Zikrullahın Faydaları

KAPAK

— Yayınevi

  • «Bu eser, M.Z.K. (Rh.a.)’in bir konuşmasının tam metnidir.»

     

    Mehmed Zahid Kotku (Rahmetullahi Aleyh)

     

    Merkez: Selânik cad. 49/1 - Kızılay - ANKARA - Tel: 25 24 43
    Şube: Hacıbayram Cad. 12 – Ulus - ANKARA - Tel: 12 65 28
    Şube: Feyzullah Ef. Sok. 6 - Fatih - İSTANBUL - Tel: 524 16 00

     

    SEHA NEŞRİYAT: 3
    Sohbet Serisi: 2

     

    Kapak: Göze Grafik
    Kapak baskısı: Temel Matbaası
    Dizgi: Türkiyat Matbaacılık
    Baskı: Gümüş Basımevi
    Cilt: Acar Matbaacılık tesisleri

     

    İSTANBUL – 1985

  • Yayınevi

    — İçindekiler

    • İman - 7
    • İsm-i azam - 10
    • Meclislerden kalkarken okunacak duâ - 13
    • Allah lafzının faydaları - 16
    • İyi huy ve ahlâklara sahip olmak - 22
    • Göz nimeti - 24
    • Zikrin faydaları - 25
  •  İçindekiler

    ZİKRULLAHIN FAYDALARI

    — GİRİŞ

  • Elhamdülillah! Rabbil âlemin. Vessalâtü vesselâmu ala Rasûlina Muhammedin ve Âlihî ve sahbihî ecmaîn.

  •  GİRİŞ

    — İMAN

  • İman nelerden ibarettir? Allah’a iman, âhirete iman, kitaplara iman, meleklere iman, peygamberlere iman, ölüme iman, ölümden sonraki dirilişe iman, cennete iman, cehenneme iman, hesaba iman, mizana iman, hayır ve şer bütün kadere iman. Bunlara inandın mı mü’min olursun.

    İmanın bir alt kısmı var, bir de üst kısmı var. Üst kısmına kâmil iman diyorlar, olgun iman, imanın olgun olması, kâmil olması. Gönülde Allah sevgisi uyandıktan sonra imanda kemal başlar. Gönülde Allah sevgisi olmadıkça iman zayıftır. Zafiyetiyle yaptığı taatlar da öyle olur.

  • Bir hadîs-i şerifte Hz. Peygamber imanı şöyle tarif ediyor bize:

    İman haddizatında anadan doğan bir yavru gibi çıplaktır. İmana bir ziynet lâzım. Bu nedir? «El-hayâü», hayâ yani. Hayâsız iman çıplak insana benzer. Çıplak insandan nasıl ürkülür, kaçılırsa hayâsız insandan da böyle kaçılır demektir. O hayâ ki bütün nebilerin en büyük huylandır, ahlâkları hayâ iledir. «Li enne bil hayâi yecidü halâvete’l-îman» imanın tadı ancak bu hayâ ile bulunur diyor. Hayâ olunca imanda kemâl olur. Kemâl olunca imanın tadı olur. Hayâ olmayan insanda imanın tadını bulmağa imkan yoktur. Hastanın yemeğin tadını bulamadığı gibi, insan imanın tadını bulunca, Allahü Teâlâ’nın rızasını da bulur. İmanın tadı ile Allahü Teâlâ’nın rızası alınır.

  • İmanın libâsı, esvabı takva, malı da fıkıhtır. Yani bir insana mal lâzım, esvab da lâzım. Takva, yani Allah’dan korkma imanın esvabı oluyor. Takvası yoksa esvabsız insana benzetiliyor. Esvabsız insan çıplak insan demektir. Kışın da üşür, sıcağa da dayanamaz, soğuğa da. Esvab onu korur. Yani iman takvadan âri olursa korunmaktan âri olan çıplak bir insana benzer. Malı da fıkıhtır. Yani insan hayatında daima müşkülât içerisindedir.

    Binaenaleyh imanın da malı fıkıhtır, yani İslâm akaidini bilmesidir. İslâm akaidini bilmeyince imanı, malsız mülksüz bir adama benzer.

  • Bir de gerek imandan halavet, lezzet, tad alma, gerek Allahü Teâlâ’yı sevme, O’nun zikrine bağlıdır. Allahü Teâlâ’nın zikrini yapamayan insanda muhabbet-i İlâhî uyanmaz. Muhabbet-i İlâhîyeyi uyandıracak bir sebep vardır. Bu zikrullahtır. Zikrullah dolayısıyla muhabbet oluyor. Muhabbet dolayısıyla imanı kemâl buluyor. İmanın kemâlıyla insanlar dünyada da âhirette de saadette olur. Dünyada da âhirette de cennette olur.

