada orada bulunan bir muhterem kişi hanıma sormuş: bu aydınlık, cami tavanına kadar mı olsun, yoksa Arşa kadar mı olsun? demiş. Tabiî hanım efendi, efendim arşa kadar olsun demiş. O zaman o muhterem zat, hanım efendiye demiş ki: «Öyle ise sen bu yağı al bir fakire ver de, onun bir miktar ihtiyacını gideriversin, senin bu yağının ışığı arşa kadar gider» demiş.[2]

     

    [2] Cami’üs-Sagir, 167

  • Binaenaleyh büyüklerimizin sözleri ne kadar doğrudur. İslâmî hülasa olarak ikiye bölmüşler: bir kısmı Allah’a ibadet, diğer kısmı da mahlûkata, kullarına şefkattir. Bir insan ne kadar âbid olsa, sofi olsa, dağlara çekilmiş, hiç günah işlememiş olsa dahi, tam mükemmel bir insan olamaz, çünkü, yalnız nefsini düşünmüştür. Halbuki müslümanlık, cemiyet hayatı ister ve hergünkü ibadetini mescitlerde cemaatla kılmayı teklif eder. Bu demektir ki, beşeriyyetin ihtiyaçlarını da görünüz ve onların yardımına koşunuz, bunda da bir nev’i cihad sevabı vardır.

    Onun için Efendimiz sallâllahüaleyhi ve sellem hazretleri ruhbaniyyeti menetmiş tir. Yani eski zamanın insanları gibi dağlara, minarelere çekilip ibadet etmeyi istememiş, benim ümmetimin ruhbanlığı cihaddır, buyurmuştur.

  • Bu cihadın tabiî sekiz kısım olduğunu öğrendik ve bunların en büyüğü de nefis ile cihaddır ki, böyle fakir fukara ve zuafâyı düşünüp belki boğazından ve kendi ihtiyaçlarından keserek bir muhtacın yardımına koşmak, bana kalsa pek öyle zan edildiği gibi kolay bir şey değildir. Evvelâ evdekiler isyan edip «bizim efendi deli oldu» diye adamcağızı tımarhaneye kadar attırırlar. Ne demek efendim, bizim nafakamızdan kessin de başkalarını beslesin, bunu nefis kabul edemez herkesin de olgun olması mümkün değildir.

    Bu ikram ve ihsan fukara ve mesâkini sevmekten neşet eder, bunlar her ne kadar gayret etseler de bundan fazla bir şey elde edemezler, zira hem rızk taksim olunmuş, sonra da, herkesin kuvvet ve kudreti ve zekâsı da bir değildir, kazanç yollarını bilemez, bulamaz, kazanç edeceğim derken bir de bakarsınız elindekilerini de kaçırmış, iflas edenlerin hali daha acıdır, halini başkalarına arz etmeye cesareti kalmaz, onun için (Ehibbül-mesâkîn) buyurulmuş: siz miskinleri seviniz ve onlara yaklaşınız, zira siz onları severseniz Allah da sizleri sever, eğer onları giydirirseniz Allah da sizleri giydirir; eğer onlara yemek yedirecek olursanız Allah da sizlere yedirir. Cömerd olunuz, Allah’ı da size cömerd olur bulursunuz.

  • Miskinleri doyurmak ve gözetmek

    — Sohbeti ve bu sohbeti yapanları sevmek

  • Ebû Said Hazretlerinden rivayet olunan bu hadis-i şerifte iki şeyden bahsedilmektedir; birisi hayır işlerini sevmek (güzel sohbetler de bu hayır işlerinden sayılmaktadır). İkincisi ise, bu hayır işlerini ve tatlı sohbetleri yapanları sevmektir. Hadis-i şerif bize bu kişiyi sevmeyi hem emreder ve hem de bereket, yümn, artma, ziyade, afiyet ve bütün belâlardan selâmet bu iki şey ile beraberdir der. Çünkü Allah Teâlâ, ma’rufu halk ettiği gibi, ona lâyık kimseleri de halk, etmiştir ve bunları birbirleri ile seviştirmiştir.

  • Binaenaleyh sen de bunları sev ve yaptıkları hayırları da sev, kurak yerlere yağmurlar yağınca oralar nasıl yeşillenir ise, bu hayırları sevenler ve hayırlı işleri yapanlar da tıpkı yağan yağmur gibi onlar da kalbleri yeşillendirir, nurlandırır, hayatlarına hayat bahş ederler. Bu mübarek ve muhterem hayır sahipleri dünyada nasıl tanınmış iseler ahirette öylece tanınırlar. Herkes onları bilir. Allah Teâlâ bizleri de böyle hayırları, seve seve yapan hayırlı işlere, cemiyyetlere katılan hayırlarla anılan hayırlı kullarından etsin.

  • Sohbeti ve bu sohbeti yapanları sevmek

    — Muttaki ve Ahlaken güzel olmak

  • «Kullardan Allah ezze ve celleye sevgili olan kul müttaki ve aynı zamanda gizli olandır, bulunmadığı vakit aranmazlar ve hazır olduğunda da bilinmezler, bunlar hidayet ışıkları ve ilim mısbahıdır.»

  • Malûmdur ki bütün mevcudat Allah Teâlânın yarattığı birer mahlûktur.

    Bunların kimisi melekler gibi günahlardan müberra, ancak emrolunduklarını yaparlar, başkasını bilmezler.

    Bir kısmı da hayvanlardır ki, onlar da akıl ve zekâdan mahrum oldukları için şehvetlerinin iktizası ne ise onu işlerler, günah falan bilmezler, ancak şehvetlerinin esiridirler, hak adalet bilmezler, gücü yeten gücü yetene hükmeder.

    Bir kısım mahlûku da vardır ki, onlar da insanlardır, onları da akıl zekâ ile ikram, ihsan etmiş ve bugünkü tekemmüle eriştirmiştir. Bunların bir kısmı kâinatın sahibi olan Allah Teâlâyı ve onun peygamberlerini, kitaplarını, âhiret gününü, hayır ve şerrin Allah tan olduğunu ve âhiret mes’ûliyyetini bilir ve korkar, cenneti ister, cehennemden korkup kaçar. Diğer bir kısmı da vardır ki Allah tanımaz, tabiata bağlıdır, Âhiret mesuliyeti tanımaz. Bunlar da kâfirlerdir.

    İşte bu kullarının içerisinden beğendiği, sevdiği kulları, muttaki olanlar, yani bütün günah ve haram şeylerden kaçmakla beraber kendilerini mümkün mertebe gizlerler. Gerek riyadan ve gerekse gösterişlerden son derece sakınırlar. Bir mecliste bulunmadıkları zaman onları kimse aramaz, zaten bilinmedikleri için de aranmazlar. Eğer mecliste mevcut iseler onları kimse bilmez ve bilinmezler. Amma onların ind-i İlâhîdeki kıymetlerinin yüksekliğinden hidayet kandilleri, hidayet ışıkları ve daha sonra da ilim kandilleri, ilmin ışıklan onlardır.

  • İlmi bilen ve bildiren çok kimseler vardır ki kuru gürültüden başka bir şeye yaramazlar. Çünkü ilimden murad Hakk’ı tanımak ve bilmektir. Hakikî bilmeyi öyle kolayca bir şey sanma. Hidâyeti ilâhiyyeye erişmemiş olanların bilgilerini görüyoruz ki, kulu Hak’tan uzaklaştırıyor ve Hakk’ı münkir oluyor ve cehennemin yolunu, şeytanın yolunu seçiyor. Böyle ilim olacağına olmaması daha iyi değil mi?

