Tevhid

KİTABA DAİR

— Yayınevi

  • «Bu eser, M.Z.K. (Rh.a)’ın diğer telif eserlerinden ehemmiyetine binaen SEHA NEŞRİYAT tarafından derlenerek hazırlanmıştır.»

  • Tevhîd

    Mehmed Zahid Kotku (Rahmetullahi aleyh)

     

     

    SEHA NEŞRİYAT

    Merkez: Selânik Cad. 49/1 Kızılay - ANKARA - Tel: 25 24 43

    Şube: Hacıbayram Cad. 12 Ulus - ANKARA - Tel: 12 65 28

    Şube: Feyzullah Ef. Sok. 6 Fatih - İSTANBUL - Tel: 52416 00

     

     

    SEHA NEŞRİYAT: 21

    Sohbet Serisi: 11

     

    Kapak : Göze Grafik

    Kapak baskısı : Temel Matbaası

    Dizgi : Türkiyat Matbaası

    Baskı : Gümüş Basımevi

    Cilt : Acar Matbaacılık tesisleri

     

    İSTANBUL - 1985

  • Yayınevi

    — İçindekiler

    • Önsöz - 7
    • İTİKAT VE İBADETTE GERÇEK TEVHID
      • Tevhidin mânâsı ve şartlan - 11
      • Tevhidin hususiyetleri - 18
      • Tevhidin tesirleri - 22
    • FAZİLET ÂLEMİNİN MERTEBELERİ
      • Kalb, ruh ve sır âlemleri - 25
    • ADALET ÂLEMİNİN MERTEBELERİ
      • Nefs, beşeriyet ve tabiat âlemleri - 29
    • TEVHİD ERLERİNE PEYGAMBER MÜJDESİ
      • Lâ ilâhe illallah demenin faziletleri - 33
    • KELİME-İ TEVHİD’DE İHLÂS - 41
      • îman tazelemek - 48
      • Lâ ilâhe illallah zikri - 54
    • YERDE VE GÖKTE TEVHÎD’ÎN HÂKİMİYETİ - 59 
  • İçindekiler

    — Önsöz

  • Hamd; bir olan ve kendisinden başka ilâh bulunmayan Allah içindir.

    Salât ve selâm; muvahhidlerin önderi, insanlık âleminin kurtuluş müjdecisi Peygamberimiz, efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem’e ve O’nun yolundan gidenlere olsun.

  • Tevhid; lügatte, bir şeyin tek olmasına hükmetmektir, yani onu birlemek ve öyle inanmaktır. Istılahta ise, Allah Teâlâ’nın varlığına ve birliğine iman etmek, O’na hiçbir şeyi, hiçbir şekilde asla ortak koşmamak ve O’ndan başka ilâh olmadığına iman etmektir.

  • Tevhid’in mânâsından da anlaşılacağı üzere «lâ ilâhe illallah» demek, aynı zamanda «sevilen ve tapınılan, güvenilen ve sığınılan, ibâdet edilen ve itâat olunan, mutlak anlamda büyük ve hâkim olan bir başına ve sâdece Allah’tır. O’ndan başka sığınılacak ve tapınılacak yoktur. Beşeriyyetin mutlak hâkimidir. Helâl kılma ve haram yapma yetkisi O na aittir. Şânı yücedir, noksanlıklardan münezzehtir» demektir.

  • Tevhid; iman edenlerle küfredenleri, inananlarla inkârcıları kesin çizgilerle birbirinden ayıran İslâm’ın en belirgin vasfıdır. Muvahhidlerin parolasıdır.

  • Bunun içindir ki bütün peygamberler, insanları önce Allah’ın Birliği’ne, Tevhid’e çağırmışlardır. Allah’tan başka ilâh tanımamaya ve diğer bütün ilâhları reddetmeye, gelip-geçici varlıklar karşısında alçalmamaya, boyun eğmemeye ve eğilmemeye dâvet etmişlerdir.

  • İnsana lütfedilen yaratılmışların en üstünü olma şerefi, ancak bu Tevhid şuuruyla korunabilir. Çünkü Tevhid İslâm’ın tümüdür, İslâm’ın özü ve İslâm esaslarının pratik ve nazari temelidir. Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed sallallahü aleyhi ve sellemin O’nun kulu ve elçisi olduğuna şehâdet etmeyen bir insan İslâm’a girmemiştir. Onun içindir ki Tevhid İslâm’ın ilk rüknüdür ve İslâm’ın tümü için temeldir. İslâm’ın her cüz’ünün hayatı bu tevhid ve şehâdet kelimesidir. Buradan, «lâ ilahe illallah Muhammedün Rasûlullah» rüknünün, İslâm’ın bütününe nisbetle ne denli önemli bir rükün olduğu kendiliğinden anlaşılmaktadır.

  • Muhammed Zahid b. İbrahim el-Bursevi’nin eserlerinden derlenen bu küçük risâlede; Tevhid’in mânâsı, hususiyetleri, faziletleri, dereceleri ve tesirleri sâde ve anlaşılır bir biçimde sunulmaktadır.

  • Muvahhidlere müjdeler olsun.

  • Önsöz

    İTİKAD VE İBÂDETTE GERÇEK TEVHÎD

    — Tevhidin mânâsı ve şartları

  • «Lâ ilâhe illallah» Bir kelime-i Tayyibe-i Münciye’dir ki, bunu söyleyen kimse müslüman sayılır. Fakat Muhammed Resûlulullah’ı da birlikte söylemesi şarttır.

    İşte bu kelimeyi söyleyen kimse dünyâ’yı, âhiret üzerine tercih etmedikçe, o kelime onları Allah Teâlâ’nın gazabından men eder, yani; korur. Her ne zaman dünyâ yı âhirete tercih ettikleri halde, Lâ ilâhe illallah derlerse, bu kelime üzerlerine reddolunur. Allah onlara, siz yalan söylüyorsunuz, der.

  • Tevhîd’in birinci şartı; mânâsını iyi bilmektir. Bunu söyleyen, mânâsını bilirse, o zaman ona iyi sarılır. Ve ondan kat’iyyen ayrılmaz. Gözü de dünyâda hiç olmaz. Veysel Karânî Hazretleri ve benzerleri gibi. Bütün dünyâdaki hayat, O’nun verdiği hayat ile kâimdir. İlim de yine O’nun kullarına verdiği ilimden bir nebzedir. Ve kullardaki, bütün bu ilimler O’nun verdiği ilmin neticesidir.

  • Mânâ itibariyle bütün akâid kitaplarımızda bildirilen Sıfat-ı zâtiye ve sûbûtiyesine, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe, öldükten sonra dirilmeye, kadere, hayır ve şerrin Allah’dan olduğuna, sıfatlan olan hayât-ı ebediyesine, ilmine, ne kadar gizli olursa olsun gönüllerimizden geçirdiklerimizi, yaptığımız ve yapamadığımız her şeyi bildiğine; yerden çıkan her nebâtı, gökten inen yağmurları ve her şeyi pek güzel bildiğine ve O’nun ilminden hariç bir şey olmadığına, iyice inanıp, tasdik etmektir.

  • Semi’ ki, Allah Teâlâ’nın işitmesidir. Her şeyi, her fısıltıyı işiticidir. Bizim kulağımız gibi kulakla değil. Basîr ki, yine Allah Teâlâ her şeyi pek iyi görür. Kullarının aynı zamanda her harekâtını gözleyicidir. O’nun gözünden hiç bir şey kaçmaz.

    İşte bu bilgi insanda ne zaman tahakkuk ederse, o zaman imanı da kemâl bulur. Ve bütün fenâlıklardan el çeker. «Rabbim benim, yaramaz ve günahkâr bir halimi görmesin» diye kılı kırk yarar, hem korkar, hem de kaçar. Arslanın yırtıcı olduğunu bilenin, ondan kaçması gibi. O da Allah’ın rızâsına muhâlif her şeyden öyle kaçar. Kadere iman eden, dünyâda rahat ve hûzur içinde yaşar. Ve her işini ona teslim edip, selâmet bulur.

  • İrâde, kudret, kelâm, tekvin de O’nun sıfatlarıdır. Sonra şunu da iyi bil ki, Allah Teâlâ’nın kıdem, bekâ, vahdâniyet, muhalefetünlilhavâdis, kıyâm bi-nefsihî sıfatları vardır ki, O’nun evveli olmadığı gibi, âhiri de yoktur. Her şey fâni olur, Allah hâkidir. Sonra Allah Teâlâ mahlûkat ve mevcûdâtından hiç bir şeye benzemez.

  • «Allah Teâlâ’nın hiç bir benzeri bulunmaz. O işitir görür.» Akıla ve hatıra gelen her şeyden münezzehtir. Dünyâdaki her şey O’na muhtaçtır. O, hiçbir şeye muhtaç değildir. Doğmamış, yâni; anası, babası yoktur ve kendisinin evlâdı da yoktur. Bütün insanlar O’nun kuludur. Peygamber O’nun resûlü ve elçisidir. Ve O’na hiçbir şey, eş olamaz, dengi bulunmaz bir Allah’dır. Yerlerin Allah’ı göklerin Allah’ı, hayırların ve şerlerin Allah’ı hep O, bir Allah’dır, bir Allah.

  • Mevlid-i Şerifin sahibi Süleyman Çelebi Mevlidin başında ne güzel söylemiştir:
    «Bir kez Allah dişe aşk ile lisan,
    Dökülür cümle günâh misl-i hazân.»

  • Gördüğümüz her şey ve aklımıza gelen her şey hadistir. Cenâb-ı Hakk hâdis değil, muhdistir. Hâdis sonradan yaratılan her şeyin adıdır.

    Yâni: Cenâb-ı Hakk varken hiç bir şey yoktu, yalnız Allah vardı. Bu gördüklerimizin hepsini, O, Allah Teâlâ sonradan hikmeti icâbı yaratmıştır. Yaratılan yer, gök ve içindeki her şey sonradan yaratılmıştır. Câzibe kanunları da Hakk’ın yaratmasıyla, kâinatın nizâmını te’min etmiş ve içindeki her nevi mahlûk ve mevcut Allah Teâlâ’nın emriyle ve dilemesiyle olmuştur. Bunlara «muhdes», icad edene de muhdis denir.

  • Hiç bir eşyâ yoktur ki, kendi kendine olsun. Mutlaka onu bir yapan vardır. En basiti, başımızdaki takkeden tutun da, üstüne oturduğumuz koltuklara varıncaya kadar bütün eşya sâhipsiz midir? Oturduğumuz ev ve câmilerimiz, vaktiyle yapılan kaleler hep kendinden mi olmuştur? Yoksa bunları bir yapan mı vardır? Efendim bunlar tabiatın eseri; İşte şöyle olmuş, böyle olmuş, sonra bunlar oluvermiş deseler bunlara kim inanır? Belki deliler bile inanmaz. Bu gâyet basit şeylerin bir yapıcısı vardır diyen insanın, bu mevcûdâtın ve içindeki mahlûkatın sâhipsiz olduğuna inanma imkânı var mıdır? İşte bu varlıkları, mevcûdâtı ve bizleri yaratan sonsuz kuvvet ve kudret sâhibi olan bir Allah’dır, bir Allah.

  • Sonra bizlerde bulunan hayat, sem’i, ilim, görme, kuvvet, kudret ve zekâ hep onun in’âm ve ihsânıdır. Bu kadar nimete mukâbil ona hamd ve şükür etmemek mümkün müdür? Ma’âzallah âzâlarımızda bir noksanlık olsa, meselâ; görmemek, sağırlık ve bir de akılsızlık olsa, hâlimiz nice olur. Bizlere ufak tefek ikramda bulunanlara nasıl teşekkür edeceğimizi bilemeyiz, şaşarız da, bizleri hadsiz hesapsız nimetlere gark eden Allah Azze ve Celle’nin emirlerini tutmaktan kaçar, üstelik yapmayın diye yasak ettiği şeyleri de yapmaktan geri kalmayız. Allah’ım, bu nasıl kulluk?

  • Allah Teâlâ’yı böylece bil ve inan, ona hürmet ve saygını arttır. Emrinden de dışarı çıkma; yasaklarından son derece kork ve kaç, nefsinin arzularına uyma televizyon başında ömrünü zayi etme, o çirkin haller baka baka içine işler. Sonra sen de, çocukların da onlara benzer. Şöyle faydası var, böyle faydası var, lisan öğreneceğim diye kendini aldatma.

  • Bak sana bir misal vereyim, ama iyi dinle, haksızsam söyle; Bal ne kadar tatlı ve faydalı bir gıdâdır. Bir kilo balın içine bir gram zehir katsak bu balı yer misiniz? Yoksa «onun şifası şöyle dursun, ölmeğe niyetim yok» diye o balı atar mısınız? Doğru söyleyin. Hayatını ifnâ etme. Kendine ve çocuklarına acı da, bu zehiri onlara yutturma. Zevk ve sefânın sonu mahrûmiyettir. Biz elhamdülillah müslümanız, bizim için âhirette Cennet vardır. Allah bizleri Cehennemi isteyenlerden etmesin.

  • İkinci şartı; seksiz ve şüphesiz bir îman ve inançtır. Zira; şek ve şüphe edenlerin îmanları, îman şayılmaz.

  • Üçüncü şartı; ihlâstır. İhlâssız îman, îman değildir. İhlâs her şeyin özüdür, hâlisidir, katıksız olanıdır.

    Hâlis süt demek içine su katılmamış süt demektir. Hâlis yağ denince içinde başka nebâti yağ yok demektir. Eğer su katılmış ise, o zaman hâlis olmaz.

    Binâenaleyh; tevhid kelimesi, «Lâ İlahe İllallah» da böyle olmalıdır.

  • Dördüncü şartı; bu kelimeyi sıdk ile söylemekdir. Münâfıklar gibi dilleri ile söyleyip, içleri inanmazsa, buna da îman denmez. Sadâkatin icâbı, müslümanın dininde şeksiz ve şüphesiz sebatıdır. Bazen kiliseye, bazen havra’ya, bazen câmiye gitmek îmana münâfidir.

    Îman sâhibi yalnız câmiye gider. Sonra îman sâhibi eğer dininde sâdık ise, mason da olamaz. Nasıl ki, mason müslüman olmaz. Şu halde müslüman da mason olmaz değil mi? Şimdi masonun hükmünü sen ver, komünist de böyledir. Zaten o da, yâni: komünist de yine mason teşkilâtının bir şu’besidir.
    Yine müslüman alevî veya kızılbaş da olamaz. Zira müslüman akidesine muhaliftirler.
    Yine müslüman, Vahhâbi de olamaz. Zirâ; onun da akidesi bozuktur. Zira, Allah Teâlâ’ya mekân isnad ederler. Halbuki Allah Teâlâ mekândan münezzehdir. Mes’ele incedir, dikkat ister.

    Müslüman zinâ da yapmaz. Kumar oynamaz. Şarap içmez, fâiz yemez, yetim malı hiç yemez. Hak-hukuka son derece ri’âyet eder. Mahlûkâttan kimseyi incitmez. Herkese elinden gelen maddî ve manevî yardımı yapar. İçi ile dışı birdir. Sözü, özüne uygundur. Sözü, özüne uymayana münafık derler.

  • Beşinci şartı; îmana münâfi ve muhâlif hareketlerden son derece sakınmandır. Sonra mü’minlere düşman kesilip, ehl-i küfr ve ehl-i şirki sevenlerden sakın. Sonra îmanın para etmez. Mü’min, mü’minleri sever. Kâfiri ve müşriki sevmez ve onların ardından kat’iyyen gitmez.

  • Altıncı şart, inkıyad, itâ’at ve teba’iyyettir. Hakiki müslüman, müslümanlığını emirlerine ve nehiylerine itâ’at eder. (Ve men yutı-lâhe ve Rasûlehü) sırrına erişir. Namaz, oruç, zekât ve hac emirlerini yerine getirir.

    Günâha müteâllik yasaklar maddî ve mânevidir.

    • Maddî günâhlar: İçki, kumar, zinâ, faiz, kati, ana-babaya âsî olmak, yetim malı yemek, vesaire gibi.
    • Mânevi yasak ve günâhlar ise: Kin, hased, riyâ, gadap, şöhret, şehvet ve emsâli günâhlardır.

    Hepsi ahlâk kitaplarında yazılı ve tafsilâtı vardır. Onları okuyun, tavsiye ederim. Hele Günâh Kitabını çok okumak gerektir. İnkıyat ve itâ’at söz dinlemektir. Söz dinlemeyen insana itâ’atkâr demezler. Askeri görmez misin? Topun, tüfeğin, ateşin altında emre nasıl inkiyâd etmektedir. Sa’âdet ve selâmetin, bu itâ’atin altında olduğunu unutma.

  • Yedinci şartı; Muhabbet-i ilâhiyyeye münâfi her hal ve hareketten son derece sakınmaktır ki; bunlar da, Hakk’ın rızâsına muhâlif her şeyden son derece uzak kalmakla olur. Halbuki her zaman görüldüğü gibi, namaz kılmadan, oruç tutmadan, zekât vermeden, haccını ifa etmeden kendini müslüman sayanların sayısını ancak Allah bilir. Cenâb-ı Hakk cümlemizi Hakkı seven ve emirlerine itâ’at edip, uyan kullarından eylesin, âmin.

  • Tevhidin mânâsı ve şartları

    — Tevhîd’in Hususiyetleri

  • Ey Aziz! Ehlullah demişlerdir ki, lâ ilahe illallah mubârek kelimesi, en büyük ve en yüksek kal’adır. Mevlânın tevhîd ilmidir. O sağlam kal’aya giren ebedî saadeti ve sonsuz ni’metleri bulur. Ona ğirmiyen sonsuz azab ve şekavet yolunu tutar. O halde bu mübarek kelime, kalbin etrafına kal’a olmayınca ve onun rûhu bu dâireye merkez yapılmayınca, saltanatla nefsinin hevâsını, o merkez noktasına girmekten korumayınca, o kal’anın dışında kalırsın. Ruhûn ona girmemiştir. Sade dil ile söylemekten bir fâide hâsıl olmamıştır.

  • O halde, bu kelime-i tayyibeden nasibinin ne olduğunu düşün. Eğer nasibin onun rûhu ve ma’nâsı ise, muhakkak ki, iki dünya saadeti senin içindir. İsmin iyiler defterinde, velîler arasındadır. Eğer ondan nasibin yalnız dil ile kuru bir ifâde ise, o münâfıkların pay ve nasibidir.

    Zira kafanın ismini söylemek insanı korumaz. Kılıcın ismi kesmez. Çünkü bu kelime-i tayyibe, ma’nâsıyla, rûh ile cesede benzer. Ma’nasız, yalnız cansız beden gibidir. Cansız bedenden bir fayda gelmediği gibi, bu kelime de, ma’nâsı olmadan kale olmaz. O halde ihsân âleminden olanlar, bu kelimeyi sûret ve ma’nâsıyla almışlardır. Sûretiyle zâhirlerini, ma’nâsıyla bâtınlarını süslemişlerdir. Onunla iki âlem saadetini bulmuşlardır. Lâ ilâhe illallah dediğin halde, ehil ve evlâdınla râhat oturur, mal ve meskene dayanırsan, onu sıdk ile söylemediğin muhakkaktır. Zirâ hâl lisânı, kal lisânından açık söyler. Eğer lâ ilâhe illallah demenin, kalbinde ma’nâsınını bir semereli varsa, niçin filâna güvenir, filâna sığınır, filândan bekler, filândan korkarsın.

  • Lâ ilahe illallah deyip, mâsivâ ile ünsiyet edince, ne sen onun için olursun ne de o senin için olur. Zirâ «Bir kimse Allah için olursa, Allahü Teâlâ da onun için olur» buyuruldu.

  • Lâ ilâhe illallah dersin;

    • Onun yeri yalnız dilin olup, kalbinde netice ve meyvesi bulunmadıysa, münafıklar zümresinde bulunmandan korkulur.
    • Eğer kalbine yer etmiş, işlemiş, dilin kalbinin tercümânı olarak söylüyorsa, hak mü’minsin.
    • Yeri ruhun ise, sen sâdece âşıksın.
    • Yeri sır ise, şüphesiz keşfler sâhibi ârifsin.
  • Lâ ilâhe illallah kelimesindeki , bir süpürgedir. Onunla sırların yüzünden ağyar tozları süpürülür. Böylece illallah arşının tecellisine ve zât-ı pâke nazargâh olduklarından âgâh olup, onun üns ve muhabbetine lâyık olurlar. Aşk şarabıyla mest olup, hep huzûrunda kalırlar.

  • Nitekim Hak Teâlâ Davud aleyhisselâma: «Ey Dâvud, benim için bir oda (yer) temizle, oraya yerleşeyim» buyurmuştur. Bununla mârifetinin şartının kalb tasfiyesi olduğunu duyurmuştur. O halde, Allah’dan başkasına tutkun oldukça lâ ilâhe nefy kelimesine muhtaçsın. Fakat Onu müşâhede makamına kavuşur, herşeyden gaib olursan, o zaman «lâ ilâhe» (hiçbir ma’bud yoktur), nefyinden rahat bulursun. İllallah isbâtına erişirsin. Tekrâr zâtın isminden zevk ve lezzet alırsın. O zaman, Allah bes, bâkı heves (Allah yetişir, diğerleri hoş arzudur) olduğunu bilirsin.

  • Eğer lâ ilâhe illallah sultanı, insanlığın şehrini istilâ ederse, onun diyârı dâiresinde beklikten bir binâ olmaz ve onda yabancı birisi oturmaz. Onunla senin de sabrın, kararın kalmaz.

  • Melikler bir diyarı zabt edince, anın aziz olan ehlini nasıl zelil ediyorlarsa, tevhîd’in (Lâ ilâhe illallah) girdiği yerde, de hiçbir melik ve varlık, kibir, azamet kalmaz; hepsi yıkılıb gider, mezmum sıfatlar ve huylar, iyi ve mahmuda tebdil olunub, her sultanın hükmü nihâyet bulur.

  • Sultân-ı Tevhîd, yâni (Lâ ilâhe illallah) ol validir ki, anın hükmü, evvelin ve âhirinin cümlesine şâmil olur. Bütün edâlar, kimi tav’an kimi de kerhen ona mahkûm olurlar. Yâni, tevhidin hükmü altına girip bundan sonra isyan, kabâhat ve günah işleri işlemekten çok korkar ve uzak kalırlar. Her işleri hemen itâat ve ibâdet olub, herkesle de gayet güzel geçinirler. Kimseyi kırmaz, incitmez ve darıltmazlar. Herkese karşı haklarını daimâ helâl edib, kimseden bir hak istemezler. Hakkın rızâsına tam manâsıyla uygun bir şekilde hareket ederler; ne kibir, gurur, ne ucüb, ne hırs, hased, kin, gazab ve şehevât, ne de riyâ ve emsâli, hiç bir çirkin huy ve ahlâk onlarda bulunmaz.

  • Îmân ve İslâmiyet, yalnız dillerinde değil, bil-fiil halleriyle de, îmân ve islâmiyetlerini izhâr ve i’lân etmekte, dosta düşmana islâmiyetin ne demek olduğunu göstermektedirler. İşte asıl Müslüman böyle olacakdır ve böyle de olmalıdır.

  • Yoksa, diliyle «Lâ ilâhe illallah» der, sonra da islâmiyetin hiç de istemediği bütün çirkin ve günah işleri yapar, işte bu hal en kötü ve cahilâne bir harekettir. Cenâb-ı Mevlâ cümlemizi ve cümle ümmet-i Muhammedi, kendisinin sevdiği ve râzı olduğu amellerle müzeyyen eylesin, âmin.

  • Tevhîd’in Hususiyetleri

    — Tevhîd’in Tesirleri

  • «Lâ ilâhe illallah», bir şecere-i mübârekedir ki, onun neticesi, ma’rifet ve vahdâniyettir; semeresi ikrardır. Bütün kâinatın vücûdundan maksad, ancak bu devlettir.

  • Nitekim Hak Teâlâ Hazretleri buyurmuşdur:

    «Kulum ben seni ancak, benim tevhidim için halk eyledim ve bütün eşyâyı da senin için halk ettim. Gökler, seni gölgelendirir, yerler de senin ikâmetin ve faydalanman içindir. Yüksekdeki nurlar da seni aydınlatmak için, süfli olan bütün mevcudat da sana hizmet için yaratılmışdır ve senin tasarrufuna verilmişdir. Bunların hepsi senin için yaratılmış olduğunu ve senin de bana kulluk etmek için yaratıldığını anla ve bunun kadir ve kıymetini bil. Bütün varlıklar, ne görüyor ve ne biliyorsan, bunların hepsinin senin için yaratılmış olması, senin ne kadar kıymetli ve sevgili olduğuna alâmet olmaz mı?

    İmdi senin bunları unutub, nefs ü hevâna uyarak, Hâlık-ı Zül- celâla, yâni bütün bunları sana bahş edene karşı isyan etmen ne kadar hatâlı ve kusurlu, cahilâne hem de pek cahilâne birşey olduğunu söylemek şüphesiz ki zaiddir. Her bir nimet ki, seni benden alıkoyar, onlar nimet değil, birer azabdır. Zîrâ seni benim azâbıma sevk etmektedir. Yine her bir insanım ki, seni benden men eder ve zevk ü safaya götürür, o da senin için bir ihsan değil, belki bir belâdır.»

  • Bu ders çok dikkat edilmesi lâzım gelen bir derstir.

  • Tevhîd’in Tesirleri

    FAZİLET ÂLEMİNİN MERTEBELERİ

    — Kalb, Ruh ve Sır Âlemleri

  • Ma’rifet yolu yolcusunun menzilleri, konakları üçtür:

    1. Biri fena âlemi,
    2. Biri cezbe âlemi,
    3. Biri de kabza âlemidir.
    • Fenâ âleminde olduğun müddetçe; Lâ ilâhe illallah kelimesine devam edersin,
    • Cezbe âleminde oldukça; her an Allah, Allah, Allah dersin,
    • Kabza âlemine gelince; Hû, Hû, Hû demekle meşgul olursun.
  • Onun için kalb keşfine kavuşan lâ ilâhe illallah der.
    Ruh keşfine erişen Allah der.
    Esrar keşfine ulaşan ise Hû der.

    Zira Lâ ilâhe illallah kalbin azığı,
    Allah ruhun gıdası,
    Hû esrârın azığıdır.

    Belki Lâ ilâhe illallah, kalblerin mıknatısıdır.
    Allah ruhların,
    Hû esrârın mıknatısıdır.

    Kalb, ruh ve sır, bir hokka içindeki sadef içinde inci gibidir.

  • Yahut bir oda içindeki kafesteki kuş gibidir. İşte hokka ve oda kalbe, sadef ve kafes rûha, inci ve kuş da sırra benzemektedir. Odaya girmedikçe kafese, kafese varmadıkça kuşa kavuşamadığın gibi, kalbe girmedikçe rûha, rûha kavuşmadıkça sırra erişemezsin.

  • Demek ki kalb âlemine girdiğin zaman, ruhlar âlemine kavuşursun, ondan da esrâra erişirsin. O halde kalbin kapısını Lâ ilâhe illallah anahtarıyla açıp, rûhun kapısını Allah anahtarları ile açarsan, sır kuşunu kuş yemi ile berlersin. Zirâ Hû demek, o kuşa dane serpmektir. Kalbi odaya, rûhu kafese, sırrı kuşa benzetmemiz mecâzîdir.

    Ancak kalb âleminden geçilmedikçe, ruhlar âlemine, ondan geçmedikçe esrâr âlemine kavuşulmayacağma işârettir. Yoksa işin esası bunun aksidir. Çünkü ruhlar âlemi kalb âleminden, esrâr âlemi de rûhlar âleminden büyük ve geniştir.

  • O halde bunun esâs misâli, iç içe bulunan üç dâiredir. Ama dıştaki büyük dâire sırlar âlemi, orta dâire rûhlar âlemi, en içerdeki küçük dâire ise kalb âlemidir. Kalb âlemi, ruh âleminden onun için daha küçük sayılmıştır. Çünkü kalb âlemi, bu şehadet âlemine, rûh ve sır âlemlerinden daha yakındır. Şehâdet âlemi ise, beden ve sûretler âlemi olup, darlık, düşünce, tehlike, üzüntü, keder, korku ve kaçınma âlemidir. Ruhlar ve sırlar âlemi ise, genişlik, rahatlık, sürür, kerâmet, emniyet ve selâmet âlemleridir.

  • Ya sen, bu semâda bir yıldız mı bulmuş, bu deryadan bir damla mı almış, yoksa nefsin emrinde kalıp, beşerî galibiyet ile ve zâhir tabiat ile kat kat zulmetler, karanlıklar içinde mi kalmışsın. Demek ki, nefs âleminden kalbe, vücûd zulmetinden nûra çıkarsan, gözlerin görmediğini görür, kulakların işitmediğini işitirsin.

    Zirâ, nefs, beşer ve tabiat âlemleri, adâlet âleminin aşağı dereceleri olup, helâk edicilerdir. Kalb, rûh ve sır âlemleri, fadl ve ihsân âleminin yüksek derece ve merdivenleridir. Nefs âlemi, gafillerin derekesi, beşerî âlem fâsıkların yeri, tabiat âlemi münâfıkların alçak derecesidir. O ise aşağıların en aşağısıdır. Esfel-i sâfilindir. Kalb âlemi âbidlerin, rûh âlemi âşıkların, sır âlemi âriflerin derecesi ve merdivenleridir.

  • Zikrullah’a devam edince tabî’atın, beşeriyetin ve nefsin düştükleri yerlerden kurtulub, kalb derecesine yükselmeye sebeb bulur ve bu terakki ile, ol zaman Hakk’ın tasarrufuna teslim olursun ve Âna gidersin ve ol kalblerin sahibi ve mutasarrıfı olan hazret-i Allah artık seni istediği gibi tasarruf eder: Bâzan iyilikler, saadetler, servetler, sıhhatler ve âfiyetler ve bâzan da darlıklar, sıkıntılar, fakirlik, rahatsızlık ve bunlara benzer hallerle kullarını halden hâle çevirir ve bunları görür. Eğer hâline şükredebilir ve razî olursan ne mutlu sana. «Hakkın cezbelerinden bir cezbe, yer ve gök ehlinin amellerine denk olur» iktızasınca seni senden alır ve a kalbin mutmain ve sakin olur.

  • İbrahim Hakkı hazretlerinin Mârifetname’de fenn-i sâlisin, bâb-ı sânisinin, fasl-ı hâmisium dokuzuncu nevi olarak îzâha çalıştığı zikrin lüzum ve fezâilh hakkındaki yazılarını hep beraber okumuş bulunuyoruz.

  • Hepsi pek güzel, fakat onların üzerimizdeki te’sirini bulabilmek ne kadar müşküldür. Bugünün tasavvuf ehli, erbâb-ı tarikat ve dervişan diye ad alan bizlerin hâli gözlerimizin önündedir. Ne saklanacak ve ne de inkâr edecek hâlimiz var. Adlarımızın derviş olmasının şu veyâ bu tarîkdan oluşumuzun veyâ şeyhimizin şöyle kemâli ve kerâmetleri var diye övünmemizin bize ne faydası olabilir. İşte İbrahim Hakkı hazretleri ne güzel bir şekilde açıklamaktadır ki, insanın kemâli, onun kalb âlemine geçmesinden sonra mümkündür.

  • Kalb, Ruh ve Sır Âlemleri

    ADALET ÂLEMİNİN MERTEBELERİ

    — Nefs, Beşeriyet ve Tabiat Âlemleri

  • Nefs, beşeriyet ve tabiat âlemleri içerisinde bocalayan insanın kemalden bahsetmesi, olgun insan diye tavsif olunması pek gülünç olur. Nefsâniyetin iktizası, kibir, gurur, hırs, hased, nefs-i hevâsma mağlûb kimse demektir ki, bu gibi kimselerde kemal değil belki zeval, yükselme ve terakki değil, belki düşme ve tedenni vardır. Artık gerisini sen hesapla. Beşeriyetin iktizası yiyip içmek, zevk ü sefâdır; bunlardan geçmedikçe nasıl kemâl umulur? Tabî at icâbı da böyle değil mi? İnsanlar yaşamak sevdâsını taşıdıkça, elbette nefsin esiri ve kölesi olmaktan kurtulmanın mümkün olamayacağı herkesin bildiği bir şeydir.

  • Nefsin, beşeriyetin, tabî’atın iktizaları hep gaflettir. Gaflet ise pek büyük günahdır. Hem de öyle bir günahdır ki, ta’rifi de mümkün değildir desem caizdir. Çünkü insan, gafletin ne demek olduğunu bilmez ve ömrünü boşuna zâyi eder.

    Bir de üstelik der ki: «Ben o kadar fena bir adam değilim. Çünkü şu bilinen günahların hiç birini işlemem.» Fakat ömrün üç nefesden ibâret olduğunu bilmemek kâfidir: Geçen nefes geçti. Gelecek nefese de henüz sahip değiliz. Zaman bulunduğumuz nefesden ibârettir. Bunu da boşuna geçirdiğimize göre halimiz elbetde acınacak bir haldir. Nefsâniyet, beşeriyet, tabî’at halleri kolay geçilecek gibi değildirler. Çünkü bir çok zaruretler bizi, gayr-i ihtiyarî istemeden nefsin arzularına doğru sürüklemekte olduğu görülmektedir. Bunlardan kurtulmak hassaten Allâh Teâlâ’nın bir lütuf ve ihsanıdır.

  • Yoksa insan kendiliğinden ne kadar çalışsa da, muvaffak olması yine Hakk’ın lûtfuna bağlıdır. İnsan niçin tarîkate girer ve neden derviş olur, şöyle bir kendini tartacak olursa, kendi kendine der ki: «İşte şu kadar namaz kılıyorum, şu kadar da orucum var, bu kadar da nafile namaz kılıyorum ve nafile oruç tutuyorum. Üstelik bu kadar da zikrim, teşbihim, evrâdım, duâlarım, kırâatlerim var». Şüphesiz bunlar hep medâr-ı iftiharımızdır ve çok güzel, imrenilecek şeylerdir. Herkes de «maşallah falan kişiye bakın ne kadar sofu oldu» diye medh ü senâ ederler. Fakat bizim sofu, merasim meraklısı, Ma’rifetname’deki teraziye konacak olursa, sofuluk değil, Müslümanlık bile yokdur. Bir işe yaramayan bir sürü bilgi edinmişdir ki, ne kıymeti ne de faydası vardır. Hepsi dünyâyı ele geçirebilmek için birer sebebdir. Bir ilim ki, âhirette onun sahibine bir faydası yokdur muhakkak ki, zâyiâttandır.

  • «îlim» denince matlub olan ilim Hak sübhanehu ve teâlâ hazretlerinin, gönüllere indirdiği ilimdir ki, bunun mekteb ve medresesi yokdur. Fakat hem dünyâda hem de âhirette sahibine faydası tamdır; peygamberlerdeki ilim gibi. Bizim bugünün dervişi, sofusu hattâ hacısı, hocası ve hattâ şeyhleri bile, ne sakal ne bıyık, Hak getire. Halbuki, ne sakallı, bıyıklı kimseler vardır ki, o sakal ve bıyıkları hemen bir âdet ve gösterişden ibârettir. Evet sakal sünnet-i seniyyedir; hem de sünnet-i Hudâdır. Kur’ân-ı Kerîme de muvafıkdır. Çünkü sakalsızlık Allah Teâlâ’nın hilkatini tağyir ve tebdil ve âdetâ beğenmezliktir; münkir ve müstehzillerin haklarında çok şiddetli hükümler vardır. Bununla beraber sakalın, bıyığın kıymetini bilmediğimiz gibi, hakkına da riâyet edebildiğimiz yokdur.

  • İnsanlıktaki kemal ise, yalnız böyle sakal, bıyık, cübbe, şalvar, sarık gibi zahirî kalıb ve kıyâfetle mümkün değildir. Vâkıâ sözümüz bunların hiç birisi de olmasın demek değildir. Bunlar yâni bu sıfatlar bizleri bir çok günah ve hatâlardan da korurlar.

    Meselâ, insan böyle sarığıyla, sakalıyla fena yerlere, günah yerlerine kolayca giremez ve gidemez. Bu suretle de bir çok günahlardan mahfuz kalır.

  • Lâkin bunun da kâfi gelmediği görülmektedir ki, bunun için İbrahim Hakkı hazretlerinin Ma’rifetname’sindeki esaslara çok riâyet etmek lâzımdır. Az yemek az uyumak, az konuşmak ve uzletle beraber zikrullaha devam, bir de bunlarla beraber kâmil ve olgun, âlim, fâzıl kimselerin ve meşayıhın can ve başla hizmetlerinde kusur etmemek ve onların hallerini kendisine örnek ittihaz ederek gece gündüz daimâ Cenâb-ı Hakka tazarru ve niyaz ile, hıfz u himayesini taleb etmek, «Bir göz açıp yumacak kadar da olsa beni bana bırakma yâ Rab» diye yalvarmayı hiç bir zaman elden bırakmamak ve insanlardan daimâ kaçmak, bâhusus kadın taifesiyle akrabâ dahî olsa, fazla ünsiyet yapmamak insanın âhiret bakımından kendi menfaati iktizasındandır.

  • Cenâb-ı Hak cümle ümmet-i Muhammed’i sallallahu aleyhi ve sellem ve bizleri de hıfz u himâyesinde daim kılsın, âmin, bihürmeti Seyyidi’l-mürselîn, vel-hamr dülillâhi Rabbi’l-Âlemin...

  • Nefs, Beşeriyet ve Tabiat Âlemleri

    TEVHİD ERLERİNE PEYGAMBER MÜJDESİ

    — Lâ İlâhe İllallah Demenin Faziletleri

  • İmam Buharî, Ebu Hüreyre radıyallahu anh’ten rivayet etmektedir:

    «Kıyamet gününde şefa’at-ı seniyyelerinize en ziyade lâyık olanlar kimler olacak» dedim. Sallallahu aleyhi ve sellem buyurdular ki:

    — Ya Eba Hüreyre! Ben zannederim ki, senden evvel bu hadis hakkında kimse birşey sormamıştır. Ben de senin hadise hırsını görüyorum. Yevm-i kıyamette nâsın şefaatine nail olacak es’adı; «Lâ ilâhe illallah» kelimesini, «halisan min kalbihî ev nefsihî» söyleyendir.

  • Şârih der ki: İtikadı sahih olduğu ve Allah Teâlâ’nın emirlerine de uyduğu ve bir de yine Allah Teâlâ’nın yasaklarından, menettiği bütün menahi ve mekruhattan da ictinab ettiği ve şeriatla âmil ve istikamet üzere olduğu halde söylerse şefaat-ı Muhammediyyeye lâyık ve müstahak olur. Yoksa istikametten tamamı ile çıkmış, ibadet ve taattan uzak kalmış, günahları da irtikâb ettiği halde söylemenin elbette faydası olmayacaktır.

  • Yine Buharî ile Mülim’de, Ubade b. Samit radıyallahu anh şöyle rivayet etmektedir:

    — Her kim Allah Teâlâ’nın varlığına, birliğine, şeriki olmadığına ve Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in O’nun kulu ve Resûlü olduğuna ve İsa aleyhisselâmın Allah’ın kulu ve Resûlü ve Meryem’e ilkâ olunan bir kelimesi ve ondan ruh olarak (nefha) olduğuna; cennetin hak, cehennemin hak olduğuna itikad ederek, söylese; her ne amel üzere ölürse ölsün; Allah onu cennete idhal eder.

  • İbni Abbas’tan da, «Sekiz cennetin kapısının hangisinden istersen...» ziyadesi vardır.

  • Müslim ile Tirmizî’de şöyle der: «Ben Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemden işittim:

    — Her kim «Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve enne Muhammederrasulullah» diye şehadet eylese, Allah onu, cehenneme haram eder. (Yanı cehennemden uzak eder, cehenneme girmez, demektir.)»

  • Hazret-i Ebu’d-Derdâ (r.a.)’ın rivâyet ettiği bir hadîs-i şerifde[1] şöyle buyurulmuştur: Bir kimse günde yüz kere (Lâilâhe illallah) derse, kıyâmet gününde, Allah Teâlâ Hazretleri, o kulunun yüzünü ayın on dördüncü bedir gecesindeki parlaklığı gibi ba’s ve haşr edecek ve sevâb cihetinden onun amelî derecesine hiç kimsenin ameli ref’ olunmıyacaktır (ancak onun kadar ve daha ziyâde diyenlerinki müstesnâdır.)

    [1] Et-Tergîb, c. 2, s. 449.

  • Buhârî ile Müslim’in müttefiken rivâyet ettikleri hadîs-i şerifde ise, Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem, arkasında Muâz (r.a.) ile bir yere giderlerken, «Yâ Muâz ibni Cebel» diye üç kere seslenmişler, o da «Lebbeyk ve sa’deyk yâ Resûlallah» deyince, buyurmuşlar ki:

    «Kim bütün kalbiyle inanarak Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın resûlü olduğuna şehadet getirirse, muhakkak Allah Teâlâ Hazretleri o kulunu nâre yani Cehenneme haram kılar».

  • Ve yine;

    Müslimin rivâyetinde ise, bir kimse (Lâ ilâhe illallah) diye şehâdet getirirse Allah Teâlâ o kimse üzerine Cehennemi haram kılar, buyurulmuştur.

  • Ebû Sa’îd el-Hudrî (r.a.)’ın rivâyetinde ise, Mûsa aleyhisselâmm, «yâ Rab bana bir şey talîm et ki onunla seni zikr edeyim ve sana duâ edeyim» demesi üzerine, Allah Celle ve Alâ Hazretleri, (Lâ ilâhe illallah) de buyurmuştur. Tekrar, «Yâ Rab bütün kulların onu söylüyor» deyince, Cenâb-ı Hak Teâlâ ve tekaddes hazretleri, (Lâ ilâhe illallah) de buyurmuş. «Ya Rab bana mahsus bir şey istiyorum» demesi üzerine, Hallâk-ı âlem celle ve alâ hazretleri buyurmuşlar ki: «Yedi kat gökler ve yedi kat yerler terazinin bir gözüne (Lâ ilâhe illallah) da diğer gözüne konmuş olsa, kelime-i tevhîd —ecir ve sevab— cihetinden onlardan ağır gelir».

  • «Kim lâ ilâhe illallah derse, Cennete girer ve Allah onu Cehenneme haram eder.» gibi hadis-i nebeviyyeler en büyük tebşiratlardır. Fakat, bu kelime-i tevhidi söylemekle yapılan başka günahlar veyâ şerîatin hâricindeki hareketler, namazı inkâr ve şâir ferâizi inkâr veyâ küfrü mûcib olan Şerîat-i Ahmediye ve sünen-i nebeviyeyi tahkir ve istihzâ veyâ bunlara mümâsil işler yapılmadıkça demekdir. Yoksa her fenâlığı yapıp da sonra benim tevhidim var demek abes olur.

  • Lâ İlâhe İllallah Demenin Faziletleri

    — Lâ ilâhe illallah vahdehû lâ şerike leh demenin faziletleri

  • Her kim günde on kere:

    derse, Hazret-i İsmâil neslinden on köle âzâd etmiş gibi sevâba nâil olacağı ve tam bir ihlâsla kalben tasdik, lisânen de söylediği takdirde, hazret-i Allâh celle ve alâ’nın o zikri söyleyen kuluna re’fet ve rahmet nazarıyla bakacağı ve onun tevhidini ve şükrünü kabul edib, taleb ve isteklerine icâbetle hâcetlerini de kazâ edeceği gibi bu tesbihi zikr edenlerden daha çok bir salih amel sahibi de bulunmayacağı ayrıca dirilmişdir.

  • Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem hazretleri:

    buyurmuşlardır. Meâli: «Duâların en hayırlısı Arefe gününde yapılan duadır. Ben ve bütün benden evvelki peygamberlerin duâlarının en hayırlısı da:

    zikridir. Hattâ bunu günde yüz defa söylemenin fezâili çok yüksek olmakla beraber sabah ve ikindi, hattâ akşam namazlarından sonra, çarşı ve pazarlarda dahî söylemenin fezâili saymakla bitmez ve tükenmez.»

  • Ba’zı rivâyetlerde ise: 

    olarak da bildirilmişdir. Bununla beraber, Allahu tebareke ve teala hazretlerinin rızası kasdiyle hangi şekliyle denirse densin, Allah Teâlâ Hazretleri de bu kelime-i tayyibenin okunduğundan naşî, o kurulunu cennetine ve ni’metlerine kavuşturur, buyurulmuşdur.

  • Binâenaleyh, bu gibi fezâil-i kesîreyi câmi olan ve Peygamberimizle beraber bütün büyük peygamberlerin de okuduğu bu çeşid tevhîdlerin okunması ve vird edinmesinin bir çok dünyevî ve uhrevî hayırları, ni’metleri ve pek çok faydaları olduğu akl-ı selîm sâhiblerince malûmdur. Gaflet edilmeyib bu fânî dünyâda ebedî âhiret ni’metlerine mazhar olabilmek için elden gelen gayreti sarf etmenin ne kadar münâsib olacağı cümlenin ma’lûmudur.

  • Lâ ilâhe illallah vahdehû lâ şerike leh demenin faziletleri

    KELÎME-Î TEVHÎD’DE İHLÂS

    — Kelîme-î Tevhîd’de İhlâs

  • Dahhak, Zührî, Süfyan-ı Sevrî ve ulemadan daha başkaları, gerek kelime-i tevhîd ve gerekse namaz, oruç, zekât, hac; bunların hepsi islâmın şartlarından ve farzlarındandır. Kelime-i şehadeti söylemeden, diğer farzları işlemek sahih olmaz. Bir kimse kelime-i tevhidi söyleyip de farzlardan birisini inkâr ey leşe biz de onun küfrüne hükmederiz, demişlerdir. Ve tabiî Cennete de giremez.

  • Zeyd b. Erkam radıyallahu anh der ki: Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem buyurdular ki:

    yani: «Her kim ihlâs ile birlikte (lâ ilâhe illallah) derse Cennete dahil olur.»

    Dediler ki: «Bu kelimenin ihlâsı nedir?» buyurdu ki:

    — Onu, Allah Teâlâ’nın haram ettiği şeylerden menetmesidir. Bu da bize bildiriyor ki, tevhidin faydası, Allah Teâlâ’nın emirlerine imtisal ile beraber, yasak ettiği bilumum ufak-büyük günahlardan ictinab ile mümkündür.

  • Yoksa yasaklardan ve günahlardan; hem manevî günahlardan kaçınmadan ve korkmadan dünya ve âhirette faydalanmak mümkün değildir. Münafıklar her ne kadar canlarını ve mallarını bu kelime-i tevhidi söylemekle kurtarmış olsalar da, Allah Teâlâ’nın çeşitli azâblarından ne dünyada ve ne de âhirette kendilerini kurtarmaları mümkün değildir.

  • Onun için, ey aziz kardeşim, sen bu kelime-i tevhidi söylediğin müddetçe de kendini kontroldan hâli ve boş bırakma. Daima kendini ciddî bir şekilde kontrol eyle. Allah Teâlâ’nın seni daima ve her yerde gördüğünü ve her yaptığını görür ve bilir olduğunu ve dâima seni gözlemekte olduğunu sakın unutma.

  • Esma-i hüsnayı iyi oku ve onların mânasına dikkat eyle. îşte o zaman söylediğin «Lâ ilâhe illallah»ın seni meleklere ve meleklerin de üstüne çıkaracağına inan.

  • Bak şu Ramuz-i şerif hadîsinin metnine sayfa: 463, Lâ kelimesi ile başlayan hadîsler: 

    «Lâ ilahe illallah, kulları Allah’ın gazabından meneder dünyayı dinleri üzerine tercih etmedikleri müddetçe. Her ne zaman ki dünyalarını, dinleri üzerine tercih ederler de sonra yine lâ ilahe illallah derlerse bu sefer bu tevhîd onların üzerine reddolunur ve Hz. Allah celle ve âlâ buyuruyor ki: Siz yalan söylüyorsunuz.»

  • Buna ne diyeceksiniz ve ne diyebiliriz. Çünkü bu kelime-i tevhîd olan «lâ ilâhe illallah»ın içinde, Allah Teâlâ’nın görür, bilir, işitir olduğunu herkesin bilmesi gerektir. Bu üç sıfat pek mühimdir. Bir müslümanın hem «Allah» demesi hem de bir çok günahları işlemesi acaba hiç mümkün müdür?

    Maalesef hepimizin başında olan büyük hem de çok büyük bir ibtilâ. Artık bu, bizim şuursuzluğumuzdan mı, yoksa nefsimizin galebesinden mi? Her nedense bir taraftan Allah Teâlâ’yı zikreder, diğer taraftan da bir çok günahları irtikâb ettiğimizi inkâra imkânımız da yoktur.

  • Bana kalırsa bu hal bizim ihlâsımızın zafiyyetinden olsa gerek. Lâkin ne de olsa bu hadiseler tabiatı ile hepimizi son derecede üzmektedir. Cenâb-ı Hak cümlemizin muini olsun bir taraftan ihlâsımızı, bir taraftan da îmanımızı kuvvetlendirsin de zikri ile meşgul olup gönüllerimizi uyandırsın. Hakk’a tam mânasiyle sarılıp emirlerini dinleyip bütün yasaklarından da arslandan kaçar gibi kaçmak ve herhalde bütün emirlerine muti ve münkad olmak devlet ve şerefine nâil eylesin. Âmin.

  • Saadet ve selâmet, ancak, bu kelime-i tayyibeyi söylemek ve ona lâyık olduğu tazimat ve tekrimatı ve saygıyı da elden bırakmadan ve âdâbına uygun bir şekilde her zaman ve her yerde zevkle, aşkla, cân-ı gönülden zikredip emirlerine itaat etmekle beraber yasaklarından da son derece korkup, âdeta bir ejderhanın ve bir aslanın önünden kaçar gibi kaçmakla olur.

  • Merkebi görmez misiniz? Kurdun korkusunu duyar-duymaz kendini en tehlikeli yerlerden atıp kaçıp kurtulmağa çalışır. Halbuki vücud bir fani ceseddir. Bugün olmazsa yarın ona ölüm gelecektir, ondan kurtulmak da yoktur. Fakat günahlar ve yaramaz kötü huylar ise birer manevî zehirli mikroba benzer. Cesed ölmese de ruh denilen, gönül denilen Hak sarayından eser kalmaz. İsmi, insan, kendi âdeta bir canavar.

  • Kelîme-î Tevhîd’de İhlâs

    — Bir Hikâye

  • Birgün, Ilgın kaplıcalarında iken gelen ziyaretçi misafirlerden kasabanın Müftîsi ile Askerî şu’be Âmiri, bir yarbay Beyefendi ikram edilen çayımızı içmediler. Israr üzerine oruçlu oldukları anlaşıldı. Çocukların süt emme meseleşi konuşuluyordu.

    O sırada Yarbay Bey şöyle bir vak’a nakletti: «Bir hanımefendi çocuğunu el arabasına koyup çarşıya çıkmış, alış-veriş için çocuğu, kapı önünde arabada bırakıp bir dükkâna girmiş. O sırada bir hâin kaçakçı kadın, çocuğu arabadan alıp kaçmış.

    Hammefendi dükkândan çıkınca ne baksın; çocuk yok. Her ne kadar aratırsa da bulamadan evine dönmüş ve kocasına çocuğun çalındığım söylemiş. Koca da hiddetinden, senin artık burada işin yok, haydi git babanın evine, diye hanımı kovmuş.

    Hanımefendi ağlaya ağlaya babasının yanma gitmek üzere trene binmiş. Trende bir kadın mütemadiyen kucağındaki uyuyan bir çocuğu sallamakla meşgul. Her nasılsa bir aralık çocuğu oturduğu yere üstünü örtüp bırakıp def-i hâcete gitmiş. Çocuğu kaybolan kadın da merakla fırsattan. istifade çocuğunu yüzünü açıp bakmış.

    Bakmış ama ne görse beğenirsiniz! Çocuk, kadının çalman çocuğu. Hemen polise haber verip çalan kadını yakalamışlar. Fakat ne kadar acı bir hâdise, çocuk öldürülmüş ve karnı yarılıp içine esrar doldurulmuş. Bak dinsizlik canavarlığına. Bu cinayeti, emin olunuz insan şuurunu taşıyan hiçbir kimse yapamaz. Yapamaz amma işte o günahları irtikâb ve kötü huyları itiyad, bak insanı ne hale getiriyor.

  • İnsanların ceplerinden paralarını çalan yankesicilerle, ev soyan, dükkân soyan hırsızlarla cana kıyan katillere ne diyeceksin.

    Hele şu seçim esnasında insanların birbirlerinin aleyhinde kullandıkları propagandalara şaşırmamak mümkün değil.

  • İnsanın, «Bu insanların müslümanlıkdan hattâ insanlıktan bile hiç nasibi yok!» diyeceği geliyor. Çünkü müslümanlık yalanı katiyyen istemez ve müslüman, ölür yine yalan söylemez. Hıyanet de müslümanlıkta yoktur.

  • Aynı zamanda müslüman, ayıp açmak için insanların şereflerini kırmaz ve onlarla istihzayı da hiç sevmez. Yalan, iftira, bühtan, hile, hud’a müslümanlıkta bulunmadığı gibi, müslüman müslüman kardeşinin canını, malını, ırzını, şerefini, canı gibi muhafaza eder. Müslüman kardeşine başka birisi iftirada bulunsa onu derhal himaye edip; hayır öyle değil, diye onu tevil edip, korumağa çalışır.

  • «Mü’min; insanların, elinden ve dilinden emniyette olduğu kimsedir.» değil mi? Söyle bakalım bu kadar yalanı ne cesaretle söyleyebildin? Bir mü’mine kâfir demenin ne kadar günah olduğunu bilmez misin? Sonra, o kâfir değilse kâfir, o sözü söyleyen olur. Bunu da bilmez misin? Pek çabuk geçecek olan bu dünyanın nesine aldandın da bu denâati ve bu kötü çirkinliği yapabildin.

  • Müslim, müslüman kimdir? denince Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem nasıl tarif ediyor gördün. Sen bunları hiç mi okumadın veya dinlemedin? Yoksa senden başka müslüman mı yok? Sonra müslüman ayıp açmak ve onu teşhir edip âleme rüsvay etmek için midir. Yoksa, Settar-i uyub olan Hz. Allah’ın ayıplarımızı her an örttüğü gibi bizim de ayıpları örtmemiz lâzım gelmez mi? Müslümanlık bunu icab ettirmez mi? Bunları bir hıristiyan yapsa hiç ayıplanmaz. Nasılsa küfrü iktizası, yeri cehennemdir.

    Ne yazık, bu kadar fenalıkları hep müslümanlık dâvasında bulunup müslümanlığı da başka bir kimseye lâyık görmeyen insanlar yapıyor. Hem kör hem sağır, adı müslüman, kendisi yaman (kötü) bir canavardan daha yaman. Âdeta insan yiyen yamyamlar gibi yapıyor.

  • Aman ya Rab! Sen bizleri böyle insanlığımızı, İslâmlığımızı, dinimizi elimizden alacak olan kötü huylardan çirkin ahlâklardan, çirkin ve yaramaz hareketlerden fazl u keremin ve lûtf u inayetin ile hıfz u himaye eyle.

  • Bir Hikâye

    — Îman Tazelemek

  • Çok şükür Cenâb-ı Hak tevbe kapılarını açık bırakmış, nedâmet ve pişmanlıklarla kendisine iltica edenleri afvedip kabul edeceğini beyan buyurmuş. Fakat hukuk-ı nâsın öyle kolayca afvı mümkün değildir. Zulmedip iftira ettiğin, ırz ve şerefini ayaklar altına aldığın kişinin de seni afvetmesinin lâzım olduğunu herhalde bilmen gerek. Bu suretle îmânımız eskimektedir. Eskiyen elbiseler gibi, bunu da tazelemek lâzımdır.

  • Bu hususta Ebû Hüreyre radıyallahu anh «et-Tergîb-vet-Terhîb»deki 12 nolu hadîste şöyle demektedir: Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem buyurmuşlar ki:

    Sîzler îmanlarınızı tazeleyiniz; Demişlerki:

    — Îmanımızı nasıl tazeleriz? Buyurmuş ki:
    «Lâ ilahe illallah»ı çok söyleyiniz.

  • Bu kelime-i tayyibeyi çok söylemek hem îmanın tazelenmesine ve hem de îmanın kesb-i kuvvet etmesine sebeb olur. Bu kuvvet sayesinde hem günahlardan kaçmasına ve hem de kötü huyların tedricî bir şekilde, iyi huylara çevrilmesine sebeb olur. Ve bu sayede gâyet güzel ve örnek bir müslüman olur.

  • Bakınız bugün, 86 yaşında Hacı İbrahim efendi isminde bir ziyaretçi geldi ve bana şöyle dedi: Biz Peygamberimize «Ve eşhedü enne Muhammeden abdühu ve resulüh» demekteyiz. Abd bir kuldur ki, onun hiçbir şeyi yoktur, bütün kazancı efendisine aittir.

  • Binaenaleyh bu yokluk denilen fena fillâh mertebesidir ki, kulun Allah yolunda tam mânası ile Hakk’a teslimiyyetini icab ettirir. İşte bu halin tahakkukkundan sonra beka billâh hâsıl olur ve o zaman hem kendisi ve hem de hemcinsi olan beşeriyyete faydalı bir kimse olur. Artık sözü sohbeti dinlenir ve kendisinden maddî ve manevî istifadeler hâsıl olur.

  • Onun için senden ricamız şudur ki: Allah’ın zikrini dilinden bırakma ve gönlünden sakın çıkarma ve iyi bil ki, bütün saâdet ve selâmet bu zikrullahtadır. Onun için Cenâb-ı Peygamber Efendimiz, bütün eşyanın gün geçtikçe eskimekte olduğunu, bir taraftan da kirlenmekte olduğunu beyan buyururlarken eskimişlerin yenilenmesi için tecdidi îman dedikleri «lâ ilâhe illallah»ı çokça tekrar etmek ve kirlenen gönülleri de zikrullaha devam ile parlatmak gerektir.

  • «Her pası gideren bir cilâ vardır. Kalblerin cilâsı ise Allah’ı zikretmektir. Şüphe yok ki, her şeyin bir parlatıcısı vardır. Kalblerin parlatıcısı ise Allah’ı zikretmektir.»

  • Zira bütün eşyanın hep kirlenmek ve paslanmakta olduğunu her zaman görmekteyiz. Aynı zamanda bunların temizlenmesi için çeşitli usuller ve ilâçlar vardır.

    Meselâ: Çamaşırlarımız kirlenince sabunla yıkanır, lekelenince, lekeciye veririz tertemiz olur, evlerimiz kirlenince badana yapılır. Vücutlarımız kirlenince de hamama gider yıkanır tertemiz oluruz, diğer şeyler de hep böyle.

    İşte bunlar gibi iç âlemi olan gönüller de kirlenince onun temizlenmesinin, ancak zikrullah ile mümkün olacağı beyan buyrulmaktadır. Cenâb-ı Hak cümlemizi, Hak sübhanehu ve Teâlâ Hazretlerini çok çok zikreden ehl-i tevhîd- den eylesin. Âmin!

  • Dünyanın bütün nimetleri fâni! Bugün sağ iken bir de bakarsınız ölmüş veya göçmüş derler.. Bugünün varının, yarın yok olmakta olduğu apaçık hepimizin gözleri önündedir.

    Binaenaleyh, bu fâni dünyanın fâni olan nimetlerine aldanıp Hakk’ın zikrini, fikrini, ibadet ve tâatını bırakmak kadar acı bir şey yoktur. İşte bunları bizlere duyurmak için Cenâb-ı Peygamber Efendimiz, Allah Teâlâ’nın zikrini çok çok yapmayı tavsiye etmektedir.

  • Ebû Hüreyre radıyallahu anh’tan; Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem buyurmuşlar ki: «Sizler şehadet kelimesi olan «EŞHEDÜ ENLÂ İLÂHE İLLALLAH»ı ölmeden veya hasta olmadan önce çok söyleyiniz.»

  • Ma’lûmdur ki, bir gün gelip o güzel canını yüzler solacak ve o konuşan güzel diller susacak. Ve bunlara ilâveten bazı fitneler de vardır ki, insana dünyası dar gelir, şaşkın bir halde ne yapacağını da şaşırır. İşte sizler böyle hadiselere düşmeden Cenâb-ı Hakk’ın zikrini çok yapınız ki, size fayda ancak bu zikrullahta vardır.

    Zira Allah Teâlâ Hazretleri, kendisini zikreden ve emirlerine muti olan kullarını her zaman ve her yerde hıfz u himaye eder.

    Cenâb-ı Peygamberi ve Ashab-ı kiramı koruduğu gibi,

    «Allah seni insanlardan koruyacaktır.»[1] âyet-i çelilesi mucibince...

    [1] Maide: 67.

  • Cennet’in Anahtarı:

    — Cennetin anahtarı, «şehadetü en lâ ilahe illallah»dır.

     

  • Malûmdur ki, anahtarların çeşitli dişleri vardır ve çeşitleri vardır. Bunların dişleri ise, beş vakit namaz, oruç, zekât, hac ve kelime-i şehadettir. Bu dişler olmadıkça cennet kapısını açmak ve anahtarı uydurmak mümkün değildir. Ve yine ma’lûmdur ki anahtarın elde olması da kâfi değildir.

    Zira yollarda bir takım eşkıyalar vardır ki insanın hem malını alır ve hem de canına kıyarlar. Artık anahtar neye yarar. İşte bu âhiret eşkiyaları da günahlar, kötü huylar ve ahlâksızlıklardır. Bu ahlâksızlıkların yegâne sebebi imansızlık veya zayıf bir îman ile nefse esir, hevâsına esir, şeytanın da esiri ve oyuncağı oluşudur.

  • Binaenaleyh, cennete kolayca girebilmek isteyen her müslümanın ilk vazifesi nefsin ve şeytanın elinden yakayı kurtarıp Hakk’ın emrine münkad olmaktır. Başka çare yoktur. Bunun için en güzel çare tevhidi mümkün olduğu kadar çoğaltmak ve ehl-i sünnet akidesine mensup dindar, sâlih, zâhid, âbid, âlim ve fâzıl kimselerin sohbetlerine devamla beraber, namazlarını mümkün oldukça cemaatla kılmağa çalışmak ve yine İslâm cemaatının her türlü faydaları ve çıkarları için elinden geldiği kadar hem de yılmamak şartı ile çalışmak gerektir.

  • Sonra müslümanın daima uyanık olması, dost ve düşmanını iyice belleyip, müslüman aleyhdarı propagandaları hem dinlememek ve hem de onların ağızlarının cevabını pek iyi bir şekilde vermek ve «Ben müslümanım müslümanlar da benim kardeşimdir» demek lâzımdır. Ve yalnız, sahte, uydurma, seçim müslümanlarına aldanmamalarını da hatırlatmayı vazife sayarız. Menfaatları için müslümanlara çamur atan müfterilerin şerlerinden Allah cümlemizi korusun.

  • Müslüman bir delikten iki defa sokulmaz derler. Yani mazisi belli zararlı insanlardan korunmak ve sakınmak lâzımdır. Yılan her zaman yılan, arslan her zaman arslan, kurt da her zaman kurttur. İnsanların içinde yılan gibi sokucu, arslan gibi parçalayıcı, kurt gibi saldırıcı, insan kılıklı fakat kurt tabiatlı mahlûklar vardır ki, her nevi hayvandan daha çok zararlıdırlar.

  • Îman Tazelemek

    — Lâ İlâhe İllallah’ın Zikri

  • Kelime-i tevhîd o kadar mübarek bir kelimedir ki, her kim ne zaman —gecede ve gündüzde— candan sıdk ile «Lâ ilâhe illallah» zikrini söylese, o gün ve gece yapmış olduğu seyyiatlar silinir, yerlerine sevaplar yazılır. Bu ise sırf Allah Teâlâ’nın mü’min-muvahhid kullarına bir lûtf u ihsanıdır.

  • Bizlere düşen vazifelerin başında, Allah Teâlâ Hazretlerini her an ve zamanda can u gönülden çeşitli zikirlerine devam ederek, bu nihayetsiz lütuf ve ihsanlarına nail olabilmeğe çalışmaktır. Bunun için de gece ve gündüz Hz. Allah’a duâ ve iltica edip: «Aman ya Rabbi, bizi bize, göz açıp kapayacak az bir zaman dahi olsa kendi halimize bırakma!» diye duâ ve ilticada bulunmak da şarttır. Çünkü Hakk’ın lûtfu, tevfikı ve ihsanı olmadan hiçbir şey olamaz. 

  • Hz. Ömer’in oğlundan rivayet olunan hadîsi şerifte ise ehl-i tevhîd hakkındaki müjde pek güzeldir. Şöyle ki, ehl-i tevhide, yâni, «lâ ilâhe illallah» zikrine devam edenlere kabirlerinde hiçbir korku olmadığı gibi, kabirlerden çıkışlarında yâni, mahşer gününde ikinci bir hayat günü, herkesin yaptığını göreceği, ya cennet veya cehenneme sürükleneceği el-ba’sü ba’de’l-mevt günü dahi bir korku, hüzün ve keder yoktur. Âdeta ben onların, yâni «lâ ilâhe illallah» diyenlerin, başlarından toprakları silkerek ve:

    «Bizden tasayı gideren Allah’a hamd olsun» diyerek kalktıklarını görmekteyim.

  • Bu korku hem son nefeste îmanın muhafazası veya rızık ve bu husustaki fitnelerin korkusu, haramların karışmasından nâşî korku olsa gerek veya nefsin ve şeytanın fitnelerinden korkması ki korkuların en büyüğüdür. Zira bu nefis ve şeytan insanda ne insanlık ne de müslümanlık bırakır. En büyük düşmanımız ise bu ebedî ve ezelî olan nefs ile şeytandır. Bunları iyi bilmek vazifelerimizdir. Bütün sermayemizi elimizden alıp götüren ve bizi çırılçıplak bırakan gaddar düşmanları tanıyıp şerlerinden kurtulmak şart değil midir?

  • Cenâb-ı Hak cümlemize tevfikını refik buyursun da bu kelime-i tayyibeyi daima ve çokça olarak zikreylemek nasib ve müyesser eylesın. Amin.

  • Şu hadîs-i şerif çok dikkate değer (Yala b. Şeddad’dan). Şeddad b. Evs radiyallahu anlı söylüyor: Ubade b. Samit radiyallahu anh de orada hazır olduğu halde söylenen sözü kasdediyor,

    Şeddad diyor ki: «Biz Resûlullah Efendimizin yanında idik, buyurdular ki «İçinizde garîb (yabancı) ehl-i kitaptan kimse var mı?» dediler.

    Biz de «Yok ya Resûlullah!» dedik.

    Bunun üzerine kapının kapanmasını emir buyurdular ve ellerinizi kaldırınız ve hep birden: «Lâ ilâhe illallah» deyiniz, dediler.

    Biz de bir müddet, bir saat ellerimizi kaldırarak «lâ ilâhe illallah» dedik. Bu kelime-i tevhîd her ne kadar metinde yoksa da cümlenin gelişinden anlaşılmaktadır ve ehl-i ilim indinde malûmdur. Sonra Peygamberimiz «Elhamdülillâh» dediler ve:

    «Ya Rab, sen beni bu kelime-i tevhîd üzerine ba’s buyurdun ve bunu söylemekle emir buyurdun ve bu kelime üzerinde olanları cennet ile va’d ettin. Sen ki va’dinde hulf etmezsin».

    Ve bundan sonra bize dediler ki: «Sevininiz, muhakkak Allah Teâlâ sîzleri mağfiret eyledi.» (İmam Ahmed ve sair raviler basen isnadla rivayet ettiler.)

    O gün bu kelime-i tevhidi, yâni «Lâ ilâhe illallah» kelimesini söyleyenler nasıl mağfiret-i İlâhiyyeye mazhar oldu iseler, bugün de, yarın da kıyamete kadar bu kelime-i tayyibeyi zikredenler her yal ü şanda muhakkak ve muhakkak mağfiret-i İlâhiyyeye mazhar olacakları gibi, enva-ı çeşit İlâhî nimetlere de nâil olurlar.

  • Lâ İlâhe İllallah’ın Zikri

    YERDE VE GÖKTE TEVHÎD’İN HÂKİMİYETİ

    — Yerde ve Gökte Tevhîd’in Hâkimiyeti

  • Nuh aleyhisselâmın oğluna yaptığı nasihat şöyledir:

    — Ey oğlum! Sana iki şeyi işlemeni ve diğer iki şeyi de terk edip işlememeni vasiyyet ederim.

    Vasiyyetimin birisi, «Lâ ilâhe illallah» kelimesidir. Zira bu kelime-i tayyibe terazinin bir gözüne, yer ve gök de, o kadar büyüklüğüne rağmen, terazinin diğer gözüne konmuş olsa, «lâ ilâhe illallah» sözü onlardan çok ağır gelir. Sakın sen deme ki bu nasıl olur? Buna senin ve bizim aklımız ermez.

  • Zaten aklımızın erdiği ne var ki? Bir vücud ki, farzedelim 100 kilodur. Bir de aklımızın varlığını teraziye koysak elbette 100 kiloluk vücud ağır gelecek deriz. Fakat aklı olmayan 100 kiloluk vücudun ne kıymeti vardır. Belki akılsız o vücud baştanbaşa zarardır. İşte tımarhaneler, ibretle bakacak olsak bizlere ne büyük dersler ve ibretler vardır. Bizim vücudumuzun aynı, bazan da kuvvette üstündürler fakat akıl nimetinden mahrum oluşları o güzelim canım vücudu hiçe indirmiş ve nihayet tımarhanelere hapsedilerek, halkı onların şerrinden korumak mecburiyetinde kalınmış. Bu yer ve gök de Allahu a’lem buna benzer.

  • Bu kâinatın halk edilmesinin başlıca sebebi, bu varlığın sahibi olan Allah Teâlâ’yı tanımak ve bilmek ve emirlerine uymaktır. İşte bu kelime-i tayyibe olan «lâ ilâhe illallah» bu tanıma ve bilmenin tâ kendisidir.

  • Her kim ki bu tevhidi diline vird eder, gönlüne de nakş eder, amelini de buna göre uydurursa, yer ve gök onun emrine müsahhardır. Yâni yer ve gök tevhidin mahkûmudur. Hâkim «lâ ilâhe illallah» mahkûm da yer ve göktür. Elbette hâkimin sözü câri olacak. O zaman yer ve gökte hiçbir kuvvet ve kudret kalmamıştır. Binaenaleyh, tevhid hepsinin fevkindedir.

  • «Lâ ilâhe illallah» demek, «lâ fâile illallah» demekdir. Kâinatta fâil-i hakîki, yalnız Allah Teâlâ ve tekaddes hazretleridir. Binaenaleyh, mevcudattan hiç bir zerre, ne yerde ne de gökde, izn-i İlâhî olmadıkça kendi başlarına harekete muktedir değildirler. Güç ve kuvvet Allah Teâlâ hazretlerine mahsustur. «Lâ havle ve lâ kuvvete illâ hillâh» bunun yegâne delilidir.

  • Bu kesret içerisinde ve esbab âleminde dolaşan zavallılar bilmezler ki, kâinatta hiç bir zerre kendi başına, hiç bir harekete kâdir değillerdir. Bütün eşyâ ve mevcudât, küçük, büyük hepsi, Hâlık-ı Kâinât ve Mâlik’el-mülk olan Hak Celle ve Alâ hazretlerinin emir ve irâdesine müsahhardırlar. Kendi başlarına hareket etmelerine imkân yokdur.

  • Bir beyaz kâğıda yazılan yazılara, hal diliyle sorsanız ki, «sizi kim böyle karaladı, sen beyaz temiz bir kâğıddın.» Cevap verir, der ki «Bilirsiniz, ben kendimi karalayamam. Beni bu hale sokan mürekkebe sorun.» 

    Mürekkebe sorsanız, o da derki, «Bilirsiniz ki ben kendi başıma bunu yapmaya gücüm yetmez. Binâenaleyh, benden alıp kâğıda yazan ve karalayan kaleme sorun.»

    Kaleme de sorulunca, o da tabî’i şöyle cevab verir: «Efendi bilirsin ki, ben sulak yerlerde biten bir nebatım. Oradan beni kesip, kalem haline getirerek o kâğıda bu yazıları yazan parmaklara sorun. Benim hiç bir kabahatim yok» diyeceği tabiîdir.

    Parmaklara sorsanız ki, «niçin böyle yaptın» diye. O da der ki «ben de kemik ve deriden ibaret, canlılar kadar ölülerin de ellerinde bulunan bir parmağım. Kendi kendime hiç bir şey yapmaya kudret ve takatim yokdur.»

    Binâenaleyh, «onu, bana emreden irâdeden sorun» der. Îrâde de bunu ilme, akıla, ve kalbe havale eder.

  • Nasıl ki, otomobilin yürümesi her ne kadar tekerlekler vasıtasıyla ise de, bunu tekerlekden sorsanız, aynen kâğıdın verdiği cevap gibi silsile-i merâtible, tekerlek dingile, dingil dişliye, o pistona, o da benzine ve ceryana havale edecekleri gibi en nihâyet iş şoförün anahtarı açmasına ve ceryanın benzini ateşlemesine nasıl bağlanıyorsa, bunların hiç birisinin kendi başlarına fâil-i muhtar olmadıkları anlaşılıyorsa, kâinatta bütün zerrâtın dahî hareketleri böyledir.

  • «Lâ ilâhe illallah»ın mânası «Lâ fâile illâ hû» demek olduğu tezahür eder. Yâni, meydana çıkar. Şeytan ve nefis sizi aldatmasın. Cenâb-ı Hakk’ın bizleri mes’ul etmesi için, bize de bir irâde-i cüziyye vermişdir ki, bununla Cennet veya Cehennem kazanılabilir. İrâdelerimizi hayırlara sevk edersek bundan Cenâb-ı Hak da râzıdır. Cennet kazanılır. Kötü ve günah yerlere harcarsak, şüphesiz bundan da Cehennem kazanılır ve sahibi, mesul olur.

    Yine ikisinin de, hayrın da, şerrin de hâlıkı, Allah Zü’l Celâl hazretleridir. Bunların işlenmesine kuvvet ve kudret veren yine kendisidir. Hâlıkıdır ve lâ’kin, o kötü fiillerden de râzı değildir. Bundan dolayı sahibi mesuldür. Cezâî sebeblerdendir. (Âmentü billahi) de, (hayrihî ve şerrihî) dediğimiz işte budur.

  • Ne zaman ki bu kesretten kendimizi kurtarır, müsebbibü’l-eshab olan Allah Teâlâ’nın fiilini görüp, müşâhede ve mükâşefeye erersek, işte o zaman fâil-i hakîkînin, Allah Teâlâ ve tekades hazretleri olduğu tezâhür eder ki, buna «Lâ fâile illâ hû» denir. «Halbuki sizi de yaptıklarınızı da Allah yaratmıştır.» Âyet-i celîlesinde bunu apaçık beyân etmektedir. İşte o zaman insan kendini kesretten kurtarır.

  • Gayet durgun bir deniz, fırtınası da yok, gemi de sağlam, hava da güzel olunca, o seyahatin tadına doyum nasıl olmazsa, bu îman sahihlerinin keyfine ve saltanatına da öylece doyum olmaz. Lâkin bu makama ulaşan bahtiyarların sayısı da pek azdır. Bütün insanlar hemen hemen kesret âleminden çıkamadan ve dünyânın lezzetine doyamadan âhir eti boylarlar. Allah cümlemizi sevdiği ve razı öldüğü bu îman sahihlerinden eylesin.

    Âmin.

  • Yerde ve Gökte Tevhîd’in Hâkimiyeti