KİTABA DAİR
— Yayınevi
SADELEŞTİRİLMİŞ
RİSALE-İ HÂLİDİYE TERCÜMESİ
— İçindekiler
— Bu Eser
1257 Hicri yılında Ahmed b. Ali tarafından tercüme edilerek, büyük boy 48 sahife olarak basılmış risalenin tenkihan sadeleştirilmiş seklidir.
Sadeleştiren: Mehmed Zahid KOTKU (Rahmetullâhi Aleyh)
RISALE-I HALIDIYYE
— Giriş
Bismi’llâhi’r-rahmâni’r-rahim
El-hamdüli’llâhi Rabbi’l-âlemin. Ve’s-selâtü ve’sselâmü alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âlihî ve sahbitâ ecmaîn.
Eshâb-ı bâtın’dan, yani içleri temiz ve kemâle ulaşan bahtiyarlardan ve Enbiya aleyhimü’s-salâtü ve’s-selâm hazretlerinden feyz alabilmek iki veya üç şeye bağlıdır: Bunlardan biri ihlâs, biri edep, biri de ehlullaha muhabbet etmektir. Feyz ancak, ehlullahın kalplerinden alınır. Onların kalpleri feyz ile doludur. Bir müridin kalbi ihlâsdan âri, boş ve çıplak olursa veyahud evliyâullah...v.s. hakkında, edebe muğâyir hareketleri bulunursa, bu gibilere o velilerden ne feyz gelir, ne de onların gönülleri onlara meyleder.
Muhabbet ise feyzin artmasına başlıca sebebdir. Bir müridde bu üç şey ne kadar çok olursa, feyzin da o kadar artacağında hiç şüphe yoktur. Feyz alabilmenin birinci unsûru mürşide muhabbettir, Ancak bu muhabbetin, sun’î ve tekellüflü, yâni gösteriş veya zorlanmakla değil, sıdk ve yakın üzere olması lâzımdır.
Zîrâ muhabbet, müridin içinden, mürşidin içine akan bir nehr-i ma’nevî ve derûnî bir akışdır. İşte bu ma’nevi muhabbet ve akışla, mürşidin içinden (bâtınından) devamlı feyz alabilmek imkânı hâsıl olur. Bu nehr-i ma’nevinin genişliği ve feyzin çokluğu müridde olan muhabbetin az veya çokluğuna göredir. Bazan muhabbetin artması sebebiyle müridin kalbi mürşid tarafına teveccüh eder ve belki muhabbetin galebesiyle mürid, şeyhinde fâni olup şeyhinin ahvâli bir anda müridin kalbine akseder: Aynanın karşısına geçen insanın aynada göründüğü gibi.
Muhabbet, edeb ve ıhlâsı da müstelzimdir. Çünkü muhabbet eden kimse sevdiği kimseye karşı edebe ve ihlâsa riâyet edegelmiştir. Muhib olan kimsenin, sevdiğinde ayıb ve noksan görmesine ihtimal yoktur. Aksi takdirde ihlâs ve yakînı mahv olur. Çünkü muhabbet, ihlâs ve edeb, hakikatte Cenâb-ı Vâcibü’l-Vücûd Hazretleri tarafından gelir. Bu sebebledir ki, her makama göre münâsib bir edeb vardır.
Tasavvuf ise tamamen edebden ibarettir. İmdi, mürşit hakkında riâyeti lâzım olan edeb şu birkaç vech üzeredir:
— Niyyet Edebi
Nivyet, Dinin usullerinden temel ve köklerinden büyük bir asildir. Bütün ibâdetlerin kökü mesabesindedir. Buna:
(İnname’l-a’mâlü bi’n-niyyât)
«Ameller niyetler ile birlikte değerlendirilir» hadîs-i şerifi kuvvetli bir delildir.
Amellerin makbul olması için niyyet şarttır. Nitekim
(Niyyetü’l- mü’mini hayrün min amelihi)
«Müminin niyeti işlediği amelinden daha hayırlıdır» hadîs-i şerifi de bunu pek güzel izah etmektedir.
Ve yine iki cihan serveri sevgili Peygamberimiz Efendimiz
(ve innemâ li külii’mriin mâ nevâ. fe men kânet hicretühû ilallâhi ve Resûlihi, fe-hicretühû Uailâhi ve Resulihî) buyurmuşlardır.
«Her kimseye sâdece niyetinin karşılığı verilir: Hicreti sadece Allah’a ve Resulullah’a olan kimsenin hicreti makbuldür, gayrisi merduddur».
Buna göre bir işe başlarken, her şeyden önce niyyet ve ihlâs şart ve mühimdir. Niyyet hâlis olmadıkça o işten hayır beklemek boşunadır. Niyyette ihlâs olmadan, kurbiyyet mümkün değildir. Zira ihlâs olmadan kurbiyyeti elde edeceğini zan edenlerin kazancı ancak Hakk’dan uzaklaşma olur. Rızâ-yı Bâri’yi kazanayım derken, kûbete ve felâkete düşer. Nitekim mürâîlerin hâli bu kabildendir.
İhlâs her amelde vâcib olduğu gibi bilhassa kalbe âit amellerde daha mühimdir. «El-Amelü’l-kalbiyyü küllühû niyyetün» yani, kalbin ameli tamamıyla niyyetle kâimdir. İradesinde sadık olan mürid için niyyetin edebi odur ki, vech-i kalbini şeyhi vasıtasıyla Cenâb-ı Zât-ı Akdes Hazretlerine tevcih ile Zât-ı Bâri’yi kasd eyleye, yani niyyeti, dünyevî ve uhrevî garaz ve ivaz ve ahvâl-i bâtmiyye husulü için (Kurbiyyet, velilik, kerâmet, ermişlik)ve şâire gibi mâsivallah olmaya. Tek şart şudur, ki, o teveccüh edâ-yı ubûdiyyetle hassaten Hazret-i Allah için ola
Müridin Zât-i Bâri’ye teveccühü ânında sıfât-ı ilâhiyye’ye teveccühü sahih olmaz demişlerdir. Çünkü zâfa teveccüh daha yüksek bir mertebedir. Zaten teveccüh künh ve hakikat itibariyle değildir. Zira, künh ve hakikât itibârı, haramdır. Bu teveccüh, muhabbet-i zâtiye sahibi olanlara mümkün olur. Çünkü onlar için kahır ve lütuf müsâvidir.
Nitekim
«Küllümâ sadere mine’l-habîbi habibün»
«Sevgiliden gelen her şey sevgili ve sevimlidir».
Ve şeyhi imtihan kasdıyla olmayıp ancak rızâ-yı Bâri için olmalıdır. İmtihan kasdıyla yapanların hiç de iyi kimseler olmadıkları bildirilmiştir. Ve keramet görmeyi de kast etmemelidir. Zîrâ velîlikde kerâmet şart kılınmadı ve kerâmet, şeyhin efdal olmasına alâmet olmaz. Bazan da şeyh efendiye kerâmete izin verilmemiştir. Şeyh efendide kerâmet aramak, ona inanmamak ve teslim olmamak demektir; yahut şeyh, kerâmeti izhâra lüzum görmemiştir de onun için izhâr-ı kerâmet etmez. Bir istikâmetin bin kerametten efdal olduğunu da hiç unutmamalıdır.
Cenab-ı Hakk’ın kulundan başlıca istediği şey istikâmettir. Cenâb-ı Hak cümlemizi istikâmetten ayırmasın; âmin.
Nitekim Cenâb-ı Resul (SAS)
«Kûl Allah sümme-stekım»
«Allah de, sonra da dosdoğru ol» buyurmuştur.
— Râbıta Edebi
Râbıta edebi, mürşidin rûhâniyyetine ve onun hemen iki gözü arasına teveccüh etmektir. Çünkü onun hayal hazinesi iki gözü arasıdır, demişlerdir.
Buradan şeyhinin rûhâniyyetine nazar etmektir. Orası menba-ı feyzdır. Mürid bu suretle tazarru’ ve niyaz ile tevessül ettiği halde, mürşidin rûhâniyyetini iki gözü arasına dâhil ede, ve oradan kalbe, kalbin derinliğine yavaş yavaş ine ve hayâlından gayb etmeye. Belki kendi nefsinden gâib ola.
Zira kalbin derinliğinin sonu yoktur ve Seyr ilallah daima kalben hâsıl olur. Maksad Zât-i Bâri’dir. Râbıta ise Seyr İlallaha vesiledir.
Râbıtaya delil çoktur: Kitab, Sünnet ve Kıyâs ile sabittir:
(vebteğû ileyhi’l-vesilete)
«Allah Teâlâ’ya ermeğe vesile araştırın, bulun» (Maide Suresi, âyet 35)
(kul in küntüm tuhıbbûnallâhe fettebiûnî).
«De ki :Eğer siz Allah’ı seviyorsanız bana tâbi olunuz». (Âl-i İmran suresi, ayet 31)
(Hazret-i Hâlid’in Râbıtayı isbat sadedinde ayrı bir eseri vardır ki yirmi kadar delil serd ederek isbât etmiştir)
Hazret-i Sıddîk-ı Ekber (radıyallahü anh) bir gün, Hazret-i Rasûl-i Ekrem (S.A.S.)’e şikâyette bulunmuşlar: Bi-hasebirruhâniyye, helâda bile hayâlımdan çıkmıyorsunuz, demişlerdir. Mûmâileyh, Resûl-i Ekrem Efendimiz Hazretlerinden bu sebeple hayâ ederlerdi.
Memnu’ olan râbıta, ancak nefs-i vesâili maksûdun bizzat kılmaktır. Yani vâsıtayı gaye sanmak, ona takılıp asıl maksadı unutmaktır. Lâkin meşrû rabıtada hal hiç de böyle değildir. Münkirler bunu temyiz ve tefrikden âcizdirler.
Mürşidin hizmetine gelmek âdâbı bir kaç nev’ üzerinedir:
Yol esnâsında kalbini mürşidin kalbine tam bağlamak, İhlâs ve muhabbet üzere gayet tazarru ve inkisâr-ı kalb ile olmasına dikkat ve riâyet eylemek, ve mürşidin ruhâniyyetinin kendisi ile beraber olduğuna iman ve inancı tam olmaktır; çünkü rûhâniyyet için yakınlık ve uzaklık, madde ve müddet yokdur.