    Onun için böyle müttaki ve şöhreti olmayan âbidlerin her biri birer hidayet imamıdırlar, insanlar bunlara ittiba ve iktida ile necata ulaşırlar. Tehlikelerden kurtulup ve füyuzati ilâhiyye’ye nâil ve dereceleri yüksek ve amelleri de hem sahih ve hem de makbul olur. Çünkü, insanlar, bunların nurlarından nur alırlar ve dünya ve âhiretin zulmetlerinden kurtulurlar ve zulmetlerin başı olan kasveti kalbten, gönül karanlığından kurtulup kemal ve kâmil insanlığa erişirler. Bu suret ile bunlar da diğer müslümanlara ışık tutarlar ve bu mertebelere ulaşamayan bedbaht insanların, imandan yoksun zavallıların bilir misiniz, akıbetleri ne kadar fenadır ve çirkindir. Aynı zamanda ne kadar korkunçtur. Çünkü sahib-i kâinat olan Hz. Allah celle celâlühü onlar hakkında bak ne diyor: («Gelhüm adali» dokuzuncu cüz’ün 175. ci sayfasında «kalbleri olup da bir şey anlamayanlar gibi, belki daha aşağı olduğunu açıkça söylemektedir.»)

  • Kalbleri olup da idraksiz, anlayışsız, Hakkı bulamayan ve Hak yolunda gitmeyen, kulakları olup da Hakk’ın sesini, Hakk’ın sözünü, Hakk’ın kelâmını işitmeyen ve Hakk’a teslim olmayan ve Hakk’ı istemeyen bedbaht kişiler ki, bunlar, hayvanlardan da daha aşağı mahlûklardır. Çünkü her mahlûk, her canlı Allah Teâlâyı zikr etmekte olduğu halde, bu zavallılar kendini beğenip bir de mason locasına kayd olduktan sonra artık hayır gelir mi dersiniz? Zira hayvanların bir çok şeylerinden, etlerinden, yağlarından, sütlerinden, yünlerinden, kemiklerinden istifade edildiği halde, Hakk’ı tanımaz, Hakk’a uymaz, Hak aleyhinde çalışan kimsenin neyinden istifade edeceksiniz. Bunların elbette hayvanlardan daha aşağı olacağı bedihidir. Cenab-ı Hak cümlemizi ve cümle ümmeti Muhammedi böyle kötü, çirkin akıbetlerden muhafaza buyursun.

  • Fakat asıl mevzu Allah Teâlânın sevdiği bir kul olabilmek ve onun için çalışmaktır. Bunun için neler lâzımsa peder ve validelerin ilk vazifesi evlâtlarına öğretmektir. Evlâtlarının hem bulunduğu cemiyete faydalı ve hem de Allah Teâlâ’ya sevgili bir er olmaları için dinî gelişmesini ve dinine sadık olmasını ve dininin emirlerine uymasını dinî yasaklardan kaçınmasını, haramlara ve günahlara hiçbir suretle yanaşmamasını sağlamalıdırlar.

    Ana ve babadan sonra da, dinî tahsillerle haramları, günahları öğrenirler ve bunların insanlar üzerindeki zararlarını ve bahusus kalbin ve gönlün ölmesinin hep haramları ve günahları işlemekten ileri geleceğini kitaplarımızdan okurlar ve büyüklerimizden de dinlerler. Asıl ilim böyle müttaki olanların ilmidir. Müttaki demek küfürden, şirkten bil’umum günahlardan ufak-büyük hepsi dahil hatta mekruhlardan sakınan bahtiyarların adıdır.

  • Şunu da yazmak gerekir ki, sigara hakkında çok lâflar söylenmektedir, kimi haramdır, kimi mekruhtur, kimi de mübahtır, der. Kim ne derse desin mal meydanda: Bir kere vücuda zarar. İkincisi pis kokusundan nâşi melekler bile ondan kaçar. Peygamberimizin, mü’minlerin, salihlerin sevmediği bid’ati seyyiedir. Üçüncüsü, keseye zarardır, bu paraları evine, çocuklarının ihtiyaçlarına veya memleketin evlâtlarının ihtiyaçlarına harcamış olsa tabi daha iyi bir şey yapmış olacaktır.

