KİTABA DAİR
— Yayınevi
Mehmed Zahid Kotku (Rahmetullahi aleyh)
SEHA NEŞRİYAT
Merkez: Selânik cad. 49/1 - Kızılay - ANKARA - Tel: 25 24 43
Şube: Hacıbayram Cad. 12 – Ulus - ANKARA - Tel: 12 65 28
Şube: Feyzullah Ef. Sok. 6 - Fatih - İSTANBUL - Tel: 524 16 00
SEHA NEŞRİYAT: 16
Sohbet Serisi: 6
Kapak: Saral Eroğlu
Kapak baskısı: Temel Matbaası
Dizgi: UKAZ
Baskı: Coşkun Ofset
İSTANBUL, 1984
— İçindekiler
ÖNSÖZ – 7
TEVBE - 11
TEVBE-İ NASÜHUN ŞARTLARI - 30
TEVBEYİ TERK - 46
KÖTÜLÜĞÜN ARKASINDAN İYİLİK YAPMAK – 47
— Önsöz
Tevbe; geri dönme ve rücû’ manasına gelen, t-v-b kökünden türetilmiş bir mastardır. Kötü halden, iyi hale, eğrilikten doğruluğa, mâsivâdan Mevlâ’ya dönüş demektir. “Ey Müminler! Allah’ın nasûh tevbesi ile tevbe ediniz (et-Tahrim: 8)” âyet-i celîlesi bunu ifade eder.
Tasavvufi düşüncede tevbe, sâlikin dünyevî ve uhrevî duygulara takılıp kalan ve dolayısı ile Allah’tan gafil olan gönlünü bu bağlardan kopararak Rabbına vermesidir, insanoğlunun his ve heveslerinin esaretinde, davranışlarını yönlendirdiği bilinmektedir. İşte tevbe, kulun kendi isteği ile iradesini bir tarafa iterek, Allah’ın irâdesine râm olması demektir. Tevbe ile günahkâr günahından kurtulur. Günahsız bir derece daha katederek ileri gider. Tevbeyi sâdece günahkârların yapacağını sanmak büyük natadır. Kimi günahından, kimi gafletinde kimi bütün mâsivadan, kimi de bizzat tevbesinden tevbe eder.
Kulun yaratılış gayesinin farkına varması ve bu ulvî gaye ile yaşadıkları arasındaki tenakuzu kaldırmaya çalışması tevbenin ta kendisidir.
Hz. Peygamber (S.A.V.), “Tevbe, pişmanlık ve nedâmetten ibârettir.” buyurmuştur. Bu, tevbenin bütün şartlarını ihtivâ eden bir tariftir. Zira tevbenin bir şartı; «İlâhî hükümlere aykırı davranışlara karşı duyulan bir teessüf» diğeri; mevcut hata ve kusuru derhal terk etmek üçüncüsü ise günah işleme hâline tekrar dönmemeye kesin karar vermektir.
Günah ise, gerek dünyevî gerek uhrevî her hangi bir şeyin Allah ile kul arasına girerek, Rabbını unutturmasıdır. Tasavvuf ıstılahında günah, sadece şeriatın yasakladığı hareket ve davranışlar değildir. Kalbin meylettiği ve ilgi duyduğu şeyler, yasak olmasa bile kulun gönlünü kendisine çekerek Allah’ı unutturduğu ve isyana sürüklediği için günah sayılmıştır.
Tevbenin üç şartı bulunduğu gibi, üç tane de sebebi vardır. Biri; ceza görme ve cehennem ateşinin yakıcı azabının korkusu kalbi istilâ eder ve kötü iş yapmanın verdiği ızdırap gönüle hâkim olursa pişmanlık hissi meydana gelmiş olur. (Cehennem korkusu) İlâhi ve uhrevî nimetlere rağbet etme arzusu kalbe galip gelir. Kötü davranışlar ve emirleri dinlememekle bu nimetlerin elde edilemeyeceği bilinirse, bunları elde etme ümidi ile birlikte pişmanlık duyulur. (Cennet ümidi) Üçüncüsü; Allah, yaptıklarıma şâhit oluyor diye utanmak ve İlâhî emir ve yasaklara muhalefetten pişman olmaktır.
Tevbenin üç makamı vardır: Birincisi tevbe, İkincisi inâbe, üçüncüsü de evbe’dir.
Bütün bu ifâdelere göre tevbe üç kısımdır.
Şeyh Muhammed Zâhid b. İbrahim el-Bursevî (K.S.)’nin te’lif ettiği elinizdeki bu küçük eser, tevbenin hayatımızdaki pratik yorumlarına işaret etmektedir. Hangi tevbeyi nerede, ne zaman ve nasıl yapacaksınız? Bunlara ışık tutmaktadır. Mevlâm te’sirini halkeylesin de cümlemize nasûh tevbeleri nasib eylesin.
Âmin...
TEVBE
— Tevbe Nedir?
İnsanın, hayatı içinde işlemiş olduğu günahlara ve ibâdetsiz geçirdiği vakitlere, nedâmet ve pişmanlık duyup, Hakk’a rücû ve ilticasına denir ki, halktan yüz çevirmesine vesile olur.
«Ey iman edenler tam bir sıdk ve hulûsa malik bir tevbe ile Allah’a dönün.» (et-Tahrim: 8)
Diğer bir ayette:
«Rabbinizden mağfiret dileyin. Çünkü O, çok yarlığayıcıdır.» (Nuh: 10)
Tevbe etmesi kolaydır. Tevbe etmekten maksat, günahlardan dönmek ve kaçmaktır. Bu ise öyle kolay bir şey değildir, çok azim ve sebat ister. Oruç tutma da kolaydır. Fakat günahlara karşı sabır ve hepsinden daha zordur. Günahların başı ise gaflettir. Gafletten kurtulmak en büyük hünerdir.
— Tevbenin Önemi
Tevbe, her mü’min için farz-ı ayındır. Bir an evvel tevbe-i nasûh ile tevbe edip; âbid, zâhid, sâlih ve Hakk’ın ni’metlerine şâkir, aynı zamanda zâkir kullarının arasında yer almağa say ve gayret göstermek elzemdir. Tevbeden mahrum, isyan vâdilerinde keyfe mâ yeşâ yaşayanların akıbetlerinin felâket ve hüsrânla neticeleneceğinden şüphe yoktur. Binâenaleyh, evlâda ve iyâle dost ve ahbablara her fırsattan istifâde ile tevbenin lüzûmunu ve ehemmiyetini duyurmağa çalışmalıdır.
— Alim de, Cahil de Tevbeye Devam Etmelidir
Gerek âlim ve gerek câhil, hepimize her zaman lâzım olan daima kusurlarımızı idrâk edip, istiğfâra devam etmektir. Zira Peygamberimiz sallallahu aleyhi vesellem her gün yetmiş kere, bir rivâyete de yüz kere istiğfâr buyururlardı. Bunun sebebi bizim istiğfara devam etmemiz için örnek oluşudur. O Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz ki, geçmiş ve gelecek bütün günâhlarının afvolunduğu Sûre-i Fetih’in başında âşikâr bir şekilde beyân edildiği cümlemizce ma’lumdur. Öyle iken yine Peygamber efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem, istiğfârı dillerinden bırakmazlardı. Biz ise, ne kadar âlim, âbid ve zâhid de olsak her harekâtımız kusurlarla doludur. Onun için dâima bilerek ve bilmeyerek yaptığımız hata ve kusurlara karşı sabah ve akşam istiğfâr etmek mecburiyetindeyiz.
— Seyyidü’l-lstiğfar
Cenab-ı Hak lütuf ve keremi ile cümlemizi her türlü günahlar ve gafletlerden korusun. Amin!
Adem aleyhisselâmın Cennetten çıktıktan sonraki duâları pek meşhurdur. O duâlarla Hakk’a iltica edenler, Adem aleyhisselâm afvolunduğu gibi afva mazhar olurlar. Bu duâlar sabahları okuduğumuz dua kitabında mevcuttur. Hele baştan ikinci sayfada olan Seyyidü’l-istiğfar ne kadar mühimdir. İkinci ve üçüncü sayfada Âdem aleyhisselâmm duâsı içinde mevcut duaları mümkün olursa ezberlemek ve her gün sabah ve akşam okumak çok büyük bir ni’mettir, hem mağfirete vesile olur hem de cennete girmeğe sebep olur. Hattâ şu kadar ki, çocukları olmayan kadın ve erkeklerin de candan istiğfara devamları sayesinde çocukları olmuş. Bağ ve bahçelerde meyvelerin çokluğu ve bolluğu da bu istiğfarlara bağlıdır, derler.
Ey muhterem ve aziz kardeşim! Şenin de başlıca vazifelerinden birisi istiğfar olsun. O istığfarlar da mutlaka peygamberlerin ve velilerin yaptıkları istiğfarlar olsun. Bâhusus Cenâb-ı Peygamberin bizlere ta’lim buyurdukları istiğfâr ve Seyyidü’l-lstiğfârı sabah akşam üçer kere okuyanların Cennetle tebşir buyurulması hepimiz için bir ni’met-i uzmâ olduğundan şek ve şüphemiz yoktur. Çünkü bu istiğfarların bereketi de çoktur.
Bu tabi arapça bir duâdır. Türkçesi de belki hepimizce malûm: «Ey benim Allah’ım, sen benim Rabbimsin, senden başka ma’bud yoktur.» İlâh yoktur. Hâlık yoktur. Hâlık da sensin, ma’bud da sensin, Allah da sensin, hepsi sensin.
«Beni sen yarattın», başkası değil.
Ben de biliyorum ki, «ben de senin kulunum»
«Ben de sana verdiğim söz üzerine duruyorum.» Hani yaratıldığımız vakitte «Ben kimim» dediği vakitte Cenab-ı Hakk’a o gün verdiğimiz söz var. Ben o söz üzerine duruyorum.
«Hem ahdim ve va’dim üzerinde duruyorum.» Tabi tam manasıyla değil. Çünkü âciziz, günahkârız, zayıfız. Dünyanın binbir çeşit müşkilatları üzerimizde. Onun için bazı kusurlarımız oluyor.
«Gücümün yettiği kadar verdiğim sözde durmağa çalışıyorum.»
Buna mukabil «Sen bizi yarattın» ikrar ediyorum. Mabudumuzsun, hâlikımızsın, sözümde duruyorum diyorum. Bazan nefse uyarak «yaptığımız hatalar da var. Onlardan da sana sığınırım.» Hatalarımızı affet ya Rabbi! Bu hatalarımıza karşı
«Bize o kadar nimetin var ki, saymakla bitmez.»
Güzelce yiyoruz. Çiğnememiz bir nimet. Boğazdan aşağıya gidiyor, hiç haberimiz yok. İçerde hazım oluyor. Ayrılıyor, taksim oluyor. Kana gidiyor, idrara çıkıyor, kazurata çıkıyor ama haberimiz olmuyor bunların hiç birisinden. Kanlarımız değişiyor, bir şeyler oluyor, bir hava alıyoruz, diyoruz ama bu ne intizamdır ve ne güzel bir haldir ki başında bekçisi yok, kimsesi yok. Bir makinenin başında bir bekçi olmadan işlemiyor. Arıza olursa kendisi tamir ediyor. Biz bir araba alıyoruz. Motoru bozulursa hadi motorcuya gidiyoruz. Lastiği patlayınca lastikçiye gidiyoruz. Fakat bu arıza içerde, makinelerin tamircisi de içerde. Bu büyük teşkilatın karşısında biz bu aciz kulluğumuzla bu nimetlere karşı bir de kusur ediyoruz. Hatadan da salim olamıyoruz. Bunu da itiraf ediyoruz. Ya Rabbi, nimetlerin hesapsız. Bu hesapsız nimetlerine karşı bu yaptığımız çirkinlik elbette ayıp, onu itiraf ediyoruz.
Şimdi benim bu kadar «kusurlarımı itiraf edişim üzerine sen de beni mağfiret eyle»
«Çünkü sen den başka mağfiret edecek hiç bir güç, kuvvet sahibi de yok.»
Bilhassa Hanbelîler bu duayı her namazda okurlar.
«Ey benim Allah’ım,
mülkün sahibi sensin ya Rabbi» Yerin, göğün, her yerin; şarkın, garbın, her tarafın sahibi sensin ya Rabbi.
«Senden başka ilah yoktur.. Allah yalnız sensin.»
«Seni tesbih eder ve sana hamd ederim ya Rabbi.»
«Sen benim Rabbimsin.» Herkesin de Rabbisin.
Bir fransız, zannediyorum Samsun’a gelmiş. Müslümanların arasında bulunurken mi, nasıl olduysa
in tefsirini yapıyormuş hoca efendi. Dinlemiş onu, müslüman olmuş. Demiş ki: «Allah Rabbi’l-âlemîndir. Yalnız benim değil, bütün âlemlerin, bütün mahlûkların Rabbidir». Mikrop dediğimiz, gözümüzle göremediğimiz şeyin de hâlıkı O. En büyüğünün de halikı O. En küçüğünün de hâlıkı gene O.
Ben senin kulunum.
Nefsime çok zulmettim.
Fakat şimdi huzurunda günahlarımı itiraf ediyorum ya Rabbi
Benim bütün günahlarımı afvet.
Çünkü senden başka günahları afvedecek kimse yok.” Kime yalvarayım ben?
Kuddûsî diye bir büyük zat var, o bir manzumesinde şöyle der:
Destim tehî yüzüm siyah
Geldim Sana ey
Pâdişâh Dâim işim efgân u âh
Ol destgir lütfet bana
Adın Senin Gaffar iken
Ayb örtücü Settâr iken
Kime gidem sen var iken
Cürmüm ile geldim sana
Şimdi ben günahlarımın hepsinin afvını istedim, sana geldim. «Fakat senden de güzel ahlâkları istiyorum.» Ahlâk sahibi olmak istiyorum. Ahlâksız insan tam insan değildir.
Onun için ilk istediği
«Güzel ahlâk ver ya Rabbi».
«Bu güzel ahlâkı da senden başka kimse veremez.» Ancak sen verirsin. Bakkalda, çarşıda, pazarda bulunmaz. Onu Allah verecektir. Onun için Allah’dan da istemek lâzım. İstenecek zamanların en iyisi Kadir gecesidir.
Bir de ahlâkların kötüsü var. Kötü ahlâkdan kurtulmak çok müşkil bir şeydir. Hani bazı yaralar olur, çıbanlar olur, hastalıklar olur, onların tedavisi kolay. Doktora gidersin, ilâcını verir, yaraysa keserler, biçerler iyi olur gider. Fakat kötü ahlâkı atmak kadar zor bir şey yoktur. Şu dağ şurdan devrilir mi, yok olur mu, derlerse inan, yok olur. Şimdi makineler de var, biraz da dinamitleri filan korlar, koca dağları alt üst ederler. Fakat ahlâkın def’i ondan çok zordur. Bir defa alıştı mı, kökleşti mi artık çıkmaz. Hani dedelerimiz teneşir temizler diyorlar ya, teneşire kadar gider. Allah esirgeye.
Onun için
«Ya Rabbi bendeki kötü huyları al» da iyi huylar ver yerine.
«Çünkü o kötü huyları benden alacak senden başka kuvvet sahibi yok, ancak sensin.»
Araplar arapça hep der
«Emrin başım üzerine». Tekrar tekrar demesi kolay, emrin başım üzerine, pek güzel ama yapmak; hangi emirlerse Cenab-ı Hakk’ın, İslâm’ın emirleri onları yapmak şartıyla denir lebbeyk. Onları yapmadan demek hatalı bir sözdür. Allah lebbeykimizi kabul etsin de, verdiğimiz sözleri yapan kullarının arasına kabul etsin bizleri de.
«Bütün hayırlar da senin elindedir.» Ben istesem de sen vermezsen yapamam onu. Onlar da senin elindedir.
«Şerler sana değildir.» Şerler de bizim elimizdedir. Onları da biz yapıyoruz. Fakat sen hayırları ver, şerleri de bizden gider.
Bir duâ daha
«Ya Rab, benim hatalarımı yağmur sularıyla, kar sularıyla, buz sularıyla tertemiz et.»
Beyaz elbiseler yıkanıp da nasıl temizleniyorsa, benim iç günahlarımı, kalbimi de böyle tertemiz eyle ya Rabbi.
Çünkü dışın temizlenmesi kolaydır. Hamama gidersin bir kalıp sabunun başına gelir. Üstün de temizlenir kendin de temizlenirsin. Fakat için temizliği çok zor. Onun temizliği Allah’a mahsus.
Onun için Cenab-ı Hakk’tan isteyeceğiz ki; Ya Rab benim kalbimi de temizle. Cenab-ı Peygamber sallallahu aleyhi sellem hazretleri Şabanın 15. gecesi olsa gerek Rahman’a kapanmışlar o kadar uzun secdede duruyorlar ki Hz. Aişe radıyallahu anh Validemiz korkmuş. Acaba rûhu kabzolundu mu, demiş. Şöyle ayağını tutmuş sallamış hayat var mı yok mu diyerekten anlamak için. Bakmış ki orada Cenab-ı Peygamber, Cenab-ı Hakk’a yalvarıyor. Yalvarmaları şimdi hatırıma gelmedi. O yalvarmalarının içerisinde kalbinin de paklığını istiyor Cenab-ı Hakk’tan.
Kalbin paklığı dışın paklığından çok mühimdir. Dediğim gibi dış paklığı bir hamama gidersin bir kalıp sabun tertemiz yapar insanı. Fakat için, kalbin paklığı çok müşkil bir şeydir. O, alıştığı âdetleri, an’aneleri, kötülükleri, günahları terketmedikçe ve Allah’a tam manasıyla yönelmedikçe, çok seneler riyazetler çekmedikçe kalb öyle kolaycacık temizlenmez.
Onun için
«Ya Rab, benimle günahlarımın arasını o kadar aç ki
şark ile garb birbirine nasıl uzaksa benim de günahlarla aram o kadar uzak olsun.» Yani bana günah işlemek nasib olmasın demek.
Ondan sonra:
Bunu malum hepiniz biliyorsunuzdur. Elhamdülillah. Bunu her müslüman hiç olmazsa sabahta yüz kerre, ikindiden sonra tekrar bir yüz kerre okumayı adet edinmelidir. Vazife edinmelidir yani. Sabahta ve akşamda ister hafız ol, ister hoca ol, ne olursan ol bu tesbihler ayrı fazâil-i camidir. Onun için yüzer kere ihlasla okundukça, Cenab-ı Hak kalbe gelen temizliği o vasıtayla verir, kalblerin kötülüklerini de o vasıtayla götürür inşallah.
Tesbihine de yine günde 100 kere devam etmelidir. Bunlar büyük sevaplı şeylerdir. Bu büyük sevaplı şeyleri işlemek suretiyle, Cenab-ı Hakk’ın rızası elde edilmeye çalışılır. Meselâ namaz kılmak zordur, mütemadiyen insan namaz kılamaz. Kur’an okumak herkese nasip olmaz. Okusa da işte bizim okuduklarımız, hafızlar gibi Kur’an okuyacak kim çıkar içimizde. Bak bir Kur’an dağıttık ta kaç kişi okuyabildi içimizde, ama bunlar kolay tesbihlerdir, herkes yapar bunları. Tesbih elinde olsun ister olmasın 10-15 dakika, bununla meşgul oldun mu, olur biter.
En kısası da
dir.
da vardır ama desen de olur, demesen de diyeceğim. Kısası, yani beceremeyen bu kadar derse en büyük bir tesbihi işlemiş olur. Kelimeleri kısa, manası geniş, sevabı da hesapsızdır.
Adem aleyhisselâm’ın cennetten çıktıktan sonra Cenab-ı Hakka yalvarıp ta mağfiretine vesile olan duayı okuyalım, İnşaallah onu afvettiği gibi bizi de affeder Cenab-ı Hak.
Bu âyet-i kerîmedir. Cenab-ı Hak, Kur’an-ı Kerîminde zikreder. Bunun sebebiyle Cenab-ı Hak, Adem aleyhisselâm’ı mağfiret etmiş. Inşaallah bugün bizler de mağfirûn zümresine lâyık oluruz.
Bir de Yunus aleyhisselâm vardı ya balığın yuttuğu... Balığın karnında karanlık yerde Cenab-ı Hak ona bunu ilham etti.
Bu duası neticesinde Cenab-ı Hak onu balığın karnından çıkardı. Bu belki insanlara tuhaf gelecek. Balık yutar da insanı nasıl içerisinde ölmeden kalır. Bir kaç sene evvel oluyor bir gazetede okudum. Balıkçılar yayın balığının avına çıkmışlar. Bir büyük gemileri bir de ufak gemileri var yanlarında, ufak gemiye atlamışlar balıkları da görmüşler sahilde oynaşıyorlar. Onlara doğru giderken balıklar suya dalmışlar ve bunların teknesini devirmişler. Balıkçılar hadi hepsi suya, kaç tane kişi varsa. Fakat tabi onlar yüzme bildiklerinden, bir tanesi kayıp ötekiler çıkmış büyük gemiye atlamışlar kurtulmuşlar, ama adamın birisi yok, aramışlar taramışlar yok, en son boğuldu demişler. Ama balığın birisini de yakalamışlar balıkçılar, götürmüşler koca gemide kocaman birşey, güzelce yarmışlar temizlemişler. Bir de bakmışlar ki adam içerisinde oturup duruyor; demişler ne oldu sana böyle? Koca balık tabii yuttu ki. Bir, iki metre ağzı var. Ben bir kayanın içerisinden geçer gibi girdim içeriye demiş. Çıkacak delik aradım bakdım delik yok her taraf yumuşacık bir şeyler, çıkmanın da imkânını bulamadım, kaldım burada. Ama ne kadar kaldıysa tabi baygınlık haline gelmiş, orda ilaçlamışlar adamı kurtarmışlar. Yani bu olağan şeyler.
Tabiatta olan şey Yunus aleyhisselâm’ın başına da gelmiş. Cenab-ı Hak onu orada himaye de eder, çünkü İbrahim aleyhisselâm ateşe atıldı da ateş nasıl yakmadı onu, yakmaz mı ateş adamı yakar değilmi ya, bıçak İsmail aleyhisselâm’ı neden kesmedi. Ama emir gelmeyince olmaz. Musa aleyhisselâm suyu nasıl yarıp geçti de, firavun boğuldu gitti. Bunlar hep Allah Teâlâ’nın kudretine tealluk eder, o kudretin sahibi olan Allah celle ve âlâ orada onu yaşattı, ona hiç şüphe etmemeli. Allah’ın kudretinin karşısında her şey olur. Olmaz diye bir şey yoktur.
Onun için orda,
dedi. Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’e bu Yûnus aleyhisselâm’a mahsus mu, diye sordular.
— Bütün müminlere de böyledir, yalnız O’na değil. Kim buna devam ederse O’nun kurtulduğu gibi kurtulur.
İnşaallah biz de okuyoruz.
Bunları sabah namazının sünneti ile farzı arasın da okuyabilenler büyük devletlere erişirler.
Bunların hepsini ayrı ayrı hiç olmazsa insan yüzer kere okumayı adet edinmelidir. Çok bir şey değildir, kısa kısa duâlardır.
Bu kısacık bir istiğfardır, ama bak ne güzel. Ben o kadar istiğfar ederim ki, ne kadar istiğfar edenler var yalnız insanlar da değil, bütün mahlukatta istiğfar edenler vardır. Onlar ne kadar istiğfar ediyorlarsa, onların istiğfarları kadar ben de sana istiğfar ediyorum ya Rabbi diyerekten.
Ya Rabbi ben seni tesbih ederim. Yeryüzünde, gökyüzünde seni ne kadar tesbih edenler varsa, o kadar da ben seni tesbih ederim.
Yerde ve gökte Allah Teâlâ’nın nimetlerine hamdeden ne kadar mahlûklar varsa, onların hamdleri kadar ben de sana hamdederim ya Rabbi.
Allah’tan başka hidayete kimse insanı eriştiremez, dünyanın alimlerini toplasan bir araya bir adamı yola getirmek için çalışsalar muvaffak olamazlar. Ancak hidayet Allah’tan eriştiği takdirde olur. Erişmezse birşey olmaz.
Onun için Allah Teâlâ cümlemize lütfetsin de, o hidayetine nail olup, doğru yolda duran kullarının arasına bizleri de kabul etsin İnşaallah.
— Namazın Sonunda İstiğfarın Fazileti
Bizler Allah Teâlâya lâyık bir ibadet etmekten çok uzağız, hemen yaptığımız ibadetleri Allah kabul buyursun. Onun için her farz namazın arkasından üç kere istiğfar edip: «Aman ya Rab! Ben sana lâyık ibadet edemedim, kusurlarımı afvedip ibadetlerimi kusuru ile kabul eyle» diye tazarrû ve niyazda bulunmak gerekir. Fakat bu niyaz yalnız namazlardan sonra değil, belki külle sâat, yani her sâatta istiğfara devam etmenin lüzumu bildirilmektedir.
Biz altmış dakikaya bir saat deriz. Buradaki sâattan murad öyle değil, her an, hakikatta her zaman. Zaman ise su gibi akıp giden bir andır. Her an, her zaman istiğfardan hâli kalmayınız. Çünkü her an gaflet içindeyiz. Gaflet ise, en büyük günahtır.
Binâenaleyh, her an için istiğfar etmek mecburiyyetindeyiz. Onun için büyüklerimiz bütün dertlere ve dertlilere istiğfarı tavsiye etmişlerdir. Hele her namazın sonunda üçer kere:
(Estağfirullâh, estağfirullâh, estağfirullâh el’azîmellezi lâ ilâhe illâ hüve’l-hayyu’l-kayyumu ve etûbu ileyh) demekle, insanın bütün günâhlarının afv ve mağfiret olunacağı, Berâ Hazretlerince beyân buyrulmaktadır.
Yine istiğfâr hakkında, «her kim günde yetmiş kere istiğfâr ederse (diğer bir rivâyette), her namaz arkasından bu istiğfara devam ederse yediyüz günâhın, diğer bir rivâyette ise, kazandığı bütün günâhların afvolunacağı, Cennetteki meskenlerini ve oradaki hûrilerden olan hanımlarını görmedikçe dünyadan çıkmazlar diye pek çok teşvikler vardır.» Cenâb-ı Hakk, bizleri bu istiğfârlara devam edip Hakk Te’âlâ’nın rızasını kazanmaya muvaffak eylesin. Âmin.
İlmini arttırırken zühd ve takvânı da arttır ki, dünyâ ve âhiret, sa’âdet ve selâmetine nail olasın, vesselâm.
— Büyük Günah İşleyenlerin Durumu
Ma’lûmdur ki, insan çok âciz bir mahlûkdur. Bazen nefsine bazan da şeytana uyarak ve hiç de istemediği bu gibi hatalara düşebilir.. Sonra da «Ah ben yaptım, müslümanhktan çıktım...» diye delice işler yapar. İşte bu zavallıların imdâdına yetişip:
«Ey kulum, senin Rabbin, Gafûr, Rahîm ve Kerim olan atâsı ve ihsânı bol, bir Allah’tır. Şeriki ve nazîri olmadığı gibi kimseden de korkusu yoktur. Sen tevbe edince hemen imdâdına yetişip afveder. Dilediğini hiç azap etmeden de Cennetine kor. Allah (Azze ve Cellefnin Esmâ-i Hüsnâsı vardır. İmân eden kulunu, yaptığı günâhlardan nâşi hemen Cehenneme atmaz.»
Bir insan günâh işleyince meleklerine: «Hemen yazmayın» diyerek bazen 3, bazen 6 saat beklemelerini emretmiştir. Şayet o arada tevbe edip yaptıklarına pişman olacak olurlarsa günâhı bile yazılmaz.
Cibril bana geldi ve beni beşaretlendirdi ve dedi ki: Senin ümmetinden her kim Allah’a hiç şirk koşmadan ölürse cennete girecektir. Ben de sordum:
— Eğer zina ve hırsızlık yaparsa da mı girecek? Cibril:
— Evet zina ve hırsızlık yaparsa da, dedi.
Bu hadîs-i şerif Buhari ve Müslim’de Ebu Zer el- Gifarî hazretleri tarafından rivayet edilmiştir.
Camiu’s-sagirdeki diğer bir rivayette şarap içenin de zinâ ve hırsızlık edenler gibi Cennete gireceği bildirilmiştir. Gerek zinâ ve hırsızlık eden, gerekse şarap içenlerin Cennete girecekleri ne demek!..
Demek ki, ehl-i imandan her ne kadar büyük günah işlemişler varsa; küfür ve şirkten maada bütün günahları afvolunacak, Cenâb-ı Hak isterse azap eder, isterse etmez. Mülkünde tasarruf kendine aittir. Kimse işine karışamaz.
Binâenaleyh ehl-i isyân, yani; —günahkârlar— Hak’tan ümidini kesmemelidir. Hatta ölmeden biraz önce iman eden kâfiri bile Cennete koyunca, ömrü boyunca İslâm üzere yaşamış ve beşeriyet iktizasıyla bazı günahlara düşmüş mü’min ve muvahhidler Cenâb-ı Hak’tan asla ümidini kesmemeli ve hemen her gün, sabah ve akşam istiğfara devam etmelidir. Hele Seyyidü’l-istiğfâri her gün, sabah ve akşam üçer kere okumayı da unutmamalıdır. İnsan hiç günâh işlemese de çok kere gaflete düştüğü vâkidir. Gaflet ise, en büyük günâhtır.
Rahmet-i İlâhiye nâmütenâhidir. İman ne büyük bir devlet ve ni’mettir ki, günahları dolayısıyle sahibi bir miktar cezalanmış olsa da, yine Cennete girecektir, günahkâr mü’min, kâfirler gibi ebedi olarak Cehennemde bırakılmayacaktır. Zina ve hırsızlık büyük günahlardır. Tevbe etmekle afvedileceğinden şüphemiz yoktur. Çünkü «Erhamürrâhimin» olan Allah Teâlâ tevbekâr kullarını çok sevmektedir.
Hatta bu hadîs-i şerifte «Tevbekâr olanların hiç günah işlememiş oldukları» beyan buyurulmaktadır. Ancak tevbenin şartlarına uymak ve bir daha o günahı irtikâb etmemek lâzımdır. Tevbe-i nasûl ile tevbe edip, hak sahipleri ile helâllaşmak ve bir daha o günâhı işlememek gerektir.
TEVBE-İ NASÛHUN ŞARTLARI
— Tevbe-i Nasuhun Şartları
Ayet-i Kerîmede:
«Ey iman edenler! Allah’a öyle tevbe ediniz ki nasûh bir tevbe olsun» buyurulmaktadır. Bu sebeple tevbe etmemek büyük bir günahtır. Tevbenin kabulü için gerekli bazı şartlar vardır:
— Nedâmet
Ömründen ibâdetsiz ve tâatsiz geçirmiş olduğu günlerle, şehvetine uyduğu anlara nedamet duymaktır. İbadetsizlik ve şehvetlere uymak Allah Teâlâ’ya tekarrübe mânidir. Bunları derhal söküp atmak, bir daha isyân ve ibâdetsizlik ve sâire gibi gafletlere düşmemeye çalışmak lâzımdır.
Tevbeye niyet eden kişi, ömrünü böyle gaflet ve günah ile geçirmekten son derece sakınmalıdır. Bunun için en kolay çâre, eskiden edindiği ve kendisini günaha sokan, ibâdetlerden ayıran bütün arkadaşlarından ayrılıp, Hak yolcusu, ibâdet ve tâatte müdâvim olan temiz ve sâlih arkadaşlar temin etmek, hattâ icâb ederse memleketi de değiştirmektir. İşte bu tevbe bütün hayırların başı ve anahtarıdır. Böyle olmadıkça hakiki bir tevbe ve tam bir dönüş olamaz. Bu tevbe, bütün muâmelelerin de esâsıdır. Haller bu tevbe ile açılır. Keşifler, kerâmetler, devletler, saadetler hep bu tevbeden sonra hâsıl olur. Herkesin bilmesi lâzımdır ki, bu tevbe herkes için farz-ı ayındır. Bunu bilmemek kadar yanlış birşey yoktur. Her kim bu tevbeye farz-ı ayın değildir derse, küfründen korkulur.
Sehl’in oğlu Muhammed der ki: «Bütün işlerin başı, farz olan bu tevbedir. En büyük ukûbât ve cezâ da, bu tevbeyi unutup gaflete düşmektir. Binâenaleyh, Halik sübbanehû ve teâlâ hazretlerinin rızâsını ve sevgisini isteyen ve gayb ilimlerine muttali olmak isteyen ilk önce tevbeye sarılmalıdır.»
Gayb ilmi, Hızır aleyhisselama, Hak sübhânehû ve Telâlâ tarafından verilen ve bildirilen ilimdir ki, mektepsiz, medresesiz ve kitabsız doğrudan doğruya Cenâb-ı Hakk’ın sevdiği ve dilediği kullarının kalbine bahş ve lütfettiği bir ihsân-ı sübhânidir. İşte insan, ancak böyle bir ilme eriştikten sonra hakiki mü’min ve hakîkî bir insân-ı kâmil olur. Artık onun değerini ölçecek bir kuvvet ve kudretimiz kalmaz. Bu gibi muhterem ve mübârek insanları görmek ve bilmek de pek kolay olamaz. Zira dış âlemleri pek acâibdir. Maalesef bazan onlardan ürküp, nefretle kaçanlar da bulunur. Çünkü onu da kendisi gibi dünyayı sevmiş, süslenmiş, giyinmiş, kuşanmış bir kimse olarak görmek ister. Öyle yakası paçası dağınık, tozlu, topraklı görünce, tabîî kaçacaktır.
Binâenaleyh, bunları lâyıkıyla bilmek herkese nasîb olmaz. Zira bunlar da kendilerini halktan saklarlar. Peygamberler gibi me’mur olmadıklarından, kendilerini halka tanıtmış olsalar, elbette rahatları kaçar, Hak ile olmağa artık vakit bulamaz olurlar. Onun için daimâ hallerinin örtülü ve kapalı kalmasını isterler.
İşte, azâbın en şiddetlisi, insanları böyle bir kemâle ulaşmaktan alıkoyan tevbeyi, istiğfârı bırakıp gafletle ömürleri zâyi etmektir. Tevbeyle beraber insanın Halik sübhânehû ve Teâlâ’nın sevgi ve rızâsına mâni olan bütün günahların da bırakılması şarttır. Çünkü günahlar, insanları Hakk’a hiç bir zaman yaklaştırmazlar ve sevdiremezler. Zira günahların hepsi ma’nevi pisliklerdir. Halik ise, tevbekâr ve her bakımdan temiz olanları sever.
Musâ aleyhisselâm, Hızır aleyhisselâma şöyle bir suâl sormuş: «Allah’ü Teâlâ hazretleri seni hiç bir kimsenin bilmediği gayb ilmine ne sebeple muttali kıldı?» O da; «İsyan ve günahtan terk sebebiyle,» cevabını vermiş.
Çünkü Allah Teâlâ’nın haram kıldığı şeylerden en ufak bir zerreyi bile terk etmek, pek çok nâfile ibâdetlerden hayırlı olduğu da ayrıca bildirilmişdir. Çünkü alıştıktan sonra ibâdet kolaydır. Fakat alışılmış ve artık kendisine mal edilmiş bir âdeti, bir huyu, bir günahı terk etmek pek zor ve müşkildir.
Binâenaleyh, onu terk, elbette pek büyük sevâbla mükâfatlandırılacaktır.
— Hak Sahipleri ile Helalleşmek
Günahlardan kaçmaya muvaffak olduktan sonra mühim bir nokta daha vardır ki, o da, vurduğu, dövdüğü, sövüp sayarak şerefini kırdığı, ırz ve namusunu haleldar ettiği kimselerle helallaşmaktır. Bu helallik alınmadıkça tevbe sahîh olmaz. Aynı zamanda helallik ile beraber gasbettiği, üzerine geçirmiş olduğu şeyleri sahiplerine iâde ve red etmek de şarttır. Şayet, aldığı şeyler kaybolmuş veya yenilmiş ise bedellerini ödeme lâzımdır. Hattâ büyüklerimiz bu hususta çok titiz davranmışlar ve rehin olarak verdikleri kıymetli şeyleri, borçlarını ödedikten sonra almaları icâb ederken, belki başkalarının mallarıyla karışmışdır da benimki değildir diye, geri almadıkları rivayet olunur. Zîra kul hakkı pek büyük, vebâli çok, tehlikesi büyüktür. Üç beş kuruş dünya metâı için bu kadar günaha girmeye ne lüzum var.
Binâenaleyh, mücâdele ettiği veya haksız olarak buğzedip tahkir ettiği kimselerle helallaşmak ve onların rızâlarını almak gerekir. Çünkü müslüman, müslümanın kardeşi olduğu gibi ona zulmetmesi veya hıyânet etmesi tabiatiyle hiç yakışmayan bir şeydir. Zâten insana bir müslüman kardeşini tahkir etmesi şer olarak kâfidir. Zirâ her müslümanın üzerine, müslüman kardeşinin kanı, malı, ırzı haramdır. Artık gerisini biz düşünelim.
Müslümanların biribirlerine ikramlar ve ihsanlarda bulunmaları, sevgi ve saygı göstermeleri iktizâ ederken, aksine biribirlerine karşı, insanlığa da, Islâm’lığa da yakışmaz bir şekilde tecâvüzde bulunmak, karşısındakini küçük görüp ona karşı gayr-i inşânı hareketlerde bulunmak, elbette affolunmaz kabâhatlerden ve günahlardandır.
Onun içi bu hatânın tashihi, yalnız öyle «tevbe ettim bir daha yapmayacağım» demekle tamam olmaz. Mutlaka o kardeşinin gönlünü almak ve hatırını hoş etmek ve bir de ondan helâllik almak lâzımdır. Arkadan yapılan gıybetler de böyledir. Yalnız tevbe kâfi değildir. O kardeşten özür dilemekle helâllik almak mutlaka lâzımdır. Zîra müslümanın kıymeti ind-i İlâhîde pek büyük ve kıymetlidir. Onun rencîde edilmesini kat’iyyen istemez.
Bundan dolayı Cenâb-ı Hak tekaddes ve Teâlâ hazretleri bu hususta kullarına: «Benim seni afv etmem için evvelâ o kardeşinle helâllaş ve ondan af dile, özür beyan et, sonra bana gel, bana dön ve benden af dile, yoksa başka türlü afvın mümkün değildir» diye buyurur. Böyle olmazsa yarın kıyâmet gününde, o hakaret eden ve hürmetsizlik gösteren kişi, dövüp, sövdüğü veya arkasından gıybetini yaptığı kimseye verilmek üzere sevaplarının alınıp hakaret gören müslümana verildiğini görecektir. Daha yetmezse bu sefer de o hakîr görüp dövülen, söğülen kimsenin günahları alınıp, döven, söven, ırz, namus, şeref ve haysiyyetini pâyimal eden kimsenin üzerine yüklenir. Aman Allah’ım ne büyük fâcia! Bu felâketler hep müslümanların biribirlerinin hukukuna riâyet etmemeleri ve dilleri ile tecavüzde bulunmaları sebebiyledir.
Cenâb-ı Hak cümlemizi bu gibi akıbetlere düşmekten korusun, âmin.
Bu akşam, Medîne-i Münevvere’de Harem-i Şerif kütüphaneleri müdürü ve aslen Konya’lı aynı zamanda hâfız, âlim ve şâir olan bir zât bize yatsı namazını kıldırdı ve yapılan ricalar üzerine bize küçük ve kısa bir menkıbe zikretti.
Şöyle ki; Uhud muharebesinde ahidlerini bozan, (Benî nadîr) denilen bir yahudî kabîlesi vardır. Uhud muharebesi neticelenince ordu bu kabîleyi muhasara etti. Bunlar mallarını bırakıp başka bir diyara sürüldüler. Şimdi bu kalan ganîmet malları, o zamanın usülüne göre Islâm askerleri arasında taksim olunurdu.
O zaman Resûl-ü Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz hazretleri ehl-i Medine’ye hitâben ki, bunlara (Ensâr) denilir. «Siz bu ganimetten hakkınıza isâbet edecek olan kısmı almayın da, Mekke-i Mükerreme’den mallarını mülklerini terk edip, hicret eden ve dört buçuk senedenberi sîzlerin evlerinde ve himayelerinizde bulunan bu kardeşlerinize verelim, ben de sağlığımda onların birer mülk sahibi olduklarını görmek isterim,» demesi üzerine,
Medine’li ensâr zev’il-ihtiram hazretleri hep birden «Yâ Resûlullah biz hakkımızdan feragat ederiz. Ganimetin hepsi onların olsun, ancak bir şartımız var. Onlar bizim has misafirlerimizdir. Onların evlerimizden ayrılmalarına ve bizi bu şerefden mahrum etmelerine kat’iyyen razı olmayız. Onlar bizim medâr-ı iftiharımız kardeşlerimizdir. Onların bizim evlerimizi terk edip yeni evlerine gitmelerine gönlümüz katiyyen razı olmaz» diyerek, kardeşlerine karşı içlerinde duydukları sevgi ve saygıyı açıklamakla, İslâmiyetin nasıl erişilmez, ne büyük ve ulvî bir din olduğunu ve aynı zamanda o günkü eshâb dediğimiz müslümanların mertebesine erişecek kimselerin kıyamete kadar bir daha bulunmasına imkân olmadığını, dünyâya bilfiil duyurmuş ve göstermişlerdi. Eşi bulunmayan bir devir ve bir ümmet!
Evet, insan çok bilgi ve çok servet sâhibi olur, hattâ çok da âbid, zâhid ve sofu olabilir. Gündüzleri oruçlu, geceleri de sabahlara kadar ibâdet edebilir ve pek büyük bir evliyadır da, fakat hiç bir zaman bir sahâbî olamayacağı gibi, onların mevkiine erişmek de kimsenin elinden gelmez.
İşte bugün bizim hâlimiz ma’lum, utanmadan bir de kendimizi bir şey sanarak ne büyük laflar ederiz. Ne onların sabırları, ne takvaları, ne de mücahedeleri ve ne de ibâdetleri gibi ibâdetlerimiz var. Aynı zamanda onlar, Resûl-ü Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimizin etrafında nasıl pervâne gibi dönüp dolaşırlardı. Onun emirlerini yerine getirebilmek için ne mallarını ve ne de canlarını gözleri görmüyordu. Şehidlik onlar için bulunmaz bir nimet ve tükenmez bir hazine idi.
Cenâb-ı Hak kusurlarımızı afvetsin de onların şefâatlarına bizleri de nail buyursun, âmin.
— Sünnete Riayet
Bütün işlerde sünnet-i seniyyeye son derece riayetkâr olmalı. Zaruret olmadıkça sünnetlerden hiç birini terk etmemelidir. Gerek yemekte, gerek giyimde ve gerek görüşüp konuşmada ve bâhusus namazlardaki sünnetlere, abdestteki, tahâretteki sünnetlere ve bir de âdâb-ı muâşerete çok dikkat etmek ister. Bunları evvelce yazmış olduğumuzdan tekrarına lüzum görmüyorum.
Meselâ, yemekten evvel elleri yıkamayı ve yemekten sonra gene ek ve ağzımızı yıkamayı, yatarken abdestli olmak ve namaz kılıp öyle yatmayı alışkanlık haline getirmek ve bâhusus gece namazlarını kılmaya çalışmak, hep bunlar sünnetlerin iktizasıdır. Günde bir öğün yemek, mümkün olmazsa ikiyi geçirmemek, ekseriyyetle bir kap yemekle iktifa etmek, yemeği yer sofrasında ve sağ dizini dikerek oturduğu halde yemek, çatal, kaşık yerine eliyle yemeyi tercih etmek, erken yatıp gece yarısından sonra kalkarak teheccüd namazı kılmak, sabah namazının cemâatini kaçırmamak, işrak vaktine kadar camide oturup Kur’ân okumak, zikrullah ile meşgul olmak, evradlarını okuyup duâlarını yapmak, sonra işrak namazını kılıp huzurla evine veya işine gitmek ve her yaptığı ve yapacağı işi kontrol edip sünnet-i seniyyeye uygun olup olmadığını araştırdıktan sonra işlemek lâzımdır.
Bu sünnetleri daha iyi bilmek için (siyer) kitaplarını ve Peygamberimizin sünnetlerini bildiren Şemâil-i Şerif gibi kitapları çok okumak gerekir. Bir de nefs-i hevâsına uyarak hiç bir şey yapmamalıdır. Çünkü nefs-i hevâya uymak her bakımdan çok fena ve tehlikelidir.
Onun için bütün işlerde ruhsatı terkedip azimetle amel etmek gerekir. Hatta dört mezhebe de uygun olmalıdır. Yanî bir mezheble değil, yaptığın ameller dört mezhebde de makbul olmalıdır.
Meselâ, Hanefi olan kimse vücudundan kan çıkınca derhal abdestini tazelemelidir. Çünkü İmâm-ı Azam a göre kan abdesti bozar. Ve kezâ bir Hanefî mezhebinin bir kadına eli değerse, abdestini tazelemelidir. Çünkü İmâm-ı Şâfiî’ye göre abdesti bozulmuşdur. Her hareketimiz böyle olmalıdır. Zîrâ saâdet ve selametin hepsi sünnet-i seniyyelerdedir.
Sünnetlere uyup bid’atlardan kaçan kimseler, Peygamberimiz sahallahu aleyhi ve sellem tarafından övülmüştür. Övülmeye de lâyıktırlar. Halkın gözüne güzel görünmek, bir iş ve hüner değildir. Asıl hüner, Hak Sübhanehû ve Teâlâ’nın gözüne girmektir.
Onun için halkın bakmasına ve beğenmesine değil, Hakk’ın beğenmesine dikkat etmelidir. Bu da yalnız ve yalnız sünnet-i seniyyelere tam ma’nâsıyla uymakla olur.
Bişr-i Hafî kaddessallahu hazretlerine Resûl-ü Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz hazretleri sormuşlar:
«Yâ Bişr, Cenâb-ı Hakk’ın seni emsâlin arasında ne sebeple yükselttiğini biliyor musun?» deyince.
«Hayır yâ Resûluliah» demişler. O zaman Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem hazretleri de:
«— Benim sünenime ittiba’ın sebebiyledir» buyurmuşlardır.
Nitekim bir şâir bunu şöyle ifâde etmektedir. «Eğer sen doğru yol üzerinde dâim olmak istersen Resûluliah sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz hazretlerine tam mânâsıyla itâat edip sünnet-i seniyyelerine ittibâ etmen ve O’nu, seni Hakk’a vasıl edecek, eriştirecek bir delil kılman gerekir. Çünkü Hakk’a delilsiz vuslat mümkün değildir.»
— Azimeti Tercih, Ruhsatı Terk
Bütün işlerinde azimetle amel edip ruhsatı terk etmektir. Azimetle amel, bütün tarikatlarda ilk şarttır.
Onun için sâlike, yani kemâle doğru yükselmek azminde olan her kişiye lâyık olan, her amelin azîmetle ifâsına sa’y ve gayret göstermesi lâzımdır. Meselâ namaz vakitlerinden gayrı zamanlarda abdestsiz gezmeye ruhsat vardır. Fakat azimetle amel eden kimseye abdestsiz gezmek caiz ve lâyık değildir.
Bir misâl daha, gece sabaha kadar uyumaya ruhsat vardır. Fakat tarikat erbâbına ise mutlakâ gece yarısından sonra kalkıp teheccüd namazını kılması ve biraz da zikrullah, tefekkür ve mürâkabede bulunması şarttır.
Bir misâl daha, ayaklara mest vermeye ruhsat vardır. Fakat her abdestde ayakları yıkamak (azîmet)’dir. Hanefî mezhebinde, abdestde sıra, tertip şart değildir. Yani başına mesh etmeyi unutan kimse abdestini tamamladıktan sonra aklına unuttuğu gelince, hemen başına mesh eder, abdesti tamam olur. Fakat diğer mezhebierde ise sıra ve tertib şarttır.
Binaenaleyh, hanefî mezhebinde olan kişinin diğer mezheblerle ihtilâfa meydan vermemek için, bu durumda abdestini yeniden alması daha iyi olur. Zirâ Mâliki mezhebine göre bu adam abdestsizdir. Buna kıyâsen dört mezhebin ihtilâflarını bilmek ve ona göre amel etmek lâzımdır. Yâni hiç bir mezhebce, senin abdestın veyâ namazın olmadı denmesin.
Bu sebepdendır ki azimetle ameli katiyyen terk etmemelidir. Çünkü Hakk’a vuslat ve takarrub-ı İlâhî ancak azimetle amele bağlıdır. Zira ruhsatla amel, imanın za’fına alâmettir. Zayıf îmanla tekarrub-ı İlâhî mümkün değildir.
Ruhsat, âcizler içindir. Akviya yani kaviler sahipleri ruhsata rağbet etmezler. Çünkü onları yoldan alıkor. Bu sebebden birçok akviyâ dediğimiz kuvvetli imâna sahib olan kimselerin çoğu gece uykusunu terk ederek sabahlara kadar zikir, tesbîh, namaz ve tefekkürle vakitlerini geçirirler, buna mukabil gündüzleri de oruçdan hâlî kalmazlardı. Bununla beraber yemeleri ve içmeleri de çok azdı.
Bu zevât-ı muhteremlerden biri olan Abdullâh Tüsterî kaddessallahu hazretleri, bu azîmet yolunda önde gitmiş bahtiyarlardan olsa gerektir ki, gençliğinde elli günde bir kere iftar etmek suretiyle senelerce riyâzatla nefsini terbiye etmiş, en nihâyet ihtiyarlığında ise ancak yirmibeş günde bir kere yemek suretiyle hayatını böylece geçirmiştir.
Onun için ehl-i tarîka yakışan ve lâyık olan nefsin, tabîatın, beşeriyyetin îcablarını terk edip, ruhsatları da bırakıp daima (azimetle) zorlukları yenmeye çalışmak ve Resûlullahın sünnetlerine son derece ittiba ederek, gerek ibâdetler ve gerekse muâmelelerinde, alış verişinde ve halk ile olan muâmelelerinde en doğruyu ve en güzeli yapmağa çalışmak lâzımdır. Âdet ve görenekleri tamâmiyle terk edip, dünyâya aldanan gafillerin yolundan uzak kalmak gerektir.
— Bidatlardan Kaçınmak
Tevbenin beşinci şartı da şöyledir: Bütün münkirât ve bid’atlerden sakınmayı tavsiye eder. Peygamberimizin bildirmiş olduğu haramlar, mekruhlar ve şüpheli şeylerin hepsini terk etmeli ve bilhassa bid’atlerin, gerek âdetlere ait olsun ve gerekse ibâdetlere ait olsun terki vâcibdir. Zîra tarikat ehline ruhsatla amel haram gibidir.
Halkın gidişâtına bakıp da onlara uymak katiyyen doğru olmaz. Bid’atler ki, Resûl-ü ekrem sallallahu aleyhi ve sellem hazretlerinden sonra ve eshâb-ı kiram hazretlerinin devirlerinden sonra ihdas olunan ve meydana gelen bid’atlerdir ki, ne Kurân’da, ne hadîs-i şeriflerde ve ne de icmâ-ı ümmet ve kıyâs-ı fukahâlarda yeri ve ruhsatı vardır.
Bid’at-i haseneler ise, yâ hadîs-i şeriflerde işâret veya kıyâs-ı fukahâ ile ruhsat verilen bid’atlerdir ki, minareler ve câmi-i şeriflerin halılarla ve kandillerle tezyini, medreselerin ihdası, hep bu kabil bid’atlerdir ki, bunlara bid’at-i hasene derler.
Bir de bid’at-ı seyyie vardır ki, onlar da sinema, tiyatro, dans, balo, deniz kıyafetleri ve saire gibi insanın insanlığını bile elinden alan ve kendisini çırıl çıplak bırakan bir âfettir.
Binaenaleyh, bunlardan ve benzerleri bütün bid’atlerden, arslandan ve yılandan kaçar gibi kaçmak lâzımdır. Her mü’min için bunlardan sakınmak, korunmak ve kaçmak ve efrâd-ı ailesini de aynı şekilde korumak farz ve vâcibdir.
— Nefse Muhalefet
Tevbenin şartlarından altıncısı da şöyledir: Mezmûm olan nefs-i hevâsına uymaya sebep olabilecek her şeyden de kaçmak ve sakınmak her mü’min ve müvâhhide vâcibdir. Tarikat ehline ise böyle şeyler ne yakışır ne de caizdir. Bunlar mübah dahi olsalar, yani işlemesinde günah ve sevap olmayan şeyler dahî olsalar ehl-i tarîka katiyyen yakışır şeyler değildir. Mutlakâ terki gerektir. Her kim ki bu mezmûm, kabih ve hakir görülen şeyleri yaparsa, tabiat zindanlarında mahpus kalıp, süfli ve zulmânî unsurların içinden çıkıp ulvîyâta hiç bir suretle terakkî edip çıkamaz. Ne Cenab-ı Hakk’a yakınlık kazanabilir, ne İlahî nura gark olur. Her şeyden mahrumdur.
Akşamları geç vakitlere kadar kahvehanelerde o pek aziz, eşi bulunmayan ömrünü pis havalarda dolu ve günahlarla berbat bir hale getiren o nefsi yok mu ya! Onu Hakk’ın cennetine sokmamak için elinden geleni yapar. O zavallı da yaşıyorum diye sevinir durur.
Böyle bataklıklar içinde zulmet ve karanlıklara boğulmuş bir halde bunaltı ve iç sıkıntısı, huzursuzluk ve rahatsızlıklara mübtelâ olarak o aziz ömrü zayi olup gider; Bu da ona yeter ve artar, insanın başka azâba lüzum yok diyeceği geliyor. Çünkü insanın en kıymetli, aziz ve bir daha ele geçmesine imkân olmayan ömrünü böyle süflî bir hayat içerisinde mahvetmesi kadar acı bir felâket tasavvur olunamaz. Hattâ bir ikindi namazının vaktinin kaçırılması, onun mal, mülk, evlâd ve ıyâlinin mahvıyla denk tutulmuş olması buna güzel bir misal olabilir.
— Fasid Akidelerden Korunmak
Fasid akidelerden korunmak pek mühimdir. Ehl-i sünnet ve’l-cemaat mezhebleri dörttür.
İmâm-ı Ebû Mansur Mâ-türîdî ile İmâm-ı Ebu’l-Hasen’iİ Eş’arî hazretleri de itikadda imamlarımızdır. Bunlardan başka gerek amelde ve gerekse i’tikadda uyulacak kimseler yoktur.
Meselâ bir çok kimseler Ca’ferî’yiz derler, namaz da kılarlar. Fakat vakitlere dikkat etmezler. Öğle namazını ikindi vaktinde, ikindi namazıyla beraber kılarlar. Bazan da, öğlenin hemen arkasından ikindiyi, akşamın arkasından yatsı namazını kılarak işin kolay tarafına kaçarlar. Ramazân-ı Şerif’de oruç tutmayıb, Muharrem’de on gün oruç tutarlar. Bu âdeti Ca’fer-i Sâdık hazretlerine isnad ederler. Şüphesiz ki bu da O’na bir iftiradır. Hiç aklım kabul etmez ki, Kur’an-ı Kerîm’de orucun Ramazan ayında ve bir ay olarak tutulması emrolunurken, ne Sahâbî ve ne de Tâbiînden bir kimse buna muhalefet etsin de muharrem ayında on gün oruçla işi kapasın, bu olacak şey değildir. Fakat insanoğlu çok zayıf ve daimâ işin kolayına kaçmayı âdetâ bir hüner saymış ve bu yola doğru kaymıştır. Allâh Teâlâ hazretleri bizleri haktan ve hakikatten ayırmasın, âmin.
Bir de Vehhabîlik vardır ki, ibâdete çok dikkat ederler. Fakat akideleri çok hatalıdır. Bu sebepden bunların arkasında namaz kılmamayı veya kılanan namazını yeniden kılmayı tavsiye etmektedirler.
Mezmûm olan sıfatların ve hakîkatta rezil ve habis olan bu fikrin başında ise akâid-i fâside gelmektedir. Bunun en kolayı her zaman okumakda olduğumuz:
“Âmentü billahi ve melâiketihi ve kütübihi ve rüsulihî ve’l-yevmi’l-âhırî ve bi’l-kaderi hayrihî ve şerrihî min-Allahi Teâlâ ve’l-ba’sü ba’de’l-mevti Hakkun eşbedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve resûlühü” dür.
Yalnız, Allah’a îmanda, sıfât-i zâtiye ve sübûtiyyesini de bilmek gerektir. Bunlar Kıdem, Bekâ, Vahdaniyet, Muhalefetün-lil-havâdis, Kıyâm-binefsihî dir.
Sıfât-ı Sübûtiyesi de Hayât, İlim, Semi’, Basar, İrâdet, Kudret, Kelâm ve Tekvin’dir. Bunların delâlet ettiği ma’nâlar şunlardır:
Allah vardır ve birdir. Evveli olmadığı gibi âhiri ve sonu da yoktur. Nefsiyle kâim olup, başka bir yere, mekâna, zamana ihtiyacı yoktur. Arş mekânı değil, Zât-ı ecel ve a’lâsı Arş’ı da muhîtdir. Asıl hayat onundur ve ebedîdir. Bizim hayatımız ise hem muvakkattir, hem de bir sürü dert ve meşakkatle, iptilâlarla doludur. İlim de böyledir. Çünkü İlim Cenâb-ı Hakk’ın sıfatıdır. Bize bu sıfatından bir nebzecik ihsan etmiştir. İşte bu günkü ve yarın ki bütün îcâdlar, ihtirâ’lar ve hünerler hep Cenâb-ı Hakk’ın lütfettiği ilmin eserleridir. Yoksa bizim değil. Cenâb-ı Hak her şeyi hem görür, hem de işitir. Ne kadar saklı, gizli de olsa görür ve işitir ve bilir. Hattâ insanların içlerinden geçirdikleri düşünceleri ve kuruntuları dahî bilir ve duyar ve hem de ufak ve gizli şeyleri görür ve bilir. Onun irâdesi haricinde hiç bir şey olmaz. O ne murad ederse öyle olur. Kelâm; onun söylemesi ve konuşmasıdır. Fakat bunların hiç biri bizimkilere benzemez ve kıyâs olunmaz. Kur’an-ı azîmüşşan O’nun kelâmıdır. Tevrât, Zebur ve İncil de aslında O’nun kitabıdır. Ayrıca yüz adet suhuf denilen küçük kitaplar var ki, hepsi Cenâb-ı Hakk’ın kelâmıdır. Kur’an-ı azîmüşşan bizim kitabımız olduğundan hükmü kıyâmete kadar bakîdir. Son derece hürmet ve saygı ile beraber abdestsiz ele bile almak caiz değildir. Onun emirleriyle amel etmek, men’ettikleri yasakları terk etmek, yapmamak ve onlardan son derece sakınmak gerektir. İnsanın aklının ermediği şeye karışmaması lâzımdır.
Bir kere îmân edip inandıktan sonra gerek emirlerin ve gerekse yasakların hikmetlerini aramağa hiç lüzum yoktur. Lâkin herbirinin yâni gerek emirlerin ve gerekse yasakların, nehiylerin sayılamayacak kadar hikmetleri vardır. Bunların bâzılarını kitablara yazmışlarsa da pek çoğu henüz meçhulümüzdür. Hiç bilmesek bile yine bir şey lazım gelmez. Çünkü biz bunları yaparken şu veya bu hikmete mebni yapmayız. Belki Allah’ımızın emridir diye yaparız.
Bir de Allâh’ımızın yaratmak sıfatı vardır ki, her an bilip bilmediğimiz nice mahlukları yaratır, ihyâ eder. Hak Sübhanehû ve Teâlâ hazretlerinin sıfatlarını, esmâsını, tecellîsini saymağa ve bilmeye kimsenin gücü yetmez. Hemen bize bildirilenlerle iktifa edip, her zaman emirlerine münkâd, yasaklarından tamamıyla sakınıp kaçmaya çalışmak başlıca vazifelerimizden olsa gerektir.
Akâide âit eserleri iyice okuyup, güzelce öğrenmek dînin temelidir. Temel sağlam olmazsa yapılan binaların yıkılacağını herkes bilir. İbâdetlerin kabulü bu i’tikadlara bağlıdır. Ehl-i Sünnet Akaidi kitabını okuyunuz.
TEVBEYİ TERK
— Tevbeyi Terk
Kötü, fena ve mezmûm huylardan, ahlâklardan biri de tevbeyi terk etmek ve onu ihtiyarlığa bırakmaktır. Bu ise çok yanlış bir harekettir. Çünkü insanın ömrünün ne zaman son bulacağı belli değildir. Ne zaman öleceğini hiç kimse bilemez. Hiç ummadığınız ve beklemediğiniz bir anda bakarsınız ki ölüm gelivermiştir. Hele zamanımızda, siz ne kadar ihtiyatlı olursanız olunuz, karşınıza âniden çıkan bir vasıta o anda ölümünüze sebep olur gider.
Onun için insana yakışan daimâ ölüme hazırlıklı yâni, tevbeli, abdestli, namazlı, hak ve hukuka son derece de riâyetkâr olmalıdır. Böyle olabilen bahtiyarlar için ölüm ne zaman gelirse gelsin, kayıpları yoktur. Çünkü Hakk’ın huzuruna çıkmağa hazırdırlar. Zîra onlar gâyet iyi bilir ve inanırlar ki, rahatlık, selâmet ve huzur ancak Hakk’a kavuşmakla olur.
Binaenaleyh, tevbenin terki veya onu yarına bırakmak müslümanın işi değildir. Müslüman her zaman tevbekârdır. Hattâ hergün yüz kere tevbe etmesini de vazife sayar. Zirâ Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz hazretleri de çok istiğfar ederlerdi. Elbette ki, bunu bizlere ta’lîm için yaparlardı.
KÖTÜLÜĞÜN ARKASINDAN İYİLİK YAPMAK
— Kötülüğün Arkasından İyilik Yapmak
«Nerede olursan ol Allah’tan kork, bir seyyie işleyince derhal onu mahvedecek bir hasene işle ve ahlâk-ı hasene ile nâsa karış (ve onlara bilmediklerini Öğret).»
Ebû Zer radıyallahu anh Mekke-i mükerreme’de müslüman olduktan sonra Cenâb-ı Peygamber onu memleketine ve kavminin yanına göndermek istedi ki oradaki insanlara da fâideli olsun ve onlara da imanı aşılasın. Fakat Ebu Zer’in Mekke’de Resûlullah’ın huzurunda kalmayı arzu etmesini görünce ona bu hadîs-i şerifi buyurdular.
Yâni ey Ebâ Zer! Sen burada kalmak istiyorsan o zaman nerede olursan ol Allah Teâlâ ve Tekaddes hazretlerinden dâima korku üzerine ol. Çünkü Cenâb-ı Hak kulunun her harekâtını hem görür, hem de bilir, hem de ne söylerse işitir; görür, bilir ve işitir, ondan kaçmak mümkün değildir.
Onun için daima müteyakkız bulunup Allah Teâlâ’nın hoşnut ve râzı olamayacağı hiçbir yerde ve hiçbir işte bulunmamak gerektir. Onun için dâima Hakk’a yalvarıp yardım istemek mecburiyetindeyiz. Şâyet beşeriyyet iktizası bir hatâ ve bir günah, bir seyyie bizden sâdır oldu ise derhal bir iyilik yapıp o işlenen hatâyı, günahı, seyyieyi sildirmek, mahvetmek gerekir. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm’de:
«Muhakkak güzellikler kötülükleri (günahları) giderir» (Hûd: 14) buyurulmaktadır.
Haseneler, iyilikler, istiğfarlar, zikirler, tesbihler, namaz, oruç, hac, sadaka, yumuşaklık, hilm, şefkat, hüsn-i zan, herkes ile güzel geçinebilmek ve onlara kendisini sevdirebilmek bunların hepsi hasenedir. Ve buna benzer bütün hayırlar da seyyiatları mahveden birer sebeptir ve daha sonra Sûre-i Fürkan’ın 70.nci âyetinde: (Günahlarına tevbe edenlerin ve ameli-sâlih işleyenlerin seyyiatları, günahları, hasenata tebdil olunacağı) bildirilmektedir.
Hak Sübhânehu ve Teâlâ, cümlemizin muîni olsun da, Allah Teâlâ’dan daima korku üzerinde bulunan, iyi ahlâklı kullarından eylesin.
Âmin.