Binâenaleyh, rûhâniyyetin huzuru, müridin huzûr-ı kalbi ile beraberdir, ve rûhâniyyet göz açıp kapayacak kadar zamandan daha süratlidir. Belki makbul bir müridden, gerek yakaza (uyanıklık) ve gerek uyku hâlinde de rûhâniyyet-i mürşid, devamlı olarak ayrılmaz.
Mürşid maksûda vesile olduğu için, mürid, mürşidini, göz açıp kapayacak kadar zaman mikdârı hayâlinden gayb etse mürid olamaz, denilmiştir.
Peygamberimiz (S.A.S.) Hazretlerinin devâm-ı müşahedesine sebeb olan haslet budur. Zira fenâ fi’ş-şeyh olmak, Resûlullah (S.A.S.)’da fâni olmaklığa, ve binnetice Fenâ fi’llâh’a mukaddimedir.
Bu sebebden bazı erbâb-ı fakr demiştir ki: Eğer Resulullah (S.A.S.) Hazretleri tarfet-i ayrı miktarı bizden muhtecib olsa, yani görünmese, hicablı bulunsaydı kendimizi müslimler zümresinden addetmezdik. Ne kadar manalı bir söz!
(Resûlullah (S.A.S.)’ı her yer ve her zaman, ma’na gözünün önünden ayırmamalı, ve onun en ufak bir sünnetini de ihmâl etmemelidir. İşte o zaman Müslümanlığın ne demek olduğu anlaşılır ve lezzetine doyum olmaz, vesselâm!)
— Mürşit ile Huzûrda Bulunma Edebi
Feyzin gelişi buna bağlıdır. Bu da iki kısımdır: Biri zâhiren, biri de bâtınendir.
Bi-hasebizzâhir huzur edebi odur ki mürîd, mürşidin yüzüne bakmayarak huzurunda boynunu büküp şöyle durmalıdır: Sanki sultandan kaçan bir köle tutulup sultanın huzuruna getirildiği vakıftaki gibi. Ve o daima huzû ve huşû üzere ola ve mürşidin emri ve izni olmadıkça oturmaya ve iktiza-yı şefi veya tarıkatte bir müşkülü olsa bile, mürşidin izni olmadıkça kendiliğinden söze başlamaya, cevap vermeye kalkmaya ve huzûru mürşidde hazır olanlarla tekellüm etmeye. Her ne kadar ihtiyar ise de, tekellümden son derece sakına.
(Vay vay bu âhir zaman dervişlerine. Ne edeb, ne de saygı var, bazan ıslık çalacak kadar cüretkârlara rastlanıyor. Huzûr-ı şeyhde lâübâli konuşmalar, seslerini yükseltmeler, tenkidler, gıybetler, hattâ tehakkümler de görülen hallerdendir, aman yâ Rab)!
Aşık olan kimse maşûkunun gayriden müstağni olduğu halde nasıl durursa, öylece durup meclisde olanlara katıyyen iltifat etmeye. Zira müridin mürşi-dine taaşşuk ve ta’zîmi, Hak Teâlâ için olduğundan, ona taaşşuk ve ta’zim hakikatte Hazret-i Allah Celle ve Alâ’yadır. Ve dahi, sâkit ve sâkin gözlerini yummak suretiyle, feyz alabilmek için tazarru’ ve niyazla, mürşidin bâtınına müteveccih ola. Velhâsıl mürşidini Resûlullah (S.A.S.)’ın nâibi ve hükm ü tasarrufda sultan addeyleye ve mürşidine olan muamelesi Resûlullah (S.A.S.) e veya sultâna, pâdişâha, reisicumhura olan muamelesi gibi ola. Heyhat kendisini “dervişim” diye aldatan zavallılara!
Zîrâ hadîs-i şeriflerde Efendimiz:
(El-Uiemâü veresetü’l-enbiyâ; Ei-âlimu fî kavmihî ke’n-nebiyyi fi ümmetihî: Ulemâü ümmetî ke-enbiyâi Benî İsrail) buyurmuşlardır.
Erbâb-i tahkik indinde bu hadislerin hakikati odur ki, «ulemâ» zâhir âlimleri değil, ilmiyle âmil olan Ârif-billahlardır.
İlmiyle âmil olmayan âlimleri ise kitab taşıyan merkeblere benzetmişlerdir. O halde, âmil olan âlim ile, âmil olmayan âlim arasında çok büyük bir fark meydana çıkmaktadır. Bundan dolayı ikincilerden arslandan kaçar gibi kaçmak lâzımdır.
Bu hususda vârid olan hadîs-i şerifler pek çoktur, pek de acıdır. Hattâ ehl-i Cehennem’in bunlardan Allah’a (C.C.)’sığınacakları bildirilmiştir. Cenâb-ı Hak cümlemizi bu fena âkıbete düşmekden emin buyursun, âmin.
(Ve lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâhil-aliyyil-azim)
«Masiyetten rücû etmek ve taata kuvvet bulmak ancak Allah Teâlâ’nın tevfikiyledir».
Amma bi-hasebil-bâtın huzur edebi odur ki, mürşid huzuruna vardıkda, kalbi gâfil olmaya ve yahut kalbinde çeşitli hâtıralar, vesveseler veya imtihan fikri, itiraz, nefsinde muhabbetsizlik gibi, kerih bir şey bulunmaya.
Zîrâ bunların birisi veya hepsi, kalb-i mürşidin, müritten nefretini mucib ve mürşit nazarından sukutunu, gözden düşmesini müntic olur. Çünkü her müridin, mürşidin kalbinde yeri vardır. Ve dahi denilmiştir ki, mürşidin gözünden düşmek yedi kat gökten yere düşmekden daha beterdir. Yani gökden düşmek, mürşidin gözünden düşmekden daha hayırlıdır, denilmiştir.
Ehlullah nazarından sakıt olmak, Hakk’ın gözünden de düşmeğe sebeb olur. Öyle ise huzur-ı mürşid de gafletten uzak olarak vukûf-ı kalbiyi muhafaza ile bâtınından feyzi tâlib olarak, kalbini mürşidin kalbine muhabbet ve tazarru’ ile rabt edip, onun teveccüh ve iltifatına muntazır ola.
Güneşin ziyasının bütün âlemi kapladığı gibi, mürşidin feyzinin da bütün ufku doldurduğuna yakinen itikâd ederek, müridin talebine muntazır oldu-ğunu idrak etmesi lâzımdır. Her ne kadar feyzi idrak etmese dahi, yine itikâdı bozulmaya. Zira şart olarak, müridin mücerred itikadı, ve vusûl-i feyze hüsn-i zannı kâfidir.
Ehl-i dünyânın huzûr-ı mürşidde, dünyadan bahisleri, müride zarar vermez. Huzûr-ı mürşidde oturmağı uzatmamak. Zira, mürşidin kalbinde nefret ve usanç uyandırabilir. (Eâzenallahü Teâlâ an zâlik).
Ve mürid, mürşidin bâtınından gâfil olup zâhiri ile meşgul olmaya. Çünkü mürşidin zâhiri ehl-i zahir, bâtını da ehl-i bâtın içindir. Mürşidin başka kimselerle meşgul olmasına bakıp da, «benden gâfildir, benimle alâkalanmadı, ben ondan nasıl istifade ve istifâza edebilirim» dememeli ve bunu hatırına bile getirmemelidir. Çünkü mürşidin halk ile meşguliyeti kendini Hakk’dan alıkoymaz ve bütün müritleri onun kalbinde birer hardal misalidir.
Ve mürid, şeyhini emsalsiz bilip, «şeyhim olmasa beni Rabb’ıma îsâl edecek yer yüzünde kimse bulunmaz» demelidir. Mürid, kimsenin ta’n ve levminden korkmaya ve mürşidinden son derece korku üzere ola. İnâyet ve himmetinden ümidini kesmeye.
Müridin, mal ve evlâdından hatta nefs ve ruhundan ziyade şeyhine muhabbet eylemesi lâzımdır; kendi saadet ve selâmeti mürşidinin rızasında, şekavet ve felâketi de şeyhinin gadabından olduğunu bilmelidir ve hatta mürşidini, mürşidinin şeyhi üzerine takdim etmelidir.
Şeyhinin gözünden düşmek, şeyhinin şeyhinin... de ve müteselsilen Resûlullah (S.A.S.)’a kadar bütün Sâdâtın gözünden düşmesini mucib olur ve dolayısıyla Cenâb-ı Hakk’ın gözünden de düşmesine sebep olur.
Gerek mürşidinin huzurunda gerek gıyâbında, yani olmadığı zamanda dahi, onun kahır ve satvetinden sakınmak ve uyanık bulunmak gerekdir. Zira Ehlullah, cevâsis-i kulûb (gönüllerde gizlenenleri vâkıf ve muttali) durlar. Hak Teâlâ onları müridlerinin bütün ef’al ve hareketlerine ve hatıralarına muttali’ kılar. Gerçi müridlerine söylemeleri nadir olur amma, müridin her hâli onlara malumdur.
Mürid Mürşidin gülmesine ve zâhirde hüsn-i muamelede olmasına aldanmamak ve kendisinden zahir muamelesinin kesilmesini rica etmelidir ve mürşitten tâ’zim ve hürmet beklememelidir. Zira mürşidin ta’zimi müride semm-i kâtildir; yani çabuk öldüren bir zehirdir. Bu hal müridi yabancı bilmesinden ileri gelir. Mürşidin müridi tahkiri, onu terbiye içindir, tahammül ve sabr etmek gerekdir. Zira müridler bütün hallerinde imtihandan hâli olmazlar.
Hattâ, hikâye olunur ki bir şeyh müridine, yatak ve misafir odasını hazırlamasını, ve kadınlar arasında bulunan filan hanımı çağırıp, odada onları bir saat yalnız bırakmasını, ve kapıda bekleyip başkalarının girmesine mâni’ olmasını tenbih etmiş.
Bunun üzerine mürid hiç itiraz ve sû-i zann etmeden vazifesini yapmış, feyzine de hiç bir zarar gelmemiş ve odadan çıktıkları zaman Şeyh Efendi müridine demiş ki:
«Benim fi’limi gördün, bundan sonra sen de bir şey kaldı mı?» Mürid cevab verir ki:
«Evet, ben eskisi gibi feyz buluyorum ve itikâd ederim ki fi’liniz hikmet ve maslahattan hâli değildir ve buna her an şahidim vardır» demiş.
Müridin bu sebatını gören şeyh efendi onu tahsin edip:
«Aferin oğlum, git o hanıma sor ki bana bir karabeti filân var mıdır» demiş, mürid katiyyen böyle bir şey’e cesaret edemeyeceği ricasında bulunmuşsa da, Şeyh Efendi:
«Hakikati bilmeniz için sormanız lâzımdır» deyince, mürid bilmecbûriyye gidip hâtûna sormuş, o da:
«Hazretin hemşiresiyim, uzaklardan ziyareti için geldim, içeri girmeye fırsat bekliyordum» demiş ve böylece hakikat da meydana çıkmış.
İhvân-ı din, şeyhin kendisinde görülen bu gibi hâlâta hemen itiraz etmemeli sû-i zann etmişse der-akab tevbe ve istiğfâr etmelidir. Zira bu gibi havâtır, zehirdir.
Ehlullah’a itiraz kapılarını açanların, sû-i hâlime ile Ahiret’e göçtükleri erbâb-ı keşif ve ehl-i hakikat tarafından bildirilmiştir. Ehlullah’a itiraz eden kimselerin muhakkak küfr üzerine ölecekleri bazı kitaplarda yazılmıştır. Allahü Teâla cümlemizi nefsin ve şeytanın şerlerinden emin eylesin.
Eğer mürid şeyhinde zânn den şeriata muhalif bazı şeyler görürse, Hazret-i Musâ aleyhisselâm ile Hızır aleyhisselâm arasında vâki’ muameleyi hatırlaması gerektir.
(Çocuğun katli ve geminin delinmesi gibi)
Bu müridin masıyyetten kurtulmasına sebeb olur. Çünkü mürşitlik ve velilik için ma’siyyetten halas şart değildir. «İsmet» ancak peygamberlerle büyük velilere mahsustur. Velilikde masûmiyyetin şart olmadığına delil, Eshâb-ı Kiram’dan bazıları hakkında hudud-ı şeriyyenin icrâ edildiği ve bâhusus, Eshâb-ı Kiram’ın ednâsı dahi, velilerin alâsına faik olduğudur.
Bâyezîd-i Bistâmi Hazretlerine, «Şeyh zinaya griftar olur mu» diye sormuşlar da «evet» demiş, yalnız günâha ısrardan mahfûzdurlar, derhal tevbe ve istiğfâr ederler, ve belki bazan masıyyet sebebiyle çok tazarru’ ve niyaz edip nedâmet ve pişmanlıkla beraber çok ağlarlar ve bu surette hem ucub (kendi amellerini beğenip güvenmek) felâketinden kurtulur, hem de derecelerini artırırlar.
İbn-i Atâ, Hikem’de demiş ki:
(Ma’sıyyetün evreset züllen ve’nkisâren hayrün min tâatin evreset ızzen ve’s-tikbaren)
Yani: «Zillet ve inkisâr-ı kalbe sebeb olan bazı masıyetler izzet ve büyüklük getiren tâatlerden hayırlıdır».
Zîrâ:
(El-Ucubü hıcâbü’t-tevfik) buyurulmuştur.
Yani: Kendini beğenme, gurur ve büyüklenme gibi haller insanın, tevfikât-ı ilâhiyye’ye mazharivyetine mâni’ olur. Bu sebebden tevbekâr veli, masum olan veliden efdaldır, eğer sıfat ve amellerde müsâvi olursa.
Lâkin bu gün insanlar, sâhıb-üt-tasarruf olan ve âsârı daima görülegelen bir mürşidi, leziz yemekler yediği, soğuk su ve şerbetler içtiği, güzel elbiseler giydiği için, derhal itirâz edip inkâr yollarına saparlar. Ama bugünün mürşit geçinenleri ekseriyyetle, şeyh taslakları kimseler olup bunlar serâb gibidir kendileri de etrafına toplananlar da, susuzlukdan mahv olurlar. Bunu idrâkden âciz oldukları için kendi kendilerine şeyh oluverirler.
Halbuki bu gibiler mürid bile olamazlarken, zaman bunları bu hâle sokmuştur; riya, ucub, kibir ve gurur her taraflarını sarmış, kendilerinin bile tutacak tarafları kalmamıştır; sırf çenelerinin kuvveti ve sözlerinin cazibesine kapılan zavallılara ne demek lâzımdır, bilmem. Kendileri bu halde olan kimseler şarâb-ı hakikiyi nasıl verebilirler.
Netice, hakiki mürşide bu itiraz ve inkâr, kendi re’yine itimaddan, ve «böyle veli olur mu»? diye aklıyla riyazet sahibi veli icâd etmekten neşet eder. Halbuki evliyâullahın avâma ve âdete muhâlif halleri olsa da zarar vermez. Belki, günâh ve yasaklan terk edip ferâizle iktifası veliliğine münâfi değildir. Zira İmam Müslim’in rivayet ettiği bir hadis-i Peygamberi’de, Nu’man ibni Kavfel’in: Menhiyattan ictinâb yani terk edilmesi lâzım olan şeyleri terk ile ferâize ıktısâr eylesem Cennet’e dahil olur muyum? diye sualine «evet» buyurmuşlardır.
Ve yine Efendimiz (S.A.S.)
(İnnemâ ene beşerün mislüküm ağdabu kemâ yağdabü’l-beşer)
Yani «Ben de sizin gibi bir beşerim. Beşerin kızdığı gibi ben de kızarım» buyurmuştur.
Ve bir hadîs-i kudşîde:
(Evliyâi tahte kıbâbi lâ ya’rifühüm gayri)
Yani «Benim veli kullarım örtü ve çadırlarım (kıbabım) altındadır, onları benden başkası bilemez». buyrulur; buradaki «kıbâb» lafzından murad, bazılarına göre, ancak sıfât-ı beşeriyyedir.
Bir velide tasarruf görüldükten sonra sünnetlerden bir sünneti terk eylediğinden nâşi veya bir mübâh-ı şer’iyi, yani şer’an mübah olan, yemesinde giymesinde yasak olmayan bir şeyi işlediği için itiraz etmek câhillikden neşet eder, demişlerdir.
Mübâha itiraz ise âdet-i Câhiliyye’dendir. Nitekim Cenâb-ı Hakk, Kurân-ı Kerim’inde cahiller adetlerinden bahs edib, İsâ (A.S.) hakkında ve dolayısıyla bütün Peygamberler hakkında da câri olan, âyet-i celilede:
(Ma li-hâze’r-resûli ye’külüt-taâme ve yemşi fi’l-esvâk) buyurur.
Yani o zamanki cahil insanlar, peygamberlerine karşı «bu nasıl peygamber, hem yemek yer, hem de sokak ve çarşılarda gezer, böyle peygamber olur mu»? demek isterler. Halbuki gerek peygamberler ve gerek evliya hepsi de beşerdirler, tabîat-i beşeriyye onlarda da câridir.
Mürid, mürşidiyle yemek yemeye; ve onun esvabını giymeye, ve ona mahsus olan kâseden su içmeye; ve hayvanına binmeye, yerine oturmaya; meğer ki bunlardan her birine izin vermiş ola.
Mürşidin cemî’ ahvâlini taklid etmeye; bazı muhakkikin, «taklid, zındıklığı mucib olur» demişlerdir. Zira ehlullahda bazı haller (işler) olur ki, mahz-ı kudretten neş’et eder. Bu da sekr-i manevi ve mağlubivvet hasebiyledir. Onlarda bazı fiiller vardır ki hüküm ve maslahat icabı olmuştur.
Nitekim, Mansur ve Bâyezîd-i Bistâmî (kaddesallahü sırrehümâ)’da görülen haller sekr-i manevidendir. Hızır (A.S.)’ın çocuğu öldürmesi, hikmet ve maslahat İcabıdır. Eğer bunların fiillerini bir kimse taklid ederse mülhidlerden ve mühliklerden (helâk olanlardan) olur.
Mürşidin tekdir ve tehdidini ve azarlamasını kötü görmeyip belki lütuf ve maslahat addeyleye; ve çok tevbe ve istiğfar eyleye. Mürşidinin vefatından sonra zevcesini almaya.
Mürşidi hayvanına binmeden kendi hayvanına binmeye. Mürşidi inmeden evvel inip ona yardım ede. Mürşidin hizmetinde ise, ondan evvel uyumaya. Helâya giderken yakınında durmaya ve onun, helâsına girmeye. Velhâsıl mürşidinin kullandığı hiç bir şeyi kullanmaya.
Mürşidine ta’zîmen her ne sorarsa saklamayıp doğru söyleye, hatta günahı ve kabahati olsa dahi. Kalbinde olan şeyleri de, gerek mürşidi ve gerek tarikatı hakkında, tövbe ve istiğfar ile gideremediği takdirde, onların defi için mürşidinden başkasına söylemeye ve ancak mürşidine söyleye.
O hâtıra kalbinde oldukça, feyz kapıları kapanır. İç hallerini de yalnız mürşidine söyleye ve mürşidinin sevdiğini seve, sevmediğini sevmeye.
Ehl-i bid’atten ve erbab-ı gafletten ve tarikatı inkâr edenlerden son derece kaçına. Müridlerin, ecnebilerden yâni tarikat aleyhdarlarından ve şeriata aykırı giden ve muhalefet edenlerden, arslandan kaçar gibi kaçmaları ve ateşden sakınır gibi sakınmaları lüzumu rivayet olunmuştur. Zira bunların kalplerindeki kasvet, derhal müridin kalbine aks eder ve hâli perişân olur; gaflet, kasâvet, zikirde atâlet, tembellik ve batâlet-i kalbe sebeb olur. Ve bazan kalbi büsbütün zikirden men’ eder.
Ve dahi, tarikatı inkâr edenin taâmından yemeye, (yâ dini inkâr eden ehl-i fesâdın yemeği yenir mi dersiniz?) Ehl-i inkârın yemeği kırk gün feyz kapılarını kapar. Ve ihlâs sâhibinin yemeğini yiye. Lâkin onları pişirenlerin de tâhir ve abdestli olmaları lâzımdır. Ehl-i huzur olursa daha efdaldır. Ve bu zikr olunanlar o yemeklerin helâl ve şüpheden uzak olması suretindedir.
Yemekte ve içmekte bir lokma dahi olsa, israfdan ve hırs ile yemekden ve kalbi gafil iken yemekden çok sakınmak lâzımdır. Zira «gaflet lokması gaflet getirir. Huzur ile yenen de huzur getirir» demişler.
Ve dahi nefsini gadab ve gülmeden muhafaza eyleye. Çünkü bunlar nisbet nurunu söndürür ve kalbi oldürmekde, suyun ateşi söndürmesinden daha süratlidir. Böyle gülme ve gadab etme hallerinde, derhal bulunduğu yerden uzaklaşmalıdır.
Menhiyattan fazla olarak, her mâlâya’niyi, yani, bir işe yaramaz faydasız sözleri ve işleri de terk ede. Çünkü bunların hepsi, kıyamet gününde huzur-ı Hakk’a arz olunur. Zira ömür azız, vakit cevher-i nefis, fırsat ganimettir.
Melik-i Cebbâr’dan bir daha mühlet verilmesi mümkün olmadığını düşünerek, her lahzayı ondan enfes olan zikrullâha ve Hak ile huzura sarf eyleye. Belki nefsini, kefeni üzerinde meyyit halinde ve mezara girmiş addedip, haline merhameten zikrullah ile meşgul olup dura.
Nitekim Peygamberimiz Sallallahü aleyhi ve sellem Hazretleri, mürşidimiz, pirimiz Ebû Bekir radıyallahü anh (Ruhum ona fedâ olsun) hakkında:
(Men erâde en yanzure ilâ meyyitin yemşî alâ vechi’l-ardı, fel-yanzur ilâ Ebi Bekr’in-is-sıddık) buyurmuşdur.
Yani «Yer yüzünde yürüyen bir ölüyü görmek isteyen Ebû Bekir’e baksın» demektir.
Ve dahi:
(Künfi’d-dünyâ bi-bedenike ve bikalbike fi’l-ahireti)
Yani «Bedeninle dünyada gönlünle ahirette ol».
Ve bu manaya işareti zımnında üç kere buyurmuşlar ki:
(Kün fi’d-dünyâ ke-enneke garibün, ev âbirü sebilin ve udde nefseke min eshâbi’l-kubûri)
Yani: «Dünya gurbette imişsin, yahut yol geçici imişsin gibi ol ve kendini kabirdekilerden say».
Hak celle ve alâ Hazretleri ise:
(İnneke meyyitün ve innehüm meyyitûne)
Yani: «Sen de öleceksin, onlarda ölecekler» buyurmuşdur.
Mürşid ile huzurda bulunma bahsinde, kayda değer bir edebi de not olarak zikr etmekde fayda gördük. Bu edeb sudur:
Bilhassa toplantı ve sohbetlerde hazır olan ihvanın, üçer beşer guruplara ayrılarak (mâlâya’ni nevrinden) konuşmalara dalmaları, toplantının esas gayesine uygun düşmüyor, aynı zamanda edebe de muğâyir oluyor. Bu gibi sohbetleri ganimet bilip, büyükler tarafından yapılacak irşâdı beklemelidir. Şayet bir konuşma yapılmıyorsa bile, sükût ve huzur içinde feyz-i İlâhinin gelişine intizârla oturmak gerektir. Zamanı, vakti, hatta kalbi lüzumsuz konuşmalarla öldürmemek lâzımdır. Bu edebe muhalefet edenleri uyarmak ve sukûte davet etmek de orada bulunanların vazifelerindendir.
— Mürşid ile Mükâleme Edebi
Müridin, mürşid ile konuşacağı zaman evvelâ usulü veçhile izin istemesi ve huzurunda hoşa gitmeyecek şeylerden sakınması, sesini gayetle yavaş ve hafif olarak çıkartması yüksek sesle katiyyen konuşmaması gerekir; hatta mürid köle ve uşakların efendilerinin huzurunda konuştukları gibi konuşa; tekellümde edebe riayetle:
(lâ terfeû asvâteküm)
Yani: «Seslerinizi (Hz. Peygamberin sesinden) daha çok yükseltmeyin»... (Hucurat suresi, âyet: 2) emr-i cehline riâyet eyleye ve mürşidin sözünü kalb ve lisanıyla tasdik edip gerek lafzan ve gerek kalben, «neden, niçin, hayır öyle değil, böyledir» gibi sözlerle mukabele etmeye. Zira erbâb-ı tahkik, mürşidine bu gibi mukabelede bulunan müridlerin edebiyyen felâh bulamayacağını bildirmişlerdir.
Ehlullahda bazı umûr vardır ki, hassaten kudret-i Hakk’dan neş’et eder ve bazı umûr da hikmete mebnidir. Onun için mürşidin işlediği işden ve sebeb-i hikmetinden sual etmek edebe muhâlifdir.
Mürşid ile konuşmak mutlaka câiz değildir, meğer ki bir müşkülünü halle ve yâhut hâlini arza mecburiyyet-i katiyye ola. Rüyasını ve keşfini söyleyip, cevabını beklemeye ve istemeye; muğayyebattan yani gâibden sormaya, izhâra yâ mezundur veya değildir veya başka bir maslahata mebni karışmamak lâzımdır.
Mürid olan kimsenin, mürşidine inanması ve ondan sâdır olan ef’alin hepsini tasdik eylemesi vâcibdir, ve dahi keramet efdaliyyete sebeb değildir. Efdaliyyet ancak kuvvet-i yakın ve irfandadır. Kerametin suduru ekseriyyâ zâhidlerden ve muhiblerdendir. Arifler ise keramete itibar etmeyip, hayz-ı ricâlden addederler.
Cüneyd-i Bağdâdi Hazretleri buyurur ki:
Su üzerinde yürüyen kimseler vardır, ammâ onlardan çok yüksek ve efdal olan bahtiyarlar susuzlukdan Ahiret’e göçmüşlerdir. Bunların hepisi mebsutât’ta (geniş ve büyük eserlerde) mufassal olarak yazılıdır.
Ve mürid yapacağı her işde mürşidinden izin isteye. Bunda bereket vardır. Cenaze, yıkayana nasıl teslim olursa, öylece teslim olup kendi ihtiyârını ve isteğini terk eyleye ve mürşidinden hiç bir hal ve malını saklamaya.
Bir yere gideceği zaman izin isteye ve gittiği yerden dönünce mürşidinin evinin önünde durup yine onun izniyle evine döne. Eğer mürşidi, onun evine uğramışsa tâ’zimde kusur etmeyip, tekrar tekrar gelmesini ricâ ede. Onu teşyi’de yani uğurlamada, o «dön» deyinceye kadar arkası sıra gidip, gözden gâib oluncaya kadar orada durmalı. Sonra evine dönmeli.
Velhâsıl mürşidine sultanlara lâyık bir tâ’zim ile tâ’zim eyleye. Bu edebi bilenlerden sorup öğrenmeli vesselâm.
— Mürşide Hizmet Edebi
Bu edeb ya beden veya mal ile olur. Beden ile hizmet odur ki, mürşide hizmet, Resulullah’a (S.A.S.) ve belki Allah celle ve alâ’ya râci olduğuna itikâd edip, o hizmeti kendisine Cenâb-ı Hakk’dan bir nimet bilmeli ve bu tevfika mazhar ve o hizmete muhtas kılındığına memnun ve müteşekkir olmalı ve kalbinde bu hizmetten nâşi mürşidine, «ben sana şöyle hizmet ediyorum» diye, imtinân etmemeli yani düşünmemeli ve söylememelidir. Çünkü bu başa kakmak gibidir ve zehirdir. Ecrini zâyi’ eder; bunu bilmeli ve inanmalıdır.
Hizmet edebi odur ki, mürşidin emrettiği nesneyi aslâ tehir etmeye, velev ki başının kesilmesi bahâsına dahi olsa. Yalnız Şeriat işleri müstesna.
Eğer bir şeye söz vermişse, helâk olacak olsa bile sözünden dönmeye ve kendi işleri üzerine mürşidin hizmetini takdim eyleye ve mürşidine hizmeti bir lahza bile tehir etmeye.
Bile ki mürşidin himmet ve mededi o hizmete imdâd edip onunla vücuda gelir. Ve hizmetinden hemen hâdim ve mümtesil yâni hizmete me’mur olmakdan başka şey kasdı olmaya.
Eğer, kendisine bir gönül hoşluğu veya velayet vesaire gibi bir garaz ârız olursa, derhal tevbe ve istiğfar eyleye, ve daha doğrusu bu ki Hak Teâlâ kendisini sanki mürşidine hizmet için halk ettiğine itikâd eyleye. Hattâ nefsini bile mevcud görmeyip hizmeti ona nisbet eylemeye.
Mürşidin meclisine oturmaya. Yanında yiyip içmeye, huzurunda başını açmaya ve uyumaya ve huzurunda namaza durmaya. Eğer mürşid namazda ise veya mescidde ise beis yokdur. Zaruret-i şer’iyye olursa da zararı yokdur.
Meselâ başka namaz kılacak yer yoksa veyahud namaz vaktinin geçmek korkusu varsa, gibi. Kendisini mürşidin hizmetine lâyık görmeye. Me’mur olduğu hizmette nefsini âciz ve noksan bile.
Şeyhin muhtaç olduğu mesalihi ve işleri söylemesine hâcet bırakmadan ve hatırına gelmeden yapıvermeğe gayret ve sa’y etmelidir. Zira bu suretle şeyhini rahatlandırmışş olacağından mükâfatı da o nisbetde çok olur. Şeyhinin gönlünü feth etmeğe sebeb olur ve belki müridin (hâdimin) mürşidinin kalbinin ortasında yer almasını mûcib olur. Bu suretle de mürşidin bâtını müridin kalbine aks edip feyizde ziyade devam hasıl olur. Mürşidin hizmetini gayet sürür ve beşeratle, sevinçle eda etmelidir.
Nakib Hoca Abdullah-ı Herevî’nin (Kuddise sirruhû) hizmette bu evsaf ile muttasıf olup, mürşidine hizmeti sebebiyle, ta’rifi mümkün olmayacak derecede sevgi ve makbuliyyete eriştiği görülmüştür. Bütün halifeler buna gıbta edip etraf ve civardan herkes emrine muti’ ve münkâd olmuşlardır.
Mürşide mal ile hizmet edebi ise oldur ki: Cenâb-ı Hâk sübhânehu ve teâla’nın kendisine verdiği cemi’i mal ve evlâd, âlem-i ezelde, mürşidin rûhâniyyeti bereketine olduğuna itikâd eyleye. Her ne kadar bu âlemde sonradan zuhur etti ise de bunların hepsi mürşidin olup, kendisi onun memlûkü (kölesi), yediği ve giydiği mürşidin kereminden ve zıll-ı inâyetinden olduğunu bilmesi gerekdir. Mürşidine bir şey ikram ederken ona mahcub olacak bir yerde vermeye, ikram ve nimetini mürşidine izhârı kasd etmeye. Ve bizzat mürşidine vermeyip, hâdimi veya posta vâsıtasıyla gönderip kabulünü ricâ ede. Zahiren ve bâtınen Cenâb-ı Hakka tazarru’ ve istinâd ile mürşidine iltica ede.
Bir nesneyi mürşidine nezr eylese, kabul yönünden akvâ ve riyadan uzak olur. Verilen şey malının ziyade temizinden ola, kabulünü kendisine minnet ve nimet saya ve Hak Teâlâ’ya şükr eyleye.
Hikâye olunur ki
Bir mürid, bazı ihtiyaçları sebebiyle şeyhine mühim bir ikramda bulunmuş, fakat şeyh efendi bu müridi arkadaşları arasında medh edince, mürid şeyhine:
«Ben o meblağı anamın rızası olmadan size vermiştim, validem şimdi onu geri istiyor, vermenizi ricâ ederim» demiş. Şeyh efendi de getirip vermiş. Müridler de bu işe taaccüb etmişler. Lâkin akşamdan sonra herkes dağılınca mürîd o aldığı bin altını yanına alıp şeyhine varmış:
«Efendim, beni arkadaşlarım arasında medh ve senâ buyurmanızı ve halk arasında bununla memnuniyyetinizi bildirmenizi arzu etmedim. Bu sebebden nefsimi horlamak ve arkadaşlarım arasında kıymetimin olmamasını sağlamak için böyle yaptım, kusurumun afvını ve aynı meblağın kabulünü rica ederim» demiş. Şeyh de mürîdin bu hâlini tahsin edip, çok beğenip, efdal-i makbulinden kılmış.
Nitekim hadis:
(Li küllimriin mâ nevâ-ve inneme’-â’mâlü bi’niyyâti)
Yani «Herkese niyetine göre karşılık verilir. Ameller sadece niyyetlerle ölçülüp değerlendirilir».
— İhlâs, İstif Aza İçin İstihzâr-ı Kalb
İhlâs-ı mürid şol keyfiyyette olmalıdır: Mürşidi, Resulullah (S.A.S.)’in nâibi, vekili, halifesi ve zıllullah fi’l-âlem olduğunu bilip; mürşid kendisini red ederse, Allâhü Teâlâ ve Resulünün de red eylemesine ve kabul eylerse Allâhü Teâlâ ve Resulünün de kabul buyurmasına vesile olacağı itikâdında olması gerekdir.
Bir müridi eğer şeyhi red edecek olsa, şeyhinin şeyhi dahi kabul etmeyip tâ Resulullaha kadar hiç biri kabul etmez, mürşidde bir ruhâniyyet vardır ki, hiçbir halde müridden ayrılmaz.
Bazı müridler bu ruhâniyyeti üzerlerinde gördükleri için uyku zamanlarında bile ayaklarını uzatmağa cesaret edemezlermiş. Bu hâli her müridin görmesi mümkün olmasa dahi görür gibi itikad etmelidir. Bu itikâd sâyesinde, görmüş olan mürid ile feyzde müsâvî olur.
Rûhâniyyet-i mürşid, hâlet-i nezi’de yani can verirken ve kabirdeki süâl zamanında, müridin yanında hazır olup, süâl meleklerinin cevablarına yardım ederek teselli verir ve korkusunu teskin eder.
Şeytan ise mürşid-i kâmili görünce hemen kaçar: Hazret-i Ömer (R.A.)’den kaçtığı gibi.
Rûhâniyyet’te hicâb ve perde gibi mâni’ olacak şey, madde ve müddet yoktur. Ve dahi ihvanlarımızdan bazıları bu hali müşâhede ettiklerini de beyân etmişlerdir. Bu hâl kudret-i ilâhiyyeye râci’dir. Ve kudret-i Hakk’a imân etmek gerekdir ki erkân-ı imandandır. Bu gibi şeylerde aklın tasarrufu yokdur. Hemen böylece itikâd lazımdır.
Hak Teâlâ mürşidlere gıyablarında yani hazır olmadıkları zamandâ vâki’ olan işleri görecek göz ve işitecek kulak verdiğine itikâd eyleye. Her ne kadar mürşid kendisine bildirmezse de öylece itikâd etmek gerekdir.
Şu hadîsi kudsîde:
(La yezâlü’l-abdü yetekarrebü ileyye bi’n-nevâfili hattâ uhibbehû: fe-izâ ahbebtuhû küntü sem’ahüllezi yesmeu bihi ve basarehullezi yebsuru bihi)
Yani: «Kul nafile ibadetlerle bana yaklaşmaya devam eder nihayet onu severim sevince de işittiği kulağı gördüğü gözü olurum» buyuruldu.
Bir rivayette:
(Fe bi yesme’u ve bi yebsuru ve bi yebtışu ve bi yemşi ve bi yantıku) varid oldu.
Yani «O zaman benimle duyar, benimle görür, benimle tutar, benimle yürür benimle konuşur».
Hak Teâlâ’nın:
(ve mâ remeyte iz remeyte ve lâkinallâhe remâ)
Yani «Attığın zaman sen atmadın, bilakis Allah attı». (Enfal suresi, âyet: 17) kavl-i şerifi bu manaya işarettir.
Eğer böyle itikâd ederse mürşidin feyzi Şark’dan Garb’e (Doğu ve Batı’ya) kadar her tarafı doldurur. Güneşin ziyasının her tarafı doldurduğu gibi. Mürid her nerede olursa olsun, feyz dalgalarına dahil olduğunu bilmesi gerekdir. Çünkü feyz alabilmenin anahtarı bu inanca bağlıdır. Ve dahi ehl-i keşf olan mürid mürşidin nurunun Şark ve Garb’ı ihâta ettiğini görür. Eğer mürid bundan noksan görürse, noksanlık ve za’f mürşidin nisbetinde değil, onun keşfindedir.
Keza mürşidinin uykusunun kendisinin gece sabaha kadar ibadetinden, yemesinin ise kendi orucundan efdal olduğuna inanmalıdır. Ve mürşidinin bir nefesde terakkisi, kendinin bütün ömründe, riyâzat ve sülûkündeki terâkkisi kadar olduğunu kabul etmelidir.
Mürşidi kendinde olan kudret-i kudsiyye ile bir kimseye nazar etse. Cüneyd-i Bağdâdi ve Bâyezîd-i Bistâmi (kuddise sırrühümâ) makamına îsâl eder. Bu nazara uğrayan veya nâil olan kimse, ne kadar kötü ve fâsık dahi olsa, makam-ı âliye vâsıl olur, ancak bu nazarı aramak ve gözlemek lâzımdır.
(El-Mü’minü yanzuru binûrillâhi) buyurulmuştur.
Yani (Vallâhü alâ külli şey’in kadir) «Allah her şeye kadirdir».
Feyzi taleb şöyle olmalıdır ki: Mevlâyı tâ içinden samimi olarak istemelidir, ve bu istek hakiki muhabbetle olmalıdır. Öyle ki, o taleb onu, mâl, câh, mansıb, ehlüiyâl ve bütün mâlik olduğu şeylere, hatta vücuduna dahi iltifattan fâni kıla. Çünkü Allâhü Teâlâ, himmetleri âli ve yüksek olan kimseleri sever.
Ve talebine, ameline güvenmeyip ancak Allah’ın fazlına güvene, çünkü ameli güzel dahi olsa, fazl-ı İlâhi ile bir olamaz. Ve kezâ, ebediyyen bir lahza ve bir an dahi Hak Teâlâ’yı talebden gâfil olmaya. Ve talebinde Hakk’ın rızâsından başka bir şey istemeye ki Hakk’dan uzaklaşmış olmasın. Zira Hak Teâlâ hiç bir şeyde ortaklık kabul etmez.
Talebinde katıyyen duraklama yapmaya. Çünkü bunda tehlike vardır. Bu hususta:
(Men istevâ yevmahü fe hüve mağbûnün) buyurulmuştur.
Yani bir kimsenin iki günlük ameli birbirine müsâvi olursa, yani ikinci günkü ameli evvelki günden ziyade olmazsa, o kimse ehl-i husrândır, zarar ve ziyandadır.
Yine Efendimiz (S.A.S.):
(Allâhümme inni e’ûzü bike minel-hûri ba’delkûri) buyurmuştur.
Buradaki (hûr) noksan (kûr) de ziyade demekdir. Hakkı talebde duraklama iki sebebden hâli olmaz. Biri, kişi bilmeden gönlünün başka şeylere teveccüh etmesidir. Biri de günâh işlemesidir. Bunun için derhal tevbe ve istiğfara devam etmeli ve yanlış yolları ve günâhları terk etmelidir. Çünkü günâhlar terk edilmedikçe istiğfar fayda vermez.
Ammâ li-ecli’l-istifâze «Feyiz bulmak için» kalbi hazırlama keyfiyyeti şöyle olmalıdır: Hayal ve havâssını Dünyâ ve Âhiretten ve cemi’ ahvâl-i bâtıneden, belki kendi varlığından, kat’ edip cümle mâsıvâyı unutur gibi ola. Ve mürşidin kalbinden feyz-i İlâhiyi talib olduğu halde, nazarını, basiretini, iç gözünü kalbinin derinliğine eriştirip kalbini mürşidin kalbine muttasıl kıla ve feyzin gönlüne akışını mülâhaza ede.
Bir vechile ki Zat-ı mukaddes celle şânühûdan hiç bir vechile gâfil olmayarak ve gayet içi yanarak tazarru’, niyaz ve muhabbetle muntazır ola ve şöyle itikâd ede ki: Kalb feth oldukda feyz-i İlâhi denizler misali kalbe teveccüh eyledi; ve kendisi her ne kadar idrak etmezse de yine öylece itikâd eyleye; çünkü idrak vüsûle şart değildir; belki şartı istemek, hemen vüsûle inanmakdır.
— Vird ve Hatim ve Ziyaret Edebi
Dersini yapmak edebi: Mürid evvelâ abdest alıp, kimsesiz, tenha bir yerde Kıble’ye karşı, sağ incikleri üzerine oturur, ayaklarını sol tarafından çıkarır; bütün his ve düşüncelerini bırakıp 5 yâ 15 veyâ 25 kerre istiğfâr eder. Sonra zelil ve miskin bir halde itirâf-ı kusur ile birlikde, kabul için ve zikre tevfik, sünnetlere ittiba’ ve hüsn-i hâtime için duâ eder.
Tarikatimizin piri olan Bahâeddin-i Nakş-bend (kuddise sirruhû) hazretlerinin ruhuna bir Fâtiha üç İhlâs okuyup hediye eyler. Sonra gözlerini yumup, kendisini yatakda yatar vaziyette gözünün önüne getirir. Ve bu yatışının son yatışı olduğunu mülâhaza ederek bir korku içinde iken imdâd-ı İlâhi erişip (Eşhedü en lâ ilahe illallah ve Eşhedü enne Muhammeden abdühû ve Resûlühû) dediğini; O sırada da Hazreti Azrâil’in (A.S.) canını almış olduğunu, Ahiretteki yerlerini gösterip başının ucuna bırakdığını, bu arada cenaze yıkayanla komşuların gelip soyduklarını ve teneşir tahtasına konup yıkanarak temizlendiğini, abdestlenip kefene sarılarak tabuta konduğunu, komşuların gelip götürdüklerini, musallâda namazını kılıp düâdan sonra Âhiret evine teslim ettiklerini; düâ ve telkinden sonra herkesin evine dönüşüyle orada yapa yalnız kaldığını ve bu karanlık yerde hiç kimseden bir yardım olmadığını, korku ve dehşet içinde huzûr-ı Bâri’de son derece zillet ve meskenet içerisinde dururken iki sorgu meleği gelip
(Men Rabbüke ve men Nebiyyüke ve mâ Dinüke ve mâ Kitâbüke ve mâ Kıbletüke)
Yani: «Rabbin kim, peygamberin kim, dinin hangidir, kitabın hangi kitap, kıblen hangi kıble»? diye sorulduğunu tahayyül ve tahattur eder.
Bunun üzerine Rabbım Allah, Dinim İslâm, Peygamberim Muhammed Mustafa (S.A.S.), Kitabım Kur’ân-ı Azimüşşan ve Kıblem de Kâ’be-i Şerîfdir diye cevap vermeyi Mevlâ cümle Ümmet-i Muhammed’e ve bizlere de nasib ve müvesser evleve, âmin!
Bu cevaba mukabil melekler de «Allah senin yerini sana mübarek etsin» derler, giderler.
İnşallah Cenâb-ı Hak da kabirlerimizi ravza-i cinân eyler ve pirlerimiz de imdadımıza yetişib ruhan ve manen onlarla birlikde Âhiret âleminde Cenâb-ı Hakk’ın zikriyle meşgul oluruz. Cesed kalır orada.
Mürid, bu mülâhazaya hiç olmazsa 15 dakika kadar devam ede. Buna «râbıta-i mevt» derler. Her gün dersden evvel güzelce ve canlıca bunu tekrarlayıp düşünmelidir. Sonra mürşidine tevessül edip onun karşısında imiş gibi, onun iki gözü arasına bakar olduğunu tahayyül eyleye; zira burası mahall-i feyizdir; ve mürşidinden gözünü katiyyen ayırmaya. Bu Râbıtanın bizzat gönlün içine girdiğini mülâhaza ile, yine 15 dakika kadar bu hâli muhafaza eyleye.
Eğer zikir vakfında mürşidin vech-i şerifini kalbine karşı ve nefsini nefsine karşı, ona bakar olduğunu mülâhaza etse bu da dalgınlıkdan ve gafletten kurtarır. Buna da «Rabıta-i Şerif» denir.
Bu tahayyül ve rabıta, çok büyük faydası olan iksir-i âzamdır. Nefsi öldürür, şeytanı kaçırır. Feyyâz-ı Mutlak Hazretlerinden feyz-i hakiki ve feyz-i İlâhiye kavuşmağa vâsıtadır ve Hak Celle ve Alâ’ya vusûle götürür.
Bazı muhakkikin, «rabıta zikirden hayırlıdır» demişler ki bazı mübtedilerin haline nisbetle demektir. Müridin itikadı şu vechile olmalıdır: «Mürşidim beni kabul ederse, indallah yani Allâhü Teâlâ’nın yanında kabul olunurum ve eğer Hak Teâlâ’nın dergâhından kovulsam, mürşidim beni kabul eylemekden gayri bana kurtuluş yoktur» diye inana. Ve kezâ meded, himmet ve kabul için devamlı olarak mürşidine tazarru’ ve ilticâ gerekdir. Eğer râbıtayı kalbine indirirse câizdir.
Ve râbıtadan sonra
(İlâhi ente maksüdi ve rızâke matlûbi, a’tın mahabbeteke ve ma’rifeteke)
Yani «Maksudum Şensin; dileğim senin benden razı olmandır; bana senin muhabbetini ve marifetullahı ihsan eyle» diye; fakat manasını kemâliyle mülâhaza eylediği halde üç kere söyleye. Ve bunda sıdkını, doğru söylediğini kontrol edip araştıra. Eğer sıdkı, dürüstlüğü yoksa çokça müteessir olup tevbe ve istiğfare devam ede. Ondan sonra vukuf-ı kalbi ile iştigal ede.
Vukûf-ı kalbi oldur ki, havâssı (duyguları) bütün meşgalelerden, düşünce, vesvese ve hayâlattan âzâde olarak
(Allahü Ahad) «Allah tek ve yegânedir» lafz-ı şerifinden murad olan Zât-ı Ecellü A’lâ hazretlerine bütün kalbiyle toplu olarak müteveccih ola.
Kalbine yönele; Bütün nazar-ı dikkatini kalbine toplayıp, kalbin ortasına ve derinliğine teveccüh ede. Bu mülâhazada yine 15 dakika veya daha fazla durmağa çalışmalıdır. Bu hal ile müstağrak ola, gece gündüz hiç bu haleti gaybetmeye. O vakit şahıstan, belirli-sayarak zikretme mükellefiyeti kalkar. Çünki zâten zikirden murad adedler değil, bizzat mezkûrdur.
Vukûf-ı kalbi tarikatın rüknü belki de esas binasıdır. Her tâatte, kıyam, okuma, oturma, secde hallerinde, hattâ yatakda ve hatta helâya giderken, velhâsıl her zaman ve her yerde lâzımdır.
Eğer zikir ve tâat vukûf-ı kalbiden hâli ve âri yani boş olsa, ruhsuz suret gibidir, ve muteber sayılmaz.
Vukûf-ı kalbiden sonra Lafza-i Celâl’i, yani «Allah» Ism-i şerifini ana; kalbinden cereyân eder mülâhazasıyla, zikr-i kalbiyi suyun akdığı gibi akıda ve bütün cevârihi, a’zaları sâkin olup belki bütün ihtiyar ve irâdesini de yok ederek ölü gibi ola. Ve sadece hıfz ve hesap için nazarı zikrine hasretmekle beraber kalbini serbest bıraka ki, kalb bizzat ihtiyar eylediği husus ile meşgul olabilsin.
Eğer kalb Zât-ı mukaddes (Celle Celâlühû) mülâhazasına müstağrak olsa, dalsa, gayb olsa, kendinden geçse, kâfi olup, «Allah ism-i şerifini zikr eylemese de yine ahsen ve akvâdır». Yani güzeldir. Zira zikirden murad zikr olunandır. O da râbıtada hâsıl olmuştur. O halde iken kalbi zikre döndürmek câiz olmaz. Zira zikir dahi gayrıdır.
Eğer virdini yapacak mikdarı o hal, gaybubet, dalgınlık, ve kendinden geçme, devam ederse yani müstağrak bil-hal olsa, virdini, dersini edâ etmiş olur. Ve kalbi, binefsihi müşteğil olup cemi’i mâsivâllahdan gaybet hasıl olunca, mezkûr ile meşgul eyleye. Halbuki kalb ikrah ile elli bin sene meşgul olsa mürîd vasıl olamaz. Ve bir hal sahibi depolamaz.
Eğer kalb her zaman Zât-ı Ecellü A’lâ hazretterini bilâ-misil mülâhazaya meşgul’ olup sonra bazı hayâlât ve vesvese arız olmasıyla huzura devam edemese, zikre avdet eyleye. Yani mülâhazadan zikre döne. Ve tekrar gaybet eseri zuhur etse, o yokluğa, gaybete teslim olup zikrini bıraka, ve buna devam eyleye. Ve her yüz’de bir kere vesvese ânında (İlâhi ente maksûdi ve Rıdâke matlubi; â’tını mahabbeteke ve ma’rifeteke) diye. Eğer vesvese gitmezse, mürşidinin ayağını kalbine koya. Ve Râbıtaya tevessül eyleyip, mülâhaza ile zikrine meşgul ola. Vesvese gidinceye kadar manayı düşünerek mütemâdiyen istiğfar eyleye.
Râbıtanın vechi kendi kalbine karşı olduğu halde mülâhaza kıla. Ve eğer inkıbâz devam ederse gusl eyleye. Ve her bir gaflet ve hatasından, mürebbisi ve mürşidi hakkındaki sû-i edebden nâşi 25 kene istiğfar eyleye. Ve iki Rek’at tevbe namazı kıla. Kalbiyle (yâ Fa’âl) ism-i şerifinin manasını da mülâhaza ede.
Bir rivâyetegöre
(Sübhanallahi’l-Meliki’l-Hallak İn yeşe’ yüzhibküm ve ye’ti bi halkın cedidin; ve mâ zâlike alallâhi bi-aziz) demek gerekdir.
Yani: «Mülkün sahibi olan, sonsuz derecede ve hadsiz yaradıcı olan Allah’ı tesbih ve tenzih eylerim. O eğer dilerse sizi giderir ve yeni bir mahluk gurubu getirir, böyle yapmak Allah’a güç ve ağır değildir».
Akar sular, rüzgârlar, değirmen sesleri tabii bir zikirdir. Bunlar da gafleti gidermeğe sebeb olabilir. Ve bahusus kalb kırıklığı ve ağlamalar da Allâhü Teâlâ’nın zikrine ve Hak Teâlâ’va vüsûle sebeb olur. Bu haller zâkirin mahbûbiyyetine de âlâmettir. Hak Teâlâ «benim rahmetim, kalbleri kırık olan kullarımadır» bııyurmuşdur.
Mürîd nefsine hitâb edip:
«Taleb olunan şey aziz, maksatlar da gâyet nefis; ben bu halimle aziz olan şeyi istemeğe hiç de lâyık değilim ve lâkin onların kapısı önünde oturur, o hakiki tâliblerin hallerine özenerek onlara benzemeğe ve mürşidimin emrine imtisâlen yapmağa çalışırım, her ne kadar ben onlardan olmasam ve olamasam dahi bana, onlara benzeme devlet ve saadeti yeter» demelidir.
Cenâb-ı Hakk’ın müride ihsan ve takdir ettiği feyzi mülâhaza ederek, «dostunun bütün işleri dostun mahbubudur; dost dostundan gelen her şeyi sever: Eğer gül ve eğer diken, benim hiç bir dileğim ve muradım yokdur, ancak dostumun arzusu, isteği murâdı benim de arzum, isteğim ve murâdımdır. Benden her ne murad edersen o benim ayn-ı murâdımdır» deyince hemen o saatde bütün zararlar ondan gider.
İşte Latîfe-i kalb zikri budur ve ol latifenin nuru omuzun hizasından yükselip, çıkdıkça, zikr latife-i ruhâ ve sırasıyla diğer latifelere de nakil ve telkin olunur.
Ruhun yeri sağ memenin iki parmak altı, sırriın yeri sol memenin iki parmak üstü, Hafi’nin yeri de sağ memenin iki parmak üstünde, Âhfâ ise göğüsün ortasındadır. Latîfe-i Nefs, bu da iki gözün arasıdır.
Zikir, sonra Latîfe-i cesede nakl olunur. Böylece cemi’ eczasında zikr olunur. Cemi’ eczada zikirden yekaza, uyanıklık ve uyanma hâsıl oldukda, buna «sultân-ı ezkâr» tesmiye olunur ve bundan sonra tevhide ve nefyü isbât zikirlerine ve mürâkabelere geçilir. Lâkin bunları kitablardan okumak suretiyle öğrenip kendi kendine yapmak mümkün olmaz. Yapılsa da tesiri olmaz.
Zikrin en az miktarı beş bin olup çoğuna nihâyet yokdur. Bir oturmada yaparsa tesiri daha çok olur. Fakat müteaddid oturumlarda da câizdir. (Bu zikirlerde vukûf-ı kalbî daimidir. Her ne kadar diğer latifelerin yerleri ayrı ayrı ise de) Sâlikler için, 24 saatte en azı 25 bindir. Bundan sonra müride nefyü isbât telkin olunur.
Vukûf-ı tâm için evvelâ cemi-i şuurunu ve idrakini kalbinin derinliğine indire. Ve sonra bütün hâtıra ve vesveselerini çıkarmak kasdıyla nefesini unf ile, şiddetle sonuna kadar ihraç ede. Lâkin bu ihraç vukuf kuvvetiyle ola. Zira vukuf kuvvetinin her zaman bütün hatarâtı def etmekde pek büyük faydası vardır.
Sonra nefesini içine çekip göbeğinde saklaya. Ve (lâ) lafzını manâsıyla birlikde mülâhaza ile göbeğinden dimâğın üstüne kadar uzata ve (İlahe) kelimesini sağ omzuna indire ve hayâlında hıfz ede. Ve (İllâ) kelimesini sağ omuzundan kalbin derinliğine gâyet şiddetle indire. Ve tek aded olmasına dikkat ede.
Meselâ, 5,7,9,11,13,15,17, ilâ ahirih gibi nefesinin kudreti miktarı yapıp 21’de tamam ede. Ve 21’de veya nefesinin bittiği tek adedde (Muhammedun Resûlullâh) diye.
Ve iki nefes arasında da
(İlâhi ente maksûdî ve rıdâke matlûbî) diye. Ve lâkin bütün zikir esnasında Vukûf-ı kalbiye dikkat ve ihtimam son derece lâzımdır. Mutlaka 21 yapacağım diye nefesi, huzuru bozacak derecede saklamaya, habs etmeye. Dünya işleriyle kalbin meşgûliyyeti, feyz kapılarının kapanmasına sebeb olur.
Zikir şu şartlarla olur: Niyyet, vukûf-ı kalbi, mülâhaza-i kelime-i (Muhammed’ün-Resûlullah, İlâhi ente maksûdî ve rıdâke matlûbî) (tek adede riayet ederek)
Böylece. (Lâ) yı göbekden dimâğa uzatmak, (İlahe) yi şağ omuzda, (illâ)yı kalbe doğru uzatmak, (İllallâh) kelime-i tayyibesini sertçe kalbe indirmek, zikri aç karnına yapmak. (Çok açlık ve çok tokluk feyza mânidir demişlerdir)
Bütün bunları, mutlak bir üstâz-ı kâmilden ders alarak yapmak. Kendi kendine yapmağa çalışmakla, vaktin ve ömrün ziyâından başka bir şey elde edilemez. Böyle kâmil ve mükemmil bir üstâzı bulmak için de Doğuyu, Batıyı gezip bulmağa çalışmak gerekdir; tıbbın, kimyânın kitaptan öğrenilmesi mümkün olmadığı gibi.
Nasıl ki, demirin yumuşaması için ateşin içine girmesi ve orada yumuşayıncaya kadar durması lâzımsa, hallerin de böylece, erbâbına lâyık ve kâmil bir hizmet neticesinde elde edileceği şüpheden âzâdedir.
Bundan sonra sâlike, Ehadiyyet, Maiyyet ve şâir murakabeler öğretilir. Daha sonra, Velâyet-i Suğrâ ve Velâyet-i Kubrâ vardır ki, Allahü Teâlâ’nın, lütuf, kerem ve inâyetine bağlıdır. Mertebe-i Nübüvvet, Efendimiz (S.A.S.) in âhırete teşrifleri ile tamam olmuştur. Fakat, mertebe-i velâyet câridir. Bazı zevât-ı kirâm Resûlullah’a (S.A.S.) ittibâ’ edip Âsar-ı Şerifine uyduklarında hâssaten Resûlullah (S.A.S.) Hazretlerinin nûrundan iktibas ederler.
(Zâlike fazlullâhi yü’tihi men yeşâü; vallâhü vâsi’ün âlim)
«Bu Allah’ın bir fazlu ihsanıdır ki ancak dilediğine verir, Allah çok bol ve geniş verici ve çok bilicidir».
Şu muhakkak bilinmelidir ki maksûdun yani muradın ve gayen hakikatte ma’bûdundur. O halde insanın evvelâ içini bütün boş maksatlardan ve cemi’ mâsivâllahdan yani Allah’ın rızâsından gayri her hâtıradan temizlemesi ve boşaltması gerekdir. Çünkü dolu kaba, içindekini boşaltmadıkça bir şey koymak nasıl mümkün değilse, gönülleri de Hak rizâsından gayri, dünya emellerinden ve maksatlarından boşaltmadıkça, oraya nûr-i İlâhi giremez kötü huy ve ahlâkdan temizlenmeyen insanda, iyi huy ve ahlâkların belirmesine imkân olamayacağı malumdur.
Ve yine diyorlar ki bir kimsenin maksûdu Hak Celle ve Alâ’dan gayri olsa, İslâm-ı hakiki mertebesine vâsıl olamaz. Yani kâmil ve olgun bir Müslüman olmaz.
(El-Mü’minü lil-mümini ke’l-bünyânı)
Ve
(El-müslimü men selime’l-Müslümûne min lisânihi ve yedihi)
Ve
(El-müslimûne ke’-cesedi’l-vâhıd)
Manaları:
— Hatm-i Hâcegânın Tarifi
Evvelâ 25 kere istiğfar olunur. Bu 5 veya 15 de olur. Sonra gözlerini yumar. Râbıta-i Şerifle beraber kalbine nazar eder.
Sağdan 7 kişi Fâtiha-i Şerife okur 100 Salavât-i Şerife, 79 (Elem neşrahleke) sûresini okudukdan sonra 1001 İhlâs-ı Şerif okunup, bu kere soldan 7 kişi Fâtiha-i Şerife okur ve 100 Salavât-i Şerife ile bir de Aşr-i Şerif okunarak duası yapılır ve vukûf-u kalbiye her zaman dikkat lazımdır.
Zira avamın kirâati lafızdadır, havâssınki ise kırâat-i elfâz ile tedebbür-i manâdır, yani manâsını düşünmektir, havâssül-hevâssinki ise intizar-i feyz-i İlâhi ve hatim bitinceye kadar feyzin kalbine nüzulünü itikad ile beraber, Zât-i Akdes Celle ve Alâ’ya teveccüh-i tam ile teveccühtür.
Hatmin sonunda ruhâniyyet-i meşâyih-i mezkûrinden teveccüh ve feyz iltimas edip, hatimde onların da ruhâniyyetlerinin bulunduğunu itikâd etmek hatmin âdâbındandır.