  •  İMAN

    — ÎSM-İ AZAM

  • Onun için o büyüklerin dediklerinden size bir hülâsa okuyayım. Birisi İbni Abidin hazretleri, meşhur fakihlerimizden, İkincisi İmam Azam, üçüncüsü Tehavî hazretleri daha buna benzer bütün âlimlerin ittifakıyla (isimleri hep malûm ama saymadım) Allah lafza-i celâli ism-i azamdır. İsm-i azam diye bir laf aramızda söylenir. Ah şu ism-i azami bir elime geçirsem diyerekten. İşte o ism-i azamin ta kendisi Allah ism-i şerifidir. Âlimlerimiz Allah ism-i şerifi ile yapılan zikirden daha üstün ve âlâ makam olmadığını bildirmişlerdir.

  • Zikrin envai var: Ya Hu derler, Hay derler, Hak derler, Lâtif derler. Her tarikatın bir zikri vardır. Fakat bunların hepsinden en âlâsının Allah ism-i şerifi olduğunu beyan ediyorlar. Çünkü Hz. Allah (c.c.), Kur’ân-ı Azimüşşan’da «Yâ eyyühellezine amenüzkürullahe» Allah’ı zikredin diye emrediyor.

    Malûmunuzdur ki Allah ism-i şerifinin içinde esma-yı hüsnâ’da yazılı olan 99 ism-i şerifin mânâları mevcuttur. Onların içindeki o 99 kelimenin mânâsı Allah lafzının içerisine dürülmüş ve konulmuştur. Ona, onun için ism-i azamdır denilmiş. Lâkin diğer esmalarda bu hususiyet yoktur.

    Meselâ Rahmân, Rahim, Lâtif, Settâr bunlar da Allah’ın isimleridir. Fakat bunları zikrettiğiniz vakitte Allahü Teâlâ’nın o has olan ismi ile zikretmiş olmazsınız. Allah ism-i şerifi diğer isimler gibi değildir. Allah denildi mi Gaffar, Settâr, Rahmân, Rahim, Kerîm, Tevvab, Vehhab, Hak, Rauf vs... bütün isimlerin mânâlarını şâmil ve havidir. Diğer isimleri ile zikredilmekten daha evlâ ve âlâdır.

  • Allah ism-i şerifi ile zikredilmesinin bir hassası daha vardır ki, meselâ:

    • Allah kelimesinin başındaki elifi kaldırırsanız, Lillâh kelimesi kalır. «Lillâhi mâ fissemâvâti ve mâ fil ardi.» O da Allahü Teâlâ’yı haber verir.
    • Lamı kaldırsanız, «Lehû mâ fissemâvâti ve mâ fil ardi» diye yine Allahü Teâlâ’nın ism-i şerifi çıkar ortaya.
    • Elifle iki lâmı da kaldırsanız he kalır. «Kulhüvallâhû ahad, Hüvallahüllezi lâ ilahe illâ hû» âyetlerindeki Allahü Teâlâ’nın ismi o isimlerde zikredilmiştir.

    Yani Allah isminin her harfi Allah ismine tekabül eder.

  • Hülâsa, Allah dediniz mi Cenâb-ı Hakk’ın ne kadar ismi varsa onların hepsini zikretmiş olursunuz. Sevabınız da feyziniz de o kadar çok bol olur. Cenâb-ı Hak cümlemizi bu güzel ismini durmadan zikreden kullarından eylesin. Âmîn. Bihürmeti Seyyidil mürselîn.

  • Cüneyd rahmetullahi aleyh diyor ki, bu Allah ism-i şerifini zikredenler, nefislerinden geçerler, Hakk’a vuslata yol bulurlar. Bu hususlara riayetkâr olmakla, kalb gözleri daima Hakk’ı gözler ve bu zikrin nuru onların beşeriyet sıfatlarını yıkar ve mahveder.

    Ebül Abbas el-Mürsî hazretleri der ki: Zikrin Allah, Allah, Allah... olsun. Çünkü bu ism-i şerif esmaların sultanıdır. Bu zikirden ilim ve nur hâsıl olur.

  • Keşf ü keramet ve basiret gözlerinin açılmasına sebep olacağından Allah ism-i şerifinin zikrine çok devam edilmesini ve diğer zikirler üzerine tercih edilmesini tavsiye etmişlerdir. Gerek «Lâ ilahe illallâh» ve gerek sair zikirlerin bütün mânâlarını Allah ism-i şerifi mütezammındır. Akaid, ulûm, âdâb ve hakikatlerin hepsini şâmildir. Gaflet etme. Fani dünyaya aldanıp da Hakk’ın zikrinden mahrum kalma!

  • Zikri terkedenlerden sakınmanın lüzumu hakkında şunları söylemişlerdir. Cenâb-ı Hak, kulunun bir taraftan zikrini çok yapmasını emrederken, «Üzkürullahe zikran kesîra» derken, diğer taraftan da az zikretmenin zