KİTABA DAİR
— Yayınevi
«Bu eser, M. Z. K. (Rh. a.)'ın diğer telif eserlerinden ehemmiyetine binaen SEHA NEŞRİYAT tarafından derlenerek hazırlanmıştır.»
Mehmed Zahid Kotku (Rahmetullahi Aleyh)
Merkez: Selânik cad. 49/1 - Kızılay - ANKARA - Tel: 25 24 43
Şube: Hacıbayram Cad. 12 – Ulus - ANKARA - Tel: 12 65 28
Şube: Feyzullah Ef. Sok. 6 - Fatih - İSTANBUL - Tel: 524 16 00
SEHA NEŞRİYAT: 15
Sohbet serisi: 5
Kapak: Göze Grafik
Kapak baskısı: Temel Matbaası
Dizgi: Türkiyat Matbaacılık
Baskı: Gümüş Basımevi
Cilt: Acar Matbaacılık tesisleri
İSTANBUL – 1985
— İçindekiler
— Önsöz
Lûgatta; «alıkoymak ve bağlamak» demek olan sabır, ıstılahta; «nefse haz veren şeyleri terketmek», «kaza ve kaderin tecellilerine karşı şikâyette bulunmamak» «elem, belâ ve musibetler karşısında sızlanmamak» gibi manalarda kullanılmaktadır.
Nebiyy-i Ekrem Efendimizin «İmanın yarısı» diye tavsif buyurduğu sabır, mü’minin bütün hayatını bahara çeviren ve onu mutluluğa boğan bir haslettir. Nitekim bir hadîs-i şerifte: «Mü’minin her hali hayret vericidir. Çünkü onun bütün işleri kendisi için hayırlıdır. Bu, yeryüzünde sadece müslümana has bir haslettir. Zira o sevinirse şükreder, sevab kazanır bu onun için hayırdır. Başına belâ gelirse sabreder. Bu da onun için hayırdır.» buyurulmaktadır.
Umûmî manada hadiselere, belâ, felâket ve musibetlere karşı dayanmayı ve dayanıklı bulunmayı ifâde eden sabır dört kısımdır:
Bu farklı değerlendirmelerin yanında sabrın bizce en önemli ve göz ardı edilen tarafı, tasavvufi bakış açısı ile aydınlanabilir.
Tasavvufta aslolan, günün her anı ve hayatın her safhasında Hakk’ı hatırda tutarak sanki O’nun huzurundaymışçasına yaşamaktır. Bu ise Allah’ı, isim ve sıfatlarıyla her an şuurumuzda diri tutmaya bağlı bir keyfiyettir.
Resûlullah’ın «İHSAN» şeklinde ifâde buyurduğu bu keyfiyyetin kişilerde tahakkukuna mâni olan duygular, ilgi ve alâkalar ya geçmişe, ya geleceğe, ya da içinde bulunduğumuz anda yaşanan hadiselere yöneliktir.
İşte sabır; gönül ve düşünce dünyamızın geçmişe ve olmuşa takılıp kalmaması, Allah’ı unutmaması için telkin edilen bir haslettir. Zihnin ve şuurun geçmişe bağımlılığını ortadan kaldırmak demektir. Biraz evvel meydana gelmiş olan bir hadise, artık olmuştur. «Ok yaydan fırlamıştır.» Olmuşu filim şeridi gibi geri getirip yönünü değiştirmek mümkün değildir.
Öyle ise olana hayıflanmak, maziye bağlanıp kalmak abesle iştigalden başka bir şey değildir. Pratik hayatta hiçbir faydası olmayan, realitede de değiştirilmesi imkânsız olan mazinin, kalb ve zihindeki dağıtıcı te’sirini silmek gerekir. Zira çoğu zaman insanı nisyana sürükleyen şey, geçmişte bitmiş bir şeydir. Bunlar dikkat ve ilgimizi kendilerine çekerek, bizi Hakk’tan gâfil kılar.
Sabırla geçmişe sünger çekip, onların faydasız câzibesinden sıyrılıp Hakk ile meşgûl olmak lâzımdır. Bu yüzden sûfî’ye «Ibnü’l-vakt» denilir. Sûfî, geçmiş ve gelecek endişelerini bir tarafa atarak, içinde yaşadığı anı, en iyi şekilde ihyâ eden ve değerlendirendir.
Mazi ile müstakbele sarfeyleme ömrü,
Hal ehli için hiçbiri maksûd değildir,
Dil esirin olduğu günden beri âzâdedir,
Mâsivâya bağlanır mı bağlanan vicdan sana,
Sanman taleb-i devlet ü câh etmeğe geldik,
Biz âleme bir yâr için âh etmeğe geldik,
Oldu, olacak, olmayacak, olmadı asla,
Âlemde niçin boş yere sa’y u hazer ettim.
Tasavvuf, rûhun mâsivaya kulluğu değil, tam tersine bütün kudretinin Cenâb-ı Hakk’a doğru yoğunlaşması, zekâ ve irâdenin en şiddetli ve en yoğun bir şekilde O’na yönelmesidir. Biz arzularımızı, rûhumuzun kudretini Hakk’ta kutuplaştırarak O’nu elde etmeğe çalışmamız gerekir. Geçmişte olan şeylerle ilgilenmek arzûlarımızı hapsedip bize rağmen bizi kendine bağlarsa, gaflete sürüklenmiş oluruz.
Bahçıvan elma ağacını yetiştirmek için toprağına gübre verir, su döker. Alttan fışkıran dalları keser. Tâ ki bütün kuvvet yukarı dallardaki çiçeklere ve meyvelere gitsin. İşte sabır, rûhun, gönlün ve şuûrun maziye yönelik duygu dağılımım önlemek ve Allah’a yöneltmek demektir.
Bu manâda sûfilerin şu ifâdeleri dikkatle değerlendirilmelidir.
«Acı şeyleri, kaşlarınızı çatmadan yutunuz.»
«Sabır sanki sıhhatmiş gibi, dert ile kaynaşarak yaşamaktır.»
«Hakk’ın huzûrunda mütevekkil olunuz.. Kaş çatmayınız ve gücenmeksizin onun darbelerini karşılayınız.»
«Konuşmaksızın ve sızlanmaksızın darbeler altında eğiliniz.»
Burada işaret etmeğe çalıştığımız sabır, yalnızca ibâdet ve kullukta kemal için değil, bir o kadar da yeryüzünde yaşayan insanoğlunun huzur ve mutluluğu için lüzumludur. Geçmişteki olaylara üzülme ve sinirlenmenin getirdiği stress, gerilim ve bunların sebep, olduğu devasız hastalıklara karşı yegane ilâç yine de sabrı öğrenmek ve sabırlıca yaşamaktır. Hayatımızı allak-bullak eden şeyler, yaşadığımız hadiselere karşı duyduğumuz kaygı ve endişeler değil midir? Bunlar ancak sabırla silinebilir.
Bu risâlede, Mehmed Zâhid bin İbrahim el-Bursevî Hazretleri (k.s.)’nin sabrı yorumlayan izahlarını bulacaksınız. Cenâb-ı Hakk cümlemizi ni’metlerine şükreden şâkirîn, kendisi zikreden zâkîrîn ve hükümlerine sebreden sâbirîn zümresine ilhak buyursun. Âmin.
SABIR
— Sabrın dindeki yeri
İmanın efdalı sabır ile cömertliktir.
Sabır, her işin başıdır. Sabredenler zafere nâil olurlar. Sabır ile koruk helva; yaprak da atlas olur.
Yaşlıların şerlisi, şehvetlerine sabredemiyen, aceleci, gazaplı ve kötü huylu gençlere benzeyenlerdir. Komşularla iyi geçinmek, onların ezasına sabretmek kolay bir şey değildir. Sabrı olmayan kimse komşularla iyi geçim yapamaz. Sabır, her kişide, her âlimde bulunan bir nesne değildir. Ona nâil olmak hakîki imana ve hakikî ilme bağlıdır.
Nafile ibadetlerin en efdali sıkıntı, gam ve kederden kurtulmayı beklemektir. Buna sabır derler. Sevabı pek çok, ölçüsüz ve hesapsızdır.
Hava her zaman bulutlu olmaz. Elbette açıldığı gün olacaktır. «Gün doğmadan neler doğar» derler.
«Din ilinini öğrenmeye çalış. Çünkü ilim mü’minin dostudur. Hilm de mü’minin veziri, akıl delili ve âhirette onun hafızıdır. Rıfk babası, sabır da askerin emîri mesâbesindedir.»
Sabır, bir ordunun kumandanı gibi temsil olunmuş, kumandanı olmayan ordunun hâli nasıl harap ise, sabrı olmayan herkesin ve bahusus âlimin hâli de böyledir. «Sabrın sonu selâmettir» derler.