— Gerek Hayatta Olan ve Gerek Ahirete Göçen Meşâyıhın Ziyareti Adabı
Evvelâ niyyeti hâlis ede. Şöyle ki:
O zât evliyâullahdan bir velidir diye itikâd eyleye. Müridlerin ziyaretinde ise yalnız Hakk’ın rızasını kasd edip, dünyevi ve uhrevi başka bir kasd ve niyeti olmaya. Gezme veya imtihan etme için de bir niyyeti olmaya. Kerâmet görmek gibi bir kasdı da olmaya. Zira imtihân kasd edenlerin melunluğu beyân olunmuştur. Ve bu gibiler netice itibariyle helâke uğradıkları Ibn-i Hâcer-i Mekki’nin, Fetâvâ hâtimesinde mezkûrdur.
Kerâmet, velayet ve efdaliyyete şart değildir. Lâzım olan kuvvet-i irfâniyye ve yakiniyyedir. Bazan da meşâyih müridini imtihan için câhilâne davranır ve bilmez görünür; ve belki müridleri, şeyhlerin imtihanından hiç bir an hâli kalmazlar; dâimâ imtihan içindedirler.
İkincisi, abdestli ve gusüllü olmak lâzımdır.
Üçüncüsü, mürşidine Rabıtayla, bir Fâtiha ve üç îhlâs ile yürümeğe başlaya.
Asilere de şefi olmayı mülâhaza eyleye. Bütün günâhlardan, amellerinden ve zühd ü takvasından bir kaç kerre istiğfar ile, nefsini asi bilip amellerden de müflis bile; ve bir şey bilmeyen câhil addede. Huzûr-i İlâhide imiş gibi kendisinden bir şey demeye.
Mürşidin müridleri imtihanı için Hazret-i Mûsâ ve Hazret-i Hızır (A.S.) beyninde vâki’ olan kıssayı hatırlaya; yol esnasında yorgunluk ve meşak-katten ezâlanmayıp, belki Hak Celle ve Alâ’nın fazl, in’âm ve ihsânı bile.. Zira mürşidini kasd eden kimse, Hak Celle ve Âlâyı kasd eder; sıdk u muhabbetin alâmeti ise, dostu tarafına vusûl için gittiği yolda müteezzi olmamakdır. Ve dahi mürşidinden feyz ve inâyet-i bâtıniyyeden başka bir şey taleb etmeye.
Muâmele-i zâhirede kendi ile mükâleme ve konuşma ummaya. Zirâ Ehlullah muhabbet ettiği kimse ile zâhir muâmelesi yapmazlar. Ve ziyaret ettiği kimsenin ilim ve ameline, bâtınına kemaliyle itikâd edip gördüğü hareketleri hikmet ve maslahata tevil ede; ve hakkında olan havâtırdan istiğfar eyleye.
Dördüncüsü, ziyâret kasd ettiği zât ister hayatta ve ister ahirette olsun, hizmetine giderken feyz almak için kalbini onun kalbine, Vuk’uf-ı kalbi üzere rabt edip, hizmetine eriştikde dahi, aynı minvâl üzere dura. Bu dört şartta diri ve ölü birdir.
Beşincisi, kapılarından, her bir kapıdan geçdikçe «Esselâmü Aleyküm tahiyyeten minni ileyküm» deyip Fâtiha ve İhlâs okuya.
Altıncısı, ziyaret ettiği ölü ise, arkasını Kıbleye çevirip yüzünü ölüye karşı ve ayağı ucuna yakın dura. Ayakda selâm verip, Fâtiha ve İhlâs-ı Şerif okuya ve sonra oturup Aşr-ı Şerif kırâet eyleye.
Sonra ol velinin kalbini kendi kalbine yapıştırdığı halde, kalbinden istifâza eyleye ve kendi kalbini ölünün kalbinden bir mikdar aşağıda bulundura. Vukufdan gaflet etmeye. Gâyet tazarru ve inkisâr ile istifâzaya ve kesret-i feyza ve ondan kalbine feyz vusûluna hüsn-i zan eyleye. Zira feyzin vusûlüne medâr olan, vüsûle itikâd ve ona hüsn-i zandır. Rü’yet ve idrâk değildir
Dikkat: Sonra duâ eyleye. Mürşidini eğer başka ise, mezardakine şefi’ ve vesile edip, mürşidine de o mezardaki veliyi şefi’ kılıp mürşidiyle ona tevessül eyleye. Ta ki, ol velinin lütfü kendi ile beraber ve hakkında nazarı ziyade ola.
Yedincisi, Fâtiha ve İhlas veya Aşr-ı Şerif okuyup:
(Esselâmü Aleyküm tahiyyeten minni ileyküm Etevesselü biküm fi teshili umûri’d’dünyeviyyeti ve’l-uhreviyye)
«Size benden selâm olsun; sizi, dünyevi ve uhrevi işlerimin kolaylaştırılması için vesile ve aracı ediniyorum» diye.
Ve okuyarak girdiği gibi yine okuyarak çıka. Münasebetsiz hallerden son derece sakına. İki tarafına bakmaya, ziyaret usulünün en güzeli budur.
— Sülük ve Mücâhede Edebi
Sülük ve mücahede edebi şu birkaç madde üzere:
Böylece Resulullah (S.A.S.) Ve Hak (C.C.) hazretlerine, müteselsil olduğu halde şeyhinin reddini red, kabulünü kabul bile. Ve şöyle itikâd ede ki: şeyhi, o hüsn-i nazar ile bir kimseye pazar etse, Bâyezid-i Bistâmi ve Cüneyd-i Bağdadi (Kuddise sirruhümâ) hazretlerinin derecâtına erişdirir; ol nazarı uma ve araya. Ve dahi. Tercümeli Avârif sâhibi zikr eder ki şeyhi tefrid vâcibdir ve adem-i tefridde bir şey hâsıl değildir.
Ve hafi olmaya ki bu tefridr meşâyih-i mutasarrifin haklarında lâzım olup, müteşeyyihin-i mütearrifin haklarında değildir. Yâni, uydurma şeyhler, mütearrifin, ilm ü irfan sahibi olduğunu iddia eden şeyh taslakları, tasavvufdan haberi olmayan, kendilerinde ve tuttukları yolda tasavvuf kokusu bulunmayan, hatta Şer-i Şerife bile uymadıkları halde sofulukdan dem vuran ve etraflarına derviş toplamağa meraklı, benliklerine mağrur, kimseyi beğenmez, kendini herkesden üstün gören zavallılar her halde değil.
Bu şartlardan haberi olmayan, fakat haberdarmış gibi görünen câhillere intisâb ve tearrûf eden, tevehhüm eder. (Vehimlere düşer)
Şeyhinden zikrinin tebdilini ve rüyasının tabirini istemeye. Ahvâlinden idrak ettiği şeyi ve kendine hoş gelen rüyasını da ketm etmeye ve şeyhinin kendisini hoş görmediği vakıtta yanma gitmeye. O vakit, karine ile malum olur. Mürşidinden gayriye hâlini izhâr etmeye. Hâl sâhibi olamadığından nâşi himmetinde kusur etmeye.
El havrü ba’del kevri «Ziyadelikten sonra noksanlık» manasınca, kemâlden sonra noksanlığa düşmek^ noksana ve muâhazeye delâlet eder.
Ve ahvâlin zuhurunda şükr eyleye. Bu Fazl-i ilâhi’ye ve inâyet-i nâmütenâhiye âlâmettir. Bil ki âdabın hududu yokdur. Her makâmın ve mekânın kendine göre bir edebi vardır ki, bu da uyanıklık ve Hakk’ın ilhâmı ile olur. Şol edeb ki, makama müvâfık olmaya, sû-i edeb ve pişmanlığa ve levme münkalibve müncer olur.
Edeb, makama göre olmak lâzım olduğu gibi, edeblerden bazısı, edeb meşreblerine göre de değişir. Ve bir birinden farklıdırlar. Zira tarikat şeyhleri (kaddesallahü esrârehüm), sahâbe-i kiram (R.A. ecmain) hazretlerinin ikdamı üzere sülük ederler. Sahâbe-i kirâmın meşrebleri ise gâyetle değişikdir. Çünkü onların bazısı, cemı-ı mâlini infakda hiç tereddüd etmemişdir. Hazret-i Ebû Bekir (R.A.) gibi. Ve bazısı yarı malını vermişdir: Hazret-i Ömer (R.A.) gibi. Bazısı şakayı, mizahı sever: Nu’man (R.A.) gibi ki onun mizahları çok ve acaibdir. Bazısı da mizaha hiç meyl etmez: Hazret-i Osman (R.A.) gibi. Bunların hallerini bilenler, meşreblerinin değişik olduğunu da bilirler.
Meşâyih-i kiram hazarâtının meşrebleri de böyledir. Ve ekseriya bir şeyhin edebi aynı işde bir diğerine uymaz. Esasen böyle olması da iktiza eder.
Ehlullâhın şu sözü bu manaya işarettir:
(Et-turuku ilallâhi bi adedi entasi’l-halâık)
«Allah’a giden yollar mahlukatın nefesleri sayısıncadır» Meşrebler de bunun gibi çokdur..
Allâhü Teâlâ Hazretleri din, dünya ve Ahirette afv ve inâyetle beraber, zikr-i İlâhi’ye tazarru, meskenetle ve inkisâr-ı hâl ile devâmı nasib ve müyesser eyleye. Sıdk ve ihlâsda, niyyetlerde ve şâir hususlarda kemâl ihsân eyleye ve cümlemize istikâmet ve hüsn-i hâtimeler nasib eyleye, âmin,
Bihurmet’in-Nebiyy’il-Arabiyy’il-Kurreşiyy’il-Muhtâr (Sallallahü aleyhi ve sellem) Amin, yâ mücibe’s-sâilin.
Hatm-i Hâcegânla beraber Sâdât-ı Turuk-ı Aliyye ve Nakş-bendiyye ervâhından istimdâd ile hatm-i kelâm olunur. Okuyuculardan, vâki’ olan kusurların afvini de ayrıca rica ederiz. Ve nusâlli âlâ Seyyid’il-enâmi ve Alihi’l-bereret’il-kirâmi ecmain,