    Binaenaleyh Allah Teâlâ’nın sevdiği iyi bir kul olabilmek için evvelâ bütün haram ve günahlardan sıyrılmak sonra da muhakkak iyi ahlâklı namuslu, dindar bilginlerin arasına girip onlara benzemeğe çalışmak, daha ileriye giderek, onları geçmektir.

  • Her ağacın yetiştiği bir semt bir mıntaka vardır. Oralarda başka başka ağaç yetişmediği malûmdur.

    Meselâ: dağlarda, kayaların arasında ve soğuklarda canım çamlar ne güzel yaşarlar, fakat uzun boylu, dosdoğru bir kavak ağacını orada yetiştiremezsiniz. Onun için insanların yetiştiği iyi yerleri arayıp bulmalı ve çocukları daha küçük yaşlarında iken temiz, namuslu, ahlâklı, edip, görgülü ve bilhassa dindar olarak yetiştirmeye ana-baba başta bütün cemiyet elbirliği ile çalışmalıdır vesselâm.

  • Ma’lûmdur ki evvelki zamanlarda TEKKE denilen dergâhlar vardı. Oralara giden kimseler olgunlaşmış kimseler olduğundan oralara giden kimseler de nasipleri kadar insanlıktan alırlardı. Buralarda Kur’anlar okunur, zikirler yapılır daha sonra güzel ibretli kasideler okunur, nasihatlar yapılır, burada bulunanlar Allah Teâlâ’nın lûtfuna, rahmetine, ihsanına uğrarlar, aldıkları feyizlerle ahlâkları güzelleşirdi. Aynı zamanda o dergâhlar birer terbiye ocağı olduğundan oraya devam eden kişi bir gün bakarsınız ki pek güzel bir insan olmuştur. Bu da, sırf Cenâb-ı Hakk’ın o zikir meclislerine olan ihsanının mükâfatıdır. Sonraları buraları da bozulmaya yüz tutmuş ve en nihayet kapatılıp gitmiş. Şimdi bu yerleri dans, balo, kahvehaneler almış. Allah muinimiz olsun demekten başka çaremiz yok ve camilerimizin hali de malûm. Artık ancak ihtiyarlara mahsus gibi.

  • Muttaki ve Ahlaken güzel olmak

    — Ehl-i Medine’ye Hürmet

  • Müslimin rivayetinde:

    «Medine halkına kötülük yapmak isteyenleri Allah, kurşunun ateşte, yahut tuzun suda eriyişi gibi eritir».

  • Medine-i Münevvere ma’lûm olduğu vech ile Peygamber sallâllahü aleyhi ve sellem hazretlerinin Mekke-i Mükerremeden hicretinden sonra ikamet ettikleri bir mahall-i mukaddestir. O zamanki Medineli müslümanlar da Resûlüllah efendimize canla başla, mal ile lâzım gelen yardımı yapmışlardı. Hatta Resûlullah efendimiz ile birlikte gelen Mekkeli müslüman kardeşlerine karşı göstermiş oldukları fedakârlık dünyanın hiçbir yerinde görülmemiştir. Buharî’nin kitabında bunu oku. Binaenaleyh, Mekke’den sonra en efdal olan Medine-i Münevvere’dir ve orada olanlara Peygamber sallâllahü aleyhi ve sellem hem şâhid, hem şefi’ olacaktır.

  • Bu müslüman belde-i tâhiresinde oturan ve oranın bekçiliğini yapan bahtiyar insanlara her kim ne suret ile olursa olsun bir eza, bir cefa ve bir kötülük yaparsa, tuzun suda eridiği gibi veya kalayın ateşte eridiği gibi erir gider veya ehl-i Medine’ye bir kötülük yapan kimseyi Allah Teâlâ ateşte eritir, kalayın eridiği gibi veya tuzun suda eridiği gibi eritir. Vesselâm.

  • Ehl-i Medine çok muhterem kimselerdir. Onlara hürmetsizlik ve saygısızlığın cezası da, ana ve babaya yapılan, üstaz ve mürşidlere yapılan hürmetsizlik ve saygısızlık gibidir. Peygamber sallallahü aleyhi ve sellemin zaman-ı saâdetlerinden şimdiye kadar 1400 sene gibi bir müddet geçmişse de hâlâ orada Resûlüllahın beldesini, şehrini, toprağını bekleyen bekçilere yan gözle bakılmasını bile Peygamberimiz istemiyor. O gibiler kalayın ateşte eridiği gibi erir ve mahv olurlar buyuruyorlar. Aklını biraz başına topla, bir beldenin bekçilerine yan bakmak caiz olmazsa bu dinin bekçileri ulemaya ve Resûlüllahın halifesi olan ulema-i zü’l-ihtirama hakaret eden, saygısızlık gösteren kimseler felâh bulurlar mı zannedersin?

  • Peygamberlerin ümmetlerine bıraktıkları ne maldır, ne de mülktür, onlar ancak miras olarak ilmi bırakmışlardır. İşte o ilmi kim alırsa o, peygamberlerin mirasına konmuş bir bahtiyardır.

  • Meselâ Medine-i Münevvere de şehirlerden bir şehir. Onu belde-i fâhire, mukaddes belde yapan ve 40 hanede adı vardır ki şerefine delâlet eder. Medine-i Münevvere şehrini bu yüksekliğe ulaştıran enbiyaların sultanı, reisi, iki cihanın baş tâcı ve Hz. Allah’ın en sevgili kulu ve Resûlü olan Hz. Muhammed Mustafa’nın o belde-i mübarekede bulunmasının sayesindedir. Baksana oranın toprağı, tozu bile dertlere devadır, hatta cüzzam ve kansere de iyi geldiği mücerreptir.

  • Binaenaleyh Peygamber sallâllahü aleyhi ve sellemin bulunduğu belde-i tâhirenin efdaliyyeti hakkında ihtilâf edilmiş, kimisi Mekke-i Mükerreme efdaldir demiş, çünkü orada kılman bir namazın sevabı 100 bin misli fazladır, kimisi de, hayır, Medine-i Münevvere efdaldir demiş, çünkü orada hayrü’l-halâik, efdalü’l-beşer, Habib-i Hudâ Muhammed Mustafa vardır ve lâkin Ravza-i Mutahhara yani, Resûlülüllah efendimizin vücud-ı şeriflerini ihâta eden toprak, kabr-i saâdet Mekke’den, Medine’den de belki Arş ve Kürsî’den de efdal olduğunda bütün ulemanın ittifakı vardır.

  • İnsan biraz insaf ile düşünse bir toprak parçası bile Resûl-i Ekrem’in vücud-ı saâdetlerini ihâta etmek ile en yüksek tabakaya ve en alâ mertebeye nâil olur da eşref-i mahlûkat olan insan ona îman eder ve ona sarılırsa, onun yolunda ve izinde giderse, onun derecesini ne olacağını artık kim takdir edebilir?

  • İmdi ey muhterem kardeşim, cahilliği ve çocukluğu bırak da, bu güzel peygamberin sözlerini iyi dinle ve onun yolundan zerre kadar ayrılma ki, dünya ve âhıretin saâdet ve selâmetine nâil olasın ve hem de yalnız sen değil, bütün cem’iyyetlerini Allah’ın sevgili peygamberinin yolunda ve izinde gitmelerine de can ve baş ile çalış. Çalışman nisbetinde derecenin artacağını, makamının yükseleceğini sakın unutma.

  • Sonra her amelin daimî ve devamlısı makbuldür. Bu gün sofudur yarın başka bir âlemdedir bu hiç, makbul bir amel değildir. Allah Teâlâ her iyi amelin devamlısını sever, onun için nefsi ile mücadele eden kimseler bu devamdan katiyyen yılmazlar.

  • Nefsi ile Allah için cihad edenlerin sevabı tükenmez, onlar öldükten sonra da sevapları kıyamete kadar devam eder. Cenâb-ı Hak cümlemizi bu mübarek mücahidler arasına kabul buyursun, bizleri bu mücahidlerden eylesin.

    Amin.

  • Ehl-i Medine’ye Hürmet