Cenâb-ı Hakk, cümlemizin mu’îni olsun da, ilminde kâmil ve aynı zamanda âmil, halim, selim, günahlardan ve yaramaz şeylerden kaçan, yumuşak, sabırlı, sözünde duran, ağır başlı, dünyası için âhir etini ve âhireti için dünyasını berbât etmeyen sevgili kullarından eylesin. Âmîn.
— Sabır
Âbidlerin ibâdetleri, zâhidlerin zühdleri, sâimlerin oruçları, hacıların hac esnasında karşılaştıkları müşkülleri yenmek için nefsini feryad ü figandan hapsedip, günah ve kötülükleri de işlememek üzere nefislerine hâkim olmaları hep sabırla mümkündür. Çünkü, sabrı olmayan veyâ pek az olan kimseler teşebbüslerinde muvaffak olamazlar. Muvaffakiyetlerinin birincisi sırrı sabır olup istikâmetten ayrılmamaktır. Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı azîmüşşanda sabırlıları pek güzel övmüşdür.
Sabrın îmandaki yeri, başın cesetteki yeri gibidir. Sahibini cennete idhal eder. Sevâbı da köle âzâdından efdaldır, buyurulmuştur.
Sabır; gam, gussa ve kederlerden kurtulmayı Allah’tan beklemektir. Bu da amellerin efdali ve a’lâsıdır. Her şeyin bir cevheri vardır. İnsanın cevheri de akıldır. Aklın cevheri ise sabirdir. Sabır, bir nevi’ nefsi ovmakdır. Ya’ni, bir şeyi yumuşatmak için nasıl ovulursa, nefsi de böylece ıslâh edebilmek ve ondan lâzım gelen faydayı elde etmek için, onu da ovmalıdır. Ya’ni, onu kendi haline bırakmayıp, rıyâzetlerle Hakk’ın emirlerine inkıyâda ve rızâsını talebe alıştırmaktır.
Nefeslerimizi nasıl ki tabiî olarak hiç yorulmadan ve zorlanmadan alıp veriyorsak, sabırla da tıpkı böyle her şeyi tabiî halinde karşılamalıdır.
Sâbir, menhî olan meâsîlerden, mekruhlardan ve mezmum olan şeylerden kaçınmada zahiren ve bâtınen sabretmelidir. Ya’ni, yapmamak için dayanmalıdır. Her ne kadar bunların iyi olmadığı ilimle bilinirse de, sabır olmadıkça ilim kâfi gelmez. Bu sebepden ilimle sabır biribirinden ayrılmayan iki refîk veyâ ruh ile cesed gibidir. Yani, ruhsuz cesed gibi, cesedsiz ruh da bir şeye yaramaz. Kemal, ikisinin birleşmesiydiler.
Cenâb-ı Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretleri bütün Peygamberlerine de hep sabır tavsiye buyurmuştur. Onların ümmetlerinden görecekleri her türlü meşakkat ve sıkıntıları ancak, sabırları sâyesinde yenecekleri ve kendi nefislerine değil, Allah için sabretmeleri gerekçesi duyurulmaktadır.
Seriyy-i Sakatî (k.s.) hazretlerinden sabrın mâhiyyeti sorulmuş, o da lâzım gelen ma’lûmatı verirken, ayağını bir akrep sokmağa başlamış. Kendisine:
— Efendim niçin öldürmüyorsunuz veyâ defetmiyorsunuz? diyenlere:
— Allah’tan hayâ ederim, hem sabırdan bahsedeyim, hem de bir akrebin ısırmasından dolayı feryâd ve figân edeyim, olacak şey değildir bu, demiştir.[1]
[1] İmâm Şa’rânî, c. 4, s. 220.
Cüneyd (rh.a.); «Allah Teâlâ Hazretleri mü’minlere îmân ile ikram etmiş ve îmânlarını akılla, akıllarını da sabırla ikram etmiştir,» demiş.
Binâenaleyh, îmân mü’minin ziyneti, akıl îmânın ziyneti, sabır da aklın ziyneti olduğunu beyân etmiştir. Şu halde sabır, îmânda en mühim mevkii ihraz etmiş olmaktadır.
Cenâb-ı Hak Sübhânehû ve Seâlâ hazretleri, Kur’ân-ı azîmüşşân’ın tam yetmiş küsur yerinde, müteaddid vesilelerle sabrı zikr etmektedir. Sabrın lüzûmu, sabrın ehemmiyeti, sabrın derecesi, kemâli, sevâbı anlatılmakta ve sâbirleri tebşir etmekte, sayısız faydalar saymakta, dolayısıyla kulların sabırlı olmalarını teşvik ve tergib etmektedir. Bundan da anlıyoruz ki, sabır muhakkak lâzımdır.
Ahlâklar umumiyetle iki kısımdır: Bir kısmı peygamberlerde ve ba’zı velîlerde olduğu gibi vehbidir, Allah Teâlâ Hazretlerinin bir lütuf ve ihsanıdır. Onun için onlarda kat’iyyen yorulmadan ve zorlanmadan tabiî haliyle cereyan etmektedir. Çünkü onlar bizlere nümune olacaklardır. Binâenalâzâlik nümunelerin her halde hiç noksansız ve en güzel, en iyi şekilde ve kemal derecesinde olmaları matlûbdur ve böyle olması da tabiîdir.
— Sabrın Sahibine Kazandırdığı Değerler
Sabrın îmândaki yeri, ceseddeki ruh gibi demişlerdir. Ruhsuz bir cesedin hiç bir kıymeti olmadığı gibi, sabırdan mahrum îmânın da buna benzetilmiş olması ne kadar şâyân-ı dikkattir. Dünyanın bütün harekâtı da bunu bize açıkça göstermektedir. Bütün muvaffakıyyetler, hep sabrın sonunda elde edilen ni’metlerdir. Bundan dolayı sabrı, bilme, hal edinme ve amel ile îzâh etmektedirler.
Bunu şöyle anlatırlar: Sabır bir ağaç; hal onun dalları ve yaprakları, amel de meyvasıdır. Bilgi, maarif olmuş, hali olmazsa, ya’ni bilgi ona hal olamamış ise, dalsız, yapraksız ve meyvesiz bir ağaç gibidir. Ne zaman ki, ilmi kendisine hal olursa, o zaman sanki ağaç dallanır, yapraklanır ve meyvalanır; işte böyle bir ağaçtan nasıl istifâde edilirse, ilmi kendilerine hal olan kimselerden de o zaman istifâde mümkündür.
Şakîk el-Belhî, evliyâullahdan ve mücâhidinden âlim ve fâzıl bir zattır. Vefatıyla yerine talebelerinden olgunca birini münâsib görmüşlerse de o zat:
— Ben henüz o seviyeye erişmedim, belki bir sene sonra bu mümkün olabilir, diyerek özür dilemiş; cemâat de:
— Pekala, bir sene sana müsâde, demişler bir sene sonra tekrar o zâtı vazifeye davet edince kendisinde henüz o kabiliyyeti göremediğini söyleyerek bir sene daha izin istemiş. İkinci senenin sonunda derse başlamış, cemaât da cok memnun kalmışlar ve kendisine: o
— İki seneden beri niçin bizi derslerinizden mahrum ettiniz? demeleri üzerine,
— Ben kendimi tecrübe ediyordum. Bakıyordum ki, hayvanât benden ürküp kaçıyorlardı. Elbette hayvanlar kaçınca insanlar da kaçacaklar diye düşünüyordum. Şimdi ise hayvanlar artık benden kaçmaz oldular, anladım ki dersin zamanı gelmiştir.
Öyle yâ, korkak bir adamın şecâatten bahsetmesi; cimri, bahîl ve sıkı bir kişinin cömertlikten söz açması; sabırsız bir adamın sabırdan dem vurması; her tarafı gazap halinde olan birinin hilimden söz etmesi; kibir, gurur, ucub, hased, hırs ve saire gibi kötü huyların kendisini istilâ etmiş olduğu bir bedbahtın, bütün bunlarıın fenalığından bahsetmesi; tevazu ve hilimden nasibi olmayan birinin de tevazû ve hilmin iyiliğinden söz etmesi ve buna benzer haller ne kadar abes ve gülünç ise, ilimdeki hüneri ancak güzel lâf etmekten ibâret olan kimselerin de halleri bu kadar acâyiptir.
Binâenaleyh, ulemâ-i zevil-ihtirama yakışan, yalnız kelimeler üzerindeki san’at inceliklerini bilmekle gösterdikleri bu çeşit ma’lûmat-füruşluk olamaz ve bunlar hiçbir zaman ehli yanında makbul ve memduh değildir. Hele akıl sahiplerine hiç de yakışmıyan bir sıfattır. Bu sebeple, her ilim sahibine lâzım ve lâyık olan, evvel emirde kendi nefsinin ıslahı için sa’y ve gayret göstermesi; bunun için de muhakkak surette kendini yetiştirebilecek derecede âlim, fâzıl, kâmil, ahlâk ve seciyyesi üstün, dünyaya meyyal olmayan, şan, şeref ve şöhrete kıymet vermiyen tasavvuf ehlinden bir zatı kendisine rehber edinmesi şarttır.
Kendi kendine yetişene, «hudâyî nâbit» derler; öyleleri yâ sobalara odun veya hayvanlara yem olurlar. Ne zamanki güzel bir aşıcının eline geçer, o da ona güzel bir aşı vurursa, gerek nebâtâtta ve gerekse hayvânatta, zamanımızda görüldüğü gibi pek güzel meyveler ve çok güzel yavrular elde etmek mümkündür. Hattâ bu gün bu çalışmalar neticesinde hergün iki yumurta yumurtlayan tavuklar bile elde edildiği görülmektedir. Koyunlar, atlar, sığırlar hep gözlerimizin önündedir.
Bizim eski ineklerimizin, günde a’zamî üç beş kilo verdiği süte karşılık, bugün yeni cins ineklerin 25 ilâ 35 kilo gibi bol miktarda süt vermekte oldukları meydandadır. Sen artık bizim ineklerin sütleri şöyle yağlıdır, böyle güzeldir diye kendini ister aldat, ister teselli et.
Şu demek oluyor ki, çalışma neticesinde her şeyde bir ıslah, bir kemal elde edilebilmektedir. O halde eşref-i mahlûkat olan insan niçin ıslah edilip, kemale ulaştırılmasın? Bu muhakak ki, bizim beceriksizliğimizden başka birşey değildir. Baksanıza, sabırdaki azmiyle yakîn ni’metine mazhar olanların, geceleri kâim, gündüzleri sâim olanların sevablarına nail olacakları bildirilmiş. Bunun gibi, «sabreden derviş muradına ermiş» atalar sözünü de unutma.
Sabredip sevabını da Allah’dan umanlar şüphesiz, hesapsız sevaplara nail olacaklardır. Mahlukâtın her imkânının bir had ve hududu vardır. Lâkin, Hak Sübhânehu ve Teâlânın hâzineleri ne biter, ne de tükenir. O sabredenlerin ecrini hesapsız olarak verir. Hattâ, bazı suallere, sabrın îmândan olduğu ve îmânın sabır ve cömertlikten ibaret bulunduğu meâlinde cevaplar verilmiştir. Hac’dan sorulduğu zaman «El-haccü elarefetü» buyurulmuştur ki, hac arafeden ibarettir, demektir. Bu demek değil ki, hac yalnız Arafat’ta bulunmakla tamam olur; belki Arafat’sız hacılık olmaz ma’nâsınadır. Yoksa, diğer erkânlarına lüzum yok demek değildir. Fakat en mühim rüknü Arafat’tır.
Binâenaleyh, sabır îmândır. İmân da sabırdır. Yani, îmânın yukardaki hadîste geçen hacda olduğu gibi en büyük rükünlerinden biri de sabırdır. Zirâ, sabır olmadıkça ne ibâdetlere devam ve sebat; ne de, menhiyattan kaçıp, korunmak mümkün olabilir. Hele, Allah Teâlâ’nın sabırlıları sevmesi ve onlarla olmak şerefini bahşetmesi, hangi tada ve lezzete denk olabilir. Hemen Cenâb-ı Hak, bizleri bu ni’metlerin kadir ve kıymetini bilenlerden eylesin âmîn...
— Sabrın Kısımları
Hazret-i Ömer İbn Hattab (r.a.)’ın, Hazret-i Ebû Mûsâ el-Eş’arî (r.a.)’ye yazdığı bir mektup ne kadar ehemmiyetlidir. Şöyle buyurur: «Yâ Ebâ Mûsâ, sabra devam eyle. İyi bil ki, sabır ikidir; biri diğerinden efdaldir: Musibetlere sabır güzeldir; lâkin, Allah Teâlâ’nın haram kıldıklarından sabredip uzak kalmak daha efdaldir. Yine iyi bil ki, sabır îmânın kıvamıdır. Bu sebebden takva, yani Allah Teâlâ’nın yasaklarından korunup kaçmak, iyiliklerden, ihsanlardan efdaldir. İyilikler, ihsanlar hep güzel şeyler: fakat, günahlardan korkup kaçmak, iyiliklerin, ihsanların tâ kendisi ve daha da efdalidir.»
Hazret-i Ali (k.v.) buyururlar ki, «îmân dört esas üzerine kuruludur: Yakîn, sabır, cihad ve adalet». Yine buyururlar ki: «îmân ceseddeki baş gibidir.»
Başı olmayan cesedin ne kıymeti vardır. Öyleyse, sabrı olmayanın da îmânı böyledir. Kemalsiz imândır. İmânında kemal yoktur, demek olur.
Ebu’d-Derdâ (r.a.) hazretleri de buyururlar ki:
— İmânın son noktası, en üstünde, Allah Teâlânın hükümlerine sabır ve takdirine râzı olmaktır. Her kim kadere îmân ederse özünden inanırsa, bütün kederlerden emîn olur.
Ey kardeş! İyi bilesin ki sabır, din makamlarından bir makam, sâliklerin menzillerinden bir menzildir. Bilumum din makamları şu üç şeyle tamamlanır: Bilgi, hâl, amel. Bilgi, buna maârif de diyorlar ki; esasdır, halleri cezbeder, kişiyi hâl sahibi yapar. Haller de amelleri meydana getirir. Maârifi, ağaca, hâli dallara ve yapraklarına, ameli de meyvasına benzetmişlerdir. Yani, ağaç olmayınca dal, yaprak ve meyve nasıl olmazsa, maârif, bilgi olmayınca da, ne hâl ne de amel olur.
Binâenaleyh, Allah Teâlâya giden sâliklerin yolları şu üçden ibârettir. Bunlar da birbirlerinden ayrılmazlar. Bunlar denk ve tamam olunca İslâm makinesi güzel işler. Ufacık bir saatin bile çarkları denk olmazsa o saatin hiçbir şeye yaramaz olduğu herkesçe ma’ lûmdur. Diğer bilumum makineler de böyle değil midir? Bazı esaslardan olan çark ve âletlerin bozulması veyâ kırılması, yüz milyonlarca liraya mal olan tayyare ve gemiyi muattal ve işe yaramaz bir hale getirir; ta’mir kabul ederse ne a’lâ, etmeyecek bir dereceye geldiyse, artık onu bir tarafa atmaktan başk çare kalır mı? Şu halde sabır, maârif ve hâlin mahsulüdür ki, meyvası iyi kulluktur.
Bunu anlamak için şunları bilmeğe muhtacız:
Cenâb-ı Hakk’ın sayısız mahlûkları arasında üç nevi mahlûk vardır; bunlar insan hayvan ve melektir. Bunları gözümüzün önüne alınca bakıyoruz ki, hayvan dediğimiz bütün her çeşit canlılar sırf şehvetin mahsulüdür. Akıl, zekâ, kıyâset ve ahlâk-ı hamide diye saydığımız hilim, sabır, sehâvet, adâlet merhamet, şefkat, re’fet, hamiyyet ve istikbal davası gibi huyları ve meziyetleri yoktur. Sırf şevhetleri iktizası yiyip, içip, şehvetlerini istedikleri gibi, güçleri nisbetinde teskin edip, müddetleri hitâmında ölüp giderler. Bulduklarını yiyebilmek için günah falan tanımazlar. Ellerine fırsat geçince insanları bile yerler. Maymun gibi bazı hayvanlarda görülen şeklî bazı kemâlât taklidciliktir, yine bir nevî hayvânî halâttır ve onların üstünlüğüne delâlet etmez. İşte kim bilir nice bin seneden beri hayvan yine o hayvandır. Hemen hemen hiç değişmemiştir. Hattâ, hayvan demek şehvetlerinin esîri olan mahlûklar demektir.
İkincisi olan meleklerde ise, katiyyen şehvet yoktur. Yalnız vazifeleri ne ise onu bilirler ve onu yaparlar. Yaratılışları muayyen bir iş içindir. Hepsinin vazifeleri ayrı ayrıdır. Bir kısmı insanın muhafazası için yaratılmıştır. İç ve dış hizmetlerimizde bizlere yardımcıdırlar. Bunların varlıklarına, Allah Teâlânın bildirmesiyle inanır îmân getiririz.
Meselâ, hasenât ve seyyiâtımızı da bu cins melekler yazar. Daimâ bizleri gözler ve hareketlerimizi ta’kîb ederler. İyilikler yapınca hemen sağdaki melek vakit geçirmeden yazar. Eğer günah işlersek tevbe edebilmemiz için bazı rivâyetlere göre altı saat kadar mühlet verirler. Eğer bu müddet içinde tevbe edip, vaz geçersek günah yazmazlar. Bu, Rabbımızın kullarına bir lûtfudur.
Üçüncüsü olan biz insanlar ise, böyle hayvanlar menzilesinde kalmayıp; eşref-i mahlûkat, ekrem-i mahlûkat ve yeryüzündeki halifeliğe lâyık olarak yaratılmışız. Gayet mümtaz; akıl, ferâset, zekâ, ilim ve irfanla müzeyyen kılınmışız.
Allah Teâlâ bütün esmâyı o insana ta’lim buyurmuş, cennet ve cemâlıyla müşerref olabilecek derecede yüksek bir evsafta, şehvetini icabında kırıp durdurabilecek kudrette yaratmıştır. Müslüman onu ancak meşrû yolda kullanarak iffetini de muhafaza ederek, ümmet-i Muhammed’in (s.a.s.) çoğalıp, Allah Teâlâ’ya kulluk edebilecek bir zümrenin bekâsını hizmet için kullanır.
Günah, haram, yasak ve yaramaz şeylerin hepsinden son derece sakınır, aynı zamanda insanlık ve İslâmlık iktizası merhamet, şefkat, sevgi, saygı, teâvün, birbirlerine yardım, malen, ruhan, ceseden birleşme topluluk cemiyetçilik, kardeşlik ülfet, ünsiyet, cömertlik, iffet, hayâ ve daha sayılmakla bitmiyecek kadar çok ve üstün meziyyetleri kazanmaya çalışır.
İki meleke ve onların sayısız yardımcılarıyla desteklenmiş olan insan, rehberimiz, mürşidimiz, mürebbimiz, ciğerimiz olan Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz hazretlerinin gösterdiği ve gittiği yoldan gider ve kitabımız olan Kur’ân-ı Kerîm’in de emirlerine ve yasaklarına riâyet ederek yaşarsa melekleri geçer, rahmet ve cemal evi olan cennete nail olur. Orada cemâl-i ilâhiyesini müşahede ile bütün diğer cennet ni’metlerini unutur, müstağrak-ı feyz-i İlâhî olarak, mest ve hayran kalır. Cennet hurilerini de hayretlerde bırakacak güzellikler ve tavsifine imkân olmayan bunca ni’metler, işte şu insan için hazırlanmıştır.
O insan ki, hayvanlar gibi şehvetinin esiri değildir; belki o şehveti, aklı, zekâsı sayesinde, üstüne binilen bir at ve bir araba gibi kullanılıp menzil-i maksuduna selâmetle ulaşır, Hakk’ın rızâsını kazanmaya çalışır.
Onun için akıl, hayvanın üzerine binen adamın elindeki gem, dizgin gibidir. Hayvanı onunla istediği gibi sevk eder. Dizginleri elinden bıraktığı zaman azgın hayvan nasıl başını alıp gider, zabtolunmaz hale gelir ve hattâ üstündeki sahibini yerlere atıp, sürükler ve perişan ederse, şehvetlerine mağlub olan kimselerin halleri de tıpkı buna benzer.
— Sabrin Seyr ü Sülûkda Yeri
İnsanlık şeref, meziyyet ve ulviyyeti, şehvetlerine mağlub olanların değil, belki şehvetlerini, şeriat, iman ve İslam’ın verdiği salâbet-i diniyye sayesinde Hakk’ın rızasına uygun bir şekilde kullanarak hayatlarını idâme ettirmeye sây ve gayret gösteren bahtiyar kimselerin hakkıdır.
Bir çocuk doğuşunda, hayvandan pek farklı değildir. O da tıpkı hayvanlar gibi yalnız şehvetiyle (yâni arzularıyla) yaşar. Onda akıl henüz kemâle ermemiştir. Ağlaması, bağırıp çağırması hep şehvetinin icâbıdır. Fakat, lutf-i İlâhî ile büyüyüp temyiz haddine eriştiği ve nihâyet bülûğ derecesine vardığı zaman, aklı erdiği ve iyiyi, kötüyü, helâlı, haramı, günahı, sevabı ayırabilecek noktaya geldiği için kendisine teklifât-ı İlâhiye gelir.
İşte bu devirde Cenâb-ı Hak tarafından ona yardımcı hidâyetçi iki melek verilir. Bunlardan biri doğruyu gösterir, diğeri de ona yardım eder. Bu suretle hayvânî şehvet sıfatıyla; meleki, ruhî, sıfatlar, daha açıkçası, şeytan askerleriyle Hakk’ın askerleri olan melekler karşılıklı olarak mücâdele ve muharebeye başlarlar. Burada insan, bu iki taraftan birinin yardımcısı olmak durumundadır.
Eğer şeytan askerlerine yardım eder, şehvetin iktizasını işlerse, tam bir komünist gibi, bir hayvan gibi belki ondan daha aşağı dereceye, esfel-i saf iline düşer. O güzel, canım insanlıkdan hiç bir nasîb alamadan, bu fani dünyaya gözlerini yumar. Bu insanlık cevherini boşu boşuna zayi ettiğinden dolayı azâb ve elem evi olan cehennemin yolunu kendi eliyle seçmiş olur ki, ne kadar acınsanız yine azdır. Çünkü, sizin yeriniz, süflilerin yeri olan cehennem değil, belki ulvîlerin makam olan cennet ve cemâlullah idi.
Eğer bu mücâdele ve muharebede aklınızı, başınıza alıp, şehvetin esiri olmadan Hakk’ın askerlerine yardımcı olur, şeytanı mağlup eder, yenerseniz, cenâb-ı Hak da onun askerlerinin yardımcısı olduğunuzdan nâşî sîzlere her zaman ve her yerde yardım edeceğini va’d buyurmuştur.
Şu gördüğün ufacık gövde, bütün kâinatı içine almış bir zühdedir, kâinâtın hülâsasıdır. Bu cesedde iki zıd kuvvet birbirleriyle çarpışmaktadır. Vücud ikliminde, yani bu cesedde, bu kuvvetlerden hangisi galib gelirse, onun hükmü altında yaşamak mecburiyetinde kalınmaktadır.
Dünyadaki esirlik çok ehvendir. İnsan ne kadar zâlim bir devlete esir düşmüş olsa bile, yine bazı hürriyetlere sahiptir. Abdest alıp namaz kılmanıza, Kur’ân okumanıza karışmazlar. Yalnız, onun koyduğu tel örgülerin, kampların içinde mahbussunuz. Fakat, dininize ve diyânetinize karışmadıkları müteaddid hadiselerle sâbittir. Hattâ, dindarlara bazı müstesnâ haklar bile tanırlar.
Fakat, nefsin, şehvetin şeytanın esiri oldunuz mu, bunların ilk vazifeleri sizi Allah’dan ayırmak ve sizi yalnız, yardımcısız bırakıp, istediği gibi mahv ve perişan etmektir. Artık tutulur tarafınız kalmaz. İnsanlığa faydalı değil, tam tersine zararlı bir canavardan daha beter bir hale gelirsiniz.
Şimdi sen bir insan olmak münasebetiyle iyice düşün, bu iki askerden hangisine yardım etmenin lâzım olduğunu bil de, bu fani dünyâyı nâmütenâhi olan âhiret ni’metlerine’ değişme. Fakat bu, bu kadar kolay bir iş değildir. Mücâdele ve muharebelere alışmamış bâhusus korkak ve menfaatperest insanların hiç de işi değildir. Bu ilk bülûğ yaşından îtibâren muharebe ve mücâdeleleri göze almış, yılmaz, korkmaz ve bitmez tükenmez bir sabra muhtacdır. Bu da kâfi değildir. İnsanın evvelâ düşmanını bilmesi lâzımdır. Dünyâdaki düşmanlar görülür ve maddî imkânlarla çarpışılır, zafer bulursan ne mutlu, eğer mağlub olursan, esir olur veyâ şehîd düşersin, yine cenneti hak edersin. Lâkin, bir düşman olan şeytan, ne görülür ne de tutulur. Binâenaleyh, bununla mücâdele, ma’nevî ve rûhânîdir.
Ma’nen ve rûhen desteklenmiyen, bu desteği temin edemiyenlerin bu muharebelerde muvaffak olmaları çok müşküldür. Görüyoruz ki dünyâdaki muharebeler için milletler güçleri nisbetinde nasıl çalışıyor ve hazırlanıyorlar. Askerlik hizmeti diyerek paralı, parasız bir çok kuvvetleri ta’lim ve terbiye ile muharebe usulleri öğreterek, senelerce hürriyetlerinden mahrum ediyorlar. Eğer harb öyle kolay bir şey olsaydı herkes evinde işiyle, gücüyle meşgul olur, şâyet bir harb olursa silahım alıp koşardı. Koşardı ammâ iş işten çoktan geçmiş olurdu.
Askerlik hizmeti nasıl mecburi ve lâzımsa, kumandanları ve harb malzemeleri de kezâ, hem de hiç eksiksiz olması gerekse, bunlardan bir kaçı olmadığı takdirde mağlubiyyeti göze almaktan başka çâre kalmayacağı nasıl malûmunsa, bu şeytan aleyhillâ’nenin ve onun hizmetkârları olan şehvet ve nefsaniyetin karşısında da ma’nen seni destekleyecek, muktedir, şehvet ve nefislerine hâkim, ilim ve irfan sahibi olan zevât-ı kiramın da yardımlarına muhtaç olduğunu unutma ve onların himayesinden ayrılma ki, şeytan seni yalnız bulup da ezmesin ve Hak’tan ayırıp cehennemlik etmesin.
Kumandansız muharebe nasıl mümkün değilse, mürşidsiz, bu azgın düşmanların hakkından gelmek de öylece mümkün değildir dersem sakın beni ayıplama. Sen her şeyi kendi aklınla ölçmeye kalkarsan muhakkak aldanırsın. Ölçü, Allah’ın ve onun Resûlünün ölçüsüdür. Birisine farz, diğerine sünnet derler. Senin ölçün ancak bu iki ölçüye uygun ve denk olursa, o zaman makbul olur. Yoksa, zararda olduğunu bilmen gerektir. Sen ne kadar sabırlı olursan ol, düşmana atacak silahın, kurşunun olmadığı takdirde sabrın ne faydası olur.
— Sabir - Zikir Münâsebetleri
Sabrın baş destekçisi zikrullahdır. En az günde beş bin zikir yapmayanların halleri harabdır. Bu, askerin cephanesi gibidir. Silahı ve cephanesi olmayan askerin hali neyse, senin halin de Öyledir.
Binâenaleyh, evvelâ tevbeni yap, Hakk’a dön, sonra beş vakit namazını cemâatle edaya devam et, hele sabah ve yatsı namazlarını hiç kaçırma ve sabah namazından sonra hemen camiden çıkma, işrak vaktine kadar otur, bildiğin zikirlerle ve bâhusus İhlâs sûresini çok okumak suretiyle vaktini doldur. Güneş doğduktan 30 veyâ 45 dakika sonra iki veyâ dört rekat işrak namazını kıl, Allah’a güzelce yalvar, eğer borç namazların varsa, herhalde hiç olmazsa hergün bir kaç günlük kazâ namazı kıl, hem bunları bir an evvel bitirmeye bak. Sonra hastalık veyâ çeşitli iptilâlar, dertler, musibetler yüzünden belki de kılamayacak hale gelebilirsin.
Sabrın tabiî bir çok nev’ileri vardır. Yerine göre hepsinin derecesi, sevabı ayrı ayrıdır.
Meselâ, can kaybı, mal kaybı; çeşitli hastalıklar; birbirine benzemez, bazısı hafif, bazısı çok ağır iptilâlar, ağrısı, acısı, sızısı herkeste başka başkadır. Geceleri uyunamaz, gündüzleri, ağrısına, acısına dayanılmaz, şüphesiz bunlara sabır, dile kolaydır. Hele îmân ve İslâmiyeti zayıf kimselerin hali ne kadar acıdır. Herkese şikâyet ede ede kalırlar. Ziyaretine gelenler de geldiklerine pişman olurlar. Müslüman ise, «çok şükür Mevlâma» diyerek sabreder ve Allah’tan şifâ isteyerek kimseyi rahatsız etmemeye gayret eder. Bunlar, insanın başına gelince tabiî olarak katlanmak mecburiyetindedir.
Lâkin günahlara gelince bunlar da, nefsin, şehvetin hoşuna giden dünyâ zevklerinin alındığı şeylerdir ki, onları terk edip, uzaklaşmak, öyle hastalıklara musibetlere sabr etmeye benzemez. Nefisler, şehvetler bir kere şahlandı mı artık onun önüne geçmek, düşman ordularını yenmekten çok daha zordur. Hele alışılmış, âdet haline getirilmiş ise, bu i’tiyâda, haklı olarak tabiat-ı sâniye diyorlar ki, bundan kurtulmak adetâ bir şans ve bir bahtiyarlıktır.
Meselâ kahvehaneler, sinema, tiyatro, kumar, içki, zina, deniz düşkünlüğü, pazar gezmeleri, hava almak bahanesi ve saire gibi. Bedeninin en güzel ve kıymetli yerlerini açmakta beis görmeyen ve onları örtmeyen hanımların hali bize göre çok ayıp ve çirkin; fakat, ona göre hiç de öyle değil, gayet tabiî bir haldir; ne sıkılır, ne de utanır, herşeyi meydanda, herkesin gözü önünde öylece denize de girer, bir de yüzücülük meharetini gösterir ve kat’iyyen çekinmez. Çünkü bunu, tabiî hakkı görmektedir. Şimdi bunlara istediğiniz kadar sabır tavsiye ediniz, faziletinden bahsediniz, günahların da azablarından, felâketlerinden söz ediniz, hepsi boştur. Çünkü artık, gözleri kör, kulakları sağır, kalbleri de ya çok ağır hasta veya ölmüştür. İş ancak Mevlâya kalmıştır.
Onun için, günahlara sabır, musibetlere olan sabırdan cok daha fazla faziletli sevablı ve ecirlidir. Halbuki, musibetlere sabredenlerin, yarın kıyâmet gününde hesapsız ve sorgusuz hemen alel-acele ve süratle cennetteki yerlerini alıp zevk ve safâlarına bakacakları rivayet edilmiştir. Şu halde, günahlara karşı sabr edenlerin mükâfatını beyâna gücümüz yetmiyecektir. Yani, akıllarımız, onların mükâfatını idrakden âcizdir. Sadece «lâ yuad ve lâ yuhsâ» olduğuna inancımız vardır.
— Kur’an’da Sabır
Marifetname sahibi İbrahim Hakkı (k.s.) hazretleri sabır hakkında âyet ve hadîsler zikrederek şöyle buyurmaktadır: Ey aziz! Ma’lum olsun ki, Hak Teâlâ hazretleri kullarına, inâyetiyle sabrı ta’lim ve tergib edip, Kur’ân-ı Kerîm’inde müteaddid sûrelerde, yetmişi mütecaviz yerde sabrı zikretmiştir. (Biz size burada ancak bir tanesini zikredip onunla iktifâ edeceğiz.) Esteîzü-billah:
«Ey îman edenler! Sabır ve namazla Allah’tan yardım isteyiniz; muhakkak ki Allah sabredenlerle beraberdir.» [2]
[2] Sûretû’l-Bakara, âyet: 152.
Bu mevzuda birçok hadîs de vârid olmuştur. Nitekim Efendimiz (s.a.s.) hazretleri: «Ey ümmetim, imân iki parçadır. Bir parçası sabır, bir parçası da şükürdür» buyurmuşlardır.
Sabrın en efdali, musibetin iptidasında bulunan sabırdır. Buna teslimiyyet derler. Sabır, her tâatın başlangıcıdır. Her musibetten kaçmanın aslıdır. Her ibâdetin aslı sabırdır. Müjdeler olsun o kimseye ki, mihnetlere sabredicidir. Acı bir söze sabredemiyen kimse, nice acı kelimeler işitse gerektir.
Sabır, zaferi getirir; yâni, mûris-i zaferdir. Sabır acıdır. Onu yutan hürdür. Mihnetlere sabır, hüsn-i yakîne yetmektir. Hak Teâlâ’dan ziyâde sabırlı kimse yoktur ki, müşriklerin O’na iftirâ eylediklerini işitir de onlara yine âfiyet ve rızık ihsan eder. Sabrın evveli acı, âhiri tatlı ve lezzetlidir. Sabır, Cenâb-ı Hakk’ın sıfatıdır.
İmânın başı sabırdır. İmân, sabırla cömertliktir. Hiç bir kimseye sabırdan daha hayırlı bir bahşiş i’tâ olunmamıştır. Sabır Allah Teâlâdandır; acele ise şeytandandır. Nusret sabır iledir. Ferah da sıkıntı iledir. Kim ki malında ve nefsinde bir musibete erişirse ve onu gizleyip kimseye şekvâ eylemezse, tahkîka Allah Teâlâ ona îmân lezzeti ve ihvan izzeti ikram ve ihsan eder; cemi’ günahlarını mağfiret eyler.
— Hz. Eyyûb (A.S.)’ın Sabrı
Hazret-i Eyyûb aleyhisselâm müptela olduğu hastalığında iken her seher vaktinde Hak Teâlâ anı vasıtasız iyâde (hasta ziyâreti) edip lütuf ve keremiyle, «Habîbim Eyyûb nicesin» (Yani belâmızın gelişiyle nicesin) buyurmuş. Hazret-i Eyyûb aleyhisselâm da, halâvet-i hitâb-ı izzetle müstehâb olup, hastalığın acısını unuturmuş. Eyyûb aleyhisselâm iâde-i âfiyet edince Cenâb-ı Hakk’ın hitâbındaki tadın kaybolmasından korku ve üzüntü duymuş, ondan dolayı hasretle derdinden şekvâ kılmıştır. Buradaki şekvâ, derdinin son bulup da hitâb-ı izzetin kesilmesi sebebiyledir. Allâhü a’lem.
Kıyâmet gününde sabırlılara mükâfât olundukta derler ki:
— Yâ Rab! Bizi bir daha dünyâya gönder ki, kendi etlerimizi makasla kendimiz doğrayıp, elemine sabredelim, tâ ki bu devlete bundan daha ziyâde erelim.
— Şiir
Âteş duhana der: Ne kaçrsın ırâğa zûd,
Sensiz karâr yokdur, olur hoş benimle ûd.
Oldur bana muhabbet edip kadrimi bilen,
Zîrâ ki buldu kendi fenâsından ûd, sûd.
Ey yâr-ı şu’lehârımız ehlen ve merhaba,
Ey fânî-i şehidimiz ey mefhar-i şühûd.
Mahvoldu hâk, nân olub ol yandı mi’dede,
Nân oldu tatlı cân ki, odur zübde-i vücûd.
Mahvolsa cân, okur o adem levhini iyân,
Mahveyle cânı koyma cehâlette ey Vedûd,
Cân aşk oduna yansa, sakar’dan emin olur,
Fakr ü fenâya erse bulur devlet’i hulûd.
Uşşâka aşk sırrını der Hakkı olsalar,
Eshâb-ı Kehf misli hem eykâz u hem rükûd
— Sabrın Sınırı, Hakikat ve Halâveti
Ey aziz! Ehlullah demişlerdir ki, sabır, nefsi ceza’dan habs ve men’ etmektir. Sabır nefis bazlarından, mücâhede ile huruç edip gitmektir. Sabır, fıtam-ı nefs (nefsin isteklerini yerine getirmemek) üzerine devam ve sebâta yetmektir.
Sabır ikidir: Biri mekruhla sabırdır, biri de mahbubsuz sabırdır.
Sabır, kalbe, musibet kadar nazil olur. Musibetlere sabr etmek, mevhibelerin efdaline yetmektir. Sabr-ı cemil, câlib-i ecr-i cezîldir. Sabr etmek ayıbları örtücüdür. Bollukta, şükür, sıkıntıda sabır büyük mükâfâtı mucibdir. Gazabında halim ol.
Sabr eyle, musibet olmaz. Sabreden musibetten elem duymaz. Belâya sabreden kazâya râzi olmuş olur. Rızâ ile, sabır âsân olur. Sabırlılara belâ, bal olur. Sabır ile koruk helva olur. Sabrın sonu zaferdir. İmânın aslı sabırdır. İslâmın aslı rızâdır.
Eğer görürsen ki Hak Teâlâ belâları üzerine yağdırmıştır, anla ki seni îkâz eylemiştir. Ni’met buldukta şekûr ol. Mubtelâ oldukta sabûr ol. Musibette ceza’ ve feza’, musibetten eşed ve es’abdır. Ceza’, sabırdan ziyâde eziyetlidir. Sabır, elem ve belâlardan şikâyeti terketmektir. Sabır, belâyı rızâ ile istikbaldir. Sabırlılara ni’met ve hikmet beraberdir. Sabırlı baş selâmettedir. Sabır güzel alâmettir. Belâ Hak’tan atâdır; pes, belâdan ceza’ hatâdır. Belâ güzeldir. Zirâ ki ol bahş-i ezeldir. Sabır bir mübârek şerbettir ki, mûcib-i âfiyettir.
— Nazım
Fakr ü fena iste sen ey bül-vefâ,
Tâ bulasın genc-i bekadan safâ.
Kendini yok anla yakın fakr odur,
Hem ben ü sen, o deme oldur fenâ.
Kibri koy dil ile pür andan al,
Kibre bedel ancılayın kibriya.
Hâk ol u pâk ol seni sen görme hiç,
Tâ bite hâkinde güzel tûtyâ.
Versen eğer aşka bu câm revân,
Bin can alırsın hoş u bî-müntehâ.
Kalbe verir aşk demi, hoş hayat,
Cân-ı cihandır o dem-i can-fezâ.
Bil ki bir Allah’tır edib, eyleyen,
Her ne olursa ver ana hos rızâ.
Mâni’ u mu’tî çün odur cümleden,
Halkı unut Hâlık’a eyle senâ.
Hakkı, edip Hâlık’a gönülden rücû’,
Sâbir ol andan geleni bil atâ.
— Sabrın Sağladığı Faydalar
Ey aziz! Ehlullah demişlerdir ki, kulun kalbini huzûr-ı Mevlâ’dan meşgul eden dört ârızadan üçüncüsü, şedâid ve musibetlerdir; bunlardan ceza’ ve feza’ etmekdir. Bunların kifâyeti ancak sabırla bulunmuşdur. Pes, sabrın cemi mevâzında sabûr olmak, iki emir için lâzım bilinmişdir. Evvelki emir, ibâdet ve huzura vusul addolunmuşdur. Zirâ ki, mebde’ ve mebnâ-yı emr-i ibâdet, huzur, sabır ve tehammül bulunmuşdur. Sabırlı olmayan kimse, ibâdet ve huzurdan bir nesneye vâsıl olamaz. Zîrâ ki bu dünyâ, dâr-i mihnet ve cây-i meşakkattir.
Mâdem ki insan dünyâda muammerdir, anın envâ-ı şedâid ve mesâible mübtelâsı mukarrerdir. İnsana ârız olan şedâid ve mesâib, kişinin ehil, evlâd, akraba, ihvan ve dostlarında bulunan fakirlik, hacetler ayrılıklar, hastalıklar, ölüm ve emsali gibi musibetler ve kendi nefsinde bulunan çeşitli hastalıklar, ağrılar, sızılar, dertler, kederler, vesvese ve korkular, halkın düşmanlığı, kavgası gürültüsü hasedi sövüb sayması, ta’yîb, tahkir, gıybet ve iftirası ve emsâli musibetlerdir. Malında bulunan çeşitli arızalar, çalma, çırpma gibi musibetler de unutulmamalıdır.
Bu musibetlerin her birinin bir acısı, yankısı vardır ki, bu acıları, hararetleri ve zahmetleri ancak, cümlesine sabır ve tahammül etmekle önlemek mümkündür. Zîrâ ki, feryâd ve figân ile vakit geçirmek, kulun kalbini ibâdet ve huzurdan men’ ve kat’ eyler.
Buyrulmuş ki, dört renk ölüm ile ölü olmayan ibadetin tadını bulamaz ve lezzet-i huzuru da alamaz: Bunlardan birincisi beyaz ölümdür ki, bu açlığa tahammüldür. İkincisi siyah ölüm ki, insanların kendisini zem etmelerine tahammüldür. Üçüncüsü kırmızı ölümdür ki, nefis ve arzularma muhalefettir. Dördüncüsü yeşil ölümdür ki, kazâ-yı İlâhînin cereyanına rızâ göstermektir. Kim ki bu dört ölüme sabır ve tahammül kılmıştır, o kimse ibâdet ve huzura nail olmuştur.
BEYİT
Hicranına tahammül eden vuslatı bulur,
Tûbâ limen yüsâîdühü’s-sabrü ve’s-sebat
Elâ, bis-sabri tebluğu mâtürîd,
Ve bit-takvâ yelînü lek-el-hadîd.
Bundan anlıyoruz ki, insanların, muradlarına nail olabilmeleri için sabra ihtiyaçları herşeyden fazladır. Bütün güçlükleri yenmenin de takvâ ile olacağı anlaşılmaktadır.
İkinci emir, sabırdan olan iki cihanın hâzineleridir. O hâzinelerin bazısı, necat, fevz, rızık ve düşmana zaferdir. Emsal ve akran arasında üstünlük, Hak’dan rahmet, muhabbet ve senâdır.
Ve kişi sabırla Hakk’ın indinde yüksek derecelere bir çok kerâmetlere ve hesapsız ecirlere ve sevablara nail olur. Hak Teâlâ kuluna, bir an sabır için bunca kerâmetler ihsan eder. Dünyâ ve âhiretin hayırları sabırdadır. Nitekim, Hazret-i Ömer (r.a.) buyurmuşlar ki: Mü’minin bütün hayrı bir sâat sabrındadır.
— Sabrın Fazileti
İzâ dâka’z-zemânu aleyke, fasbir,
Ve lâ tey’es, min’el-fereci’l-karîbi.
Ve tıb nefsen, feinne’e-leyle hublâ,
Asâ, te’tîyke, bil-veledi’n-necîbi.
Sabrın fazileti hakkında sana bu kifayet eder ki: Hak Teâlâ hazretleri, sabrı, kendi kitabında nice veçhile medh etmişdir. İmdi, bu haslet-i şerîfeyi ganimet bilip, bununla muttasıf olmağa cehd eyle. Tâ kim zorluklar içinde kolaylığı bulup ebediyyen feyz ile mesrûr olasın.
Ammâ sabırdaki güzellik, şiddetin vakit ve miktarına tezekkürdür ki ol ne tekaddüm eder, ne de teehhür, ne ziyâde olur, ne de noksan. Öyle ise feryâd ü figânda bir lütuf ve menfeat yokdur; belki zarar ve keder çokdur. Zîrâ ki umûr, evkâtı ile merhundur. Ve hep edip eyliyen Hudâ-yı bî-çûndur, Hak Teâlâdır.
Her işi Hakdan bilir, halkı unutmuş, hakşinas,
Ol görür kim hayra şer, adle zulüm olmuş libâs
Eyyühe’s-sâbirûne fi’l-belvâ,
Tarrikû tarrikû ilel-Mevlâ.
Ey ruh seyr-i âlem-i imkân nene gerek?
Dilde seyâhat eyle, bu zindan nene gerek?
Vahdet ki meşrebindir olur halvetin cihan,
Tercîh-i-gâr u kûh u beyâbân nene gerek?
Ger meşrebin vesF ise, bil Cennet içtesin,
Seyr-î bahar u bağ u gülistan nene gerek.
— Sabırsızlıkla Gelen Âfetler
Ey aziz! Ehlullah demişlerdir ki: Sabır bir devâ-yı mürr-ü nâfi’dir, şürbü her menfaati câmi’dir ve her mazarratı dâfi’dir. Bir devâ ki bu sıfatlarla muttasıf olur, âkil olan kimse nefsine ikrâm edip onu içer. Bir lahzanın acılığı, bir sene tat verir deyib, ol devânın acılığına ve şiddetine sabır ve tehammül eder. Yani, sabır her ne kadar acı ve zor bir şey ise de, menfeati pek büyük olduğundan sabrı kendine huy edinmeye çalışmak, her derde deva olan bir ilâca benzetilmişdir. Bu da dört kısımdır:
Bunlara sabr edebilen sabırlılara hesabsız menfaat ve faydalar hasıl olur ki, onlar da tâattir ve istikamettir, va’d olunan sevabları bulmakdır, mesâib ve belâlardan da iki âlemde âzâd olmakdır. Pes, sabırla tâat ve menzilleri, huzur ve mekârim-i çelilesi, üns billâh ve menâfi-i çelilesi hasıl olur.
Sabırlı olan kimse, kahr u sahat-ı kazâdan, ceza’, feza, ve kavgadan ve meşakkat-i dünyadan, âhiret azablarından, nefsin arzularına uymaktan, düşmanlarla boğuşmaktan ve nice bin belâdan necat bulup muradına erişir. İki cihanın saadetiyle rızâ makamına ulaşır.
Sabra tâkat getiremeyip feryad u figan eyleyen, her menfaatten mahrum, her mazarratla mağmumdur zîrâ ki, ol zaîf kimse ibâdete devama sabr edemez ki huzûr-ı ünsü bula. Gâfil kalır. Veyâ ma’sıyyetten sabr edemeyib irtikâbıyla hâib ve hâsir olur. Veyâ fuzûl-i dünyâdan sabr edemeyib belâsını bulur. Veyâ musibette sabr edemeyib, feryâd ve figânıyla sabrın fezâil ve sevâbından mahrum kalır. Ve çok kere feryâdının kesretinden dolayı sabrın mükâfâtı fevt olub, bir musibet iki olur ki biri gelen belâ, biri de zâyı’ olan sevabdır. Bu sebebden denilmişdir ki: Musibette sabırdan mahrum olmak, musibetten eşed bir musibettir.
Binâenaleyh, feryâd ve figânın çokluğunda ne fayda vardır ki, hasıl-ı mevcudu zâil eder ve zâhib-i mefkûdu sana red eylemez. Birşey geçmez. Bârı feryâd ve figânı çok etme ki, senden biri giderse diğeri kalsın.
Hazret-i Ali (k.v.) bir şahsı taziye esnasında buyurmuşlar ki: Eğer sabr edersen Hakk’ın takdiri câri olur, sen de sevab kazanırsın. Eğer feryâd ve figân edersen, yine takdîr-i İlâhî hükmünü icrâ eder, sen de sevabdan mahrum kalırsın. Çünkü edip eyleyen bir Hâlık ve Bârîdir; kazâ ve kaderi âlemde câridir; ahkâmı vakfında cümleye sâridir; pes, tedbir ve tedarike, feryâd ve figânla âfiyet elbiselerinden soyunmuş olur. Tefviz, tevekkül sabır, tehammül ârifler kârıdır zîrâ bunlar, ma’rifet âsândır.
— Sabır, Huzûr ve Selâmet
Naklolunur ki; Bir kâmil vefatı sırasında oğluna demiş ki:
Oğlum! Bir nasihatim; vardır ki anı sana vasiyyet eylerim; eğer kabul edip amel edersen iki âlemde, Hâlıkın ve mahlûkun makbûlü olursun, her halinde saadet ve selâmet bulursun.
Oğlu da: Buyur babacığım, demiş,
Ölüm halinde olan babası: Oğul, mum makası ol, demiş ve âhirete göçmüş.
Bu sözdeki hikmeti, kimisi sabırla, kimisi de rızâ ile te’vil etmişdir. Rızâ ile te’vil eden o kâmilin muradına yetmiştir. Zîrâ ki, sabır, musibetten erişen elemi ketm edip, feryâd ü figân kılmamaktadır. Rızâ ise belâdan aslâ müteellim olmamaktadır. Çünkü mumun fitili, ateşinden müteellim olmadığı, duman ve kokusundan, eziyyet bulmadığına delâlet kılmıştır ki o kâmilin, «hemen oğul mum gibi ol» buyurması, kazâya rızâyı, oğluna duyurmuştur. Zîrâ ki makâm-ı sabırdan, makâm-ı rızâ a’lâdır. Sabır ile rızâyı kazanan Mevlâya ulaşır.
— Şiir
Sehhil alâ nefsike umûren,
Ve kün alâ mürrihâ sabûren.
Sabır kıl etme umûrunda şitâb,
Sabr ile derler olur koza düşâb
Sabr ile dostun olur düşmanlar,
Sabr ile rehber olur rehzenler.
Sabr, Esmâ-yı İlâhîdendir,
Hikmet-i nâmütenâhîdendir.
İlm ü hikmette şekerler yediler,
Sabra miftah-ı ferecdir dediler.
— Sabrın Kazanılmasında Usûl
Ey aziz, Ehlullah demişlerdir ki; Nefsi alıştığı âdet ve an’anelerinden çevirmek ve onun arzu ve isteklerini vermemek, her ne kadar güç ise de başaranların âkıbeti çok güzel halleri said ve sonu da, ebedî dünyâ ve âhıret ni’metlerine nail olmaktır. Fırsatları te’hir etme ki, te’hir harecdir. Mihnetlere sabr eyle ki, miftâh-ı ferecdir. Hiç bir zengin ve cömert baba ve ana, evlâtlarını yemekten, içmekten boş yere men’ etmez.
Meselâ tıbbî bir zaruretle bir müddet men’ etmeleri, onları acabâ sevmediklerinden mi, yoksa paralarına kıyamadıklarından mı veyâ mübtelâ oldukları hastalıktan bir an evvel kurtulmaları için mi olmuştur. Bunu üzerlerine titredikleri evlâtlarının bir an evvel iyi olmaları için yaptıklarından kimsenin şüphesi olmaz. Kezâ, bir doktor hastasına perhizler verir ve çok acı ilâçları, şurubları içirir ve bazan da, hastalığın îcâbı olarak vücudu kurtarmak için kolunu, bacağını da keserler. Şimdi bunları bizi sevmedikleri için bir an evvel kurtulalım diye mi yapıyorlar? Evet hiç bir akl-ı selim sahibi diyemez ki, bunları bizi sevmedikleri için yapıyorlar. Sevdikleri için yaptıkları muhakkak ve âşikârdır. Hasta da bunu iyi bildiği için doktoruna güzelce teslim olup dediğinden dışarı çıkmamağa çalışır.
İşte tıpkı bunun gibidir ki Rabbil âlemin ve erhamerrahmîn olan Allâhü Teâlâ Hazretleri de sana istediğin bir şeyi vermediyse, bunu anla ki ol senin muhtaç olup murad eylediğin eşyaya mâliktir. Sana vermeye de kâdirdir. Fazl, cud, kerem ve ihsan ona mahsusdur. Senin her halin ve cemi’ eşyanın halleri anın ma’lûmudur. Zîrâ ki, anınçün fakr, acz, buhl, cehâlet mutasavver değildir. Belki, cümleden ğanî ve akvâ, ekrem ve a’lemdir. Bu takdirce yakînen biliyorsun ki, hakikatte Hak Teâlâ hazretleri istediğin o şeyi senden men’etmemişdir. İllâ ki, senin hayır ve salahın için etmişdir. Çünkü, Kur’ân-ı Mübînde bildirildiğine göre, yerde ve göklerde olan bütün eşyayı sana müsahhar kılmışdır.
Bunlar hep senin hayır ve salahın için değil midir? Ol lütuf ve kerem sahibi Hâlık-ı Zül- Celâl hazretleri, dünyâyı ve içindekileri gözden düşüren hiçe bırakan ma’rifetini sana ihsan eylemişdir. Cenâb-ı Hak, evliyâsını, dostlarını, sevdiklerini, dünyâ zevk ve safâsından men’etmişdir. Deve çobanının develerini pis, kokmuş bataklıklardan sakladıkları, korudukları gibi. Hak Teâlâ seni şiddetli musibet ve iptilâlarla mübtelâ eylediyse anla ki, menfaatin içindir ve ol seni imtihan için iptilâ etmekten ğanîdir ve senin halini alimdir ve sana raûf ve rahimdir.
Zîrâ ki Allah Teâlâ, şefkatli bir validenin veledine olan şefkatinden daha çok şefik raûf ve rahimdir. En kıymetli olan evliyâ ve asfiyâsını çok mübtelâ kılmışdır.
Ne vakit görürsen ki, Hak Teâlâ dünyâyı senden hapis ve men’ etmiştir, şiddet ve musibetleri üzerine dökmüşdür, anla ki, tahkikâ sen Allah Teâlâ’nın indinde aziz ve muhteremsin. Makâmât-ı Aliyede şerif ve mükerremsin. Zîrâ ki, ol seni evliyâsı menziline çıkarmışdır. Ruhun anın mevahib-i kerîmesine yetmişdir. İmdi, sana lâzım olan budur ki, herhalde sabûr ve şekûr olasın. Tâ kim, sabrın acısı içinde rızâ-yı İlâhînin tadını bulasın vesselâm...
İnsan kendisine başkası tarafından eziyyet yapılmasına nasıl içi râzı olmazsa, kendisinin de başkalarına karşı hatta, hayvanlara bile ezâ etmemesi ve hatta yapılan ezâları bile sabır ve tehammül ile karşılayıp mukabele etmemesi ve hatta o gibilerin ezâlarına mukabil ikram ve ihsanda bulunması, en büyük ve en güzel huylardan sayılmaktadır. Gayzlarını yutmak, kabahat sahihlerini afvetmek ve üstelik onlara ihsan etmek de Kur’ân’ın emirlerindendir. [3]
[3] Al-i Imrân Sûresi, âyet: 68.
Belâlara sabır da ayrı bir meziyettir. Hem Hakk’ın kazâ ve kaderine teslimiyettir, hem de âhireti için çok büyük mükâfatlar alacağına göre, belâlara sabr etmek, onlardan şikâyet etmemek de gerekir. Bu hususta yazılacak çok şeyler varsa da bu kadarla iktifâ ediyoruz.
Mezmûm olan bir huy da ahlâk-ı aceledir ki, kalbi muztarib eden bir büyük belâdır ve şeytan sıfatıdır. «Acele şeytandandır» buyurulmuşdur ki, sonu nedâmet ve pişmanlıktır. Her işde teenni, Rahmân’dandır ve acele şeytandandır.
Gönüller iki sıfatla muztarib ve mahzundur. Evvelki sıfat: o şeyi istemek ki, takdirden uzaktır.
Meselâ, çocuk veya ihtiyarlardan çocuk istemek gibi veya yemeden, içmeden yaşamak gibi. İkincisi: Bir nesneyi vaktinden evvel istemektir. Zîrâ her şey vakitlerle ta’yin edilmişdir. Onun için acele, bir huy ve bir ahlâk-ı rezîledir ki, gaflet ve şehvete pek yakındır; Mevlâ ile üns ve huzura mânidir.
— Sabrın Sonu
Ey aziz! Ehlullah demişlerdir ki: Bütün ilimlerin ve amellerin ve her ma’rifet ve kemâlin illet-i mucidesi sabır ve tehammüldür. Her nedâmet ve melâmetten necât ve selâmetin sebebi, sabır ve teennidir. Elemlerin acısına tehammül, sabrın neticesi ve rızâ-yı İlâhinin başıdır. Bu da iki cihânın saadeti ve gözbebeğidir.
Nitekim bir çömlekçi, içine ilim tahsil arzusu doğmuş, bütün mallarını dağıtarak, ancak evinin zarurî ihtiyacını bırakıp, evinden izin alarak, tahsîl-i ilim için uzak yerlere gitmiş. Yirmi sene zarfında, ulûm-ı arabiyye ve diniyyeyi tamamıyla öğrenip vatanına dönerken yol üstünde bulunan bir pir-i kâmile misafir olmuş ve ahvalini ona anlatmış.
O kâmil zat ona sormuş: «İlim ve amelin aslı nedir?» Cevap veremeyince, o kâmil zattan izahını istemiş. O zat da: Eğer bize bir müddet hizmet edersen, ilmin aslına erişip evine dönersin, demiş. Bu cevap üzerine çömlekçi, bu âlim pire hizmeti kabul ederek yanında iki yıl kadar kalmış.
Nihâyet o pîr-i kâmil zat çömlekçiyi çağırıp şöyle demiş: «Gel benim oğlum! Sana o suâlimin cevabını artık vereyim de sen de ehlinin yanına gidesin ve ömrün oldukça bize hayır ile duâ edesin. Şimdi, muhakkak bilesin ki, bütün ilimlerin, amellerin, her ma’rifet ve kemâlin aslı sabırdır. Bunlar ancak sabırla hasıl olurlar. Tahammül ve teenni de sabra dahildir. Her işde sabırlı olursan, her nedâmetten selâmet bulursun. İki âlemde her yüzden maksad ve arzuna nail olursun.
Bu cevher-i nefis için seni bir müddet alıkoymamdaki hikmet budur ki, kadr ü kıymetini bilip, kulağında küpe edinesin. Bunu zinhar unutmayasın.» Pes, bu âlim bu cevhere mâlik oldukta ol kâmilin duâ ve rızâsını alıp memleketine dönmüş.
Vaktâki yatsıdan sonra evine gelmiş. O sırada hatırına gelmiş ki, yirmi iki yıldan beri haberleşmediğim evin kapısını, bu vakıtta çalmazdan önce pencereden bir bakayım göreyim ki bunca zamandan beri bu hanede kim kalmışdır. Vaktâ ki pencereden bakmış görmüş ki kendi ehliyle bir taze civan oynaşmaktadır. Hemen gayretinden, kıskançlığından aklı gitmiş. Kendini unutup pencere deliğinden o civanı öldürmeye kasd ederken, o pîr-i kâmilin verdiği sabır dersini hatırlamış. İki yıl bekleyip kazandığım cevheri, acele ile zayi’ etmeyip kapıyı çalayım da ondan sonra bu delikanlıyı öldüreyim, diyerek kapıyı çalmış. Kapı çalınınca, o delikanlı içeriden: Kimsin? diye seslenmiş. Cevâben: Bu evin eski sahibiyim, deyince, ailesi sesinden tanımış, sevinerek; Hey oğul kapıyı aç, sen doğmazdan evvel gurbete giden baban gelmiştir.
O âlim bu sözden delikanlının kendi oğlu olduğunu anlamış ve kerâmet-i sabırla elim bir nedâmetten selâmet bulmuşdur.
Bu felâketten kurtulduğu için Cenâb-ı Hakk’a çok hamd ü senâlar kılmıştır ve o mürşid-i kâmile de duâlar edip, müderris ve musannif olmuşdur. Hanefî fıkhını ihyâ edip nihâyet Kudûrî adlı kitabını da te’lif etmiştir.
BEYİT
Hazm olunmaz belâlara sabr et,
Afiyet boş-güvâr olur ey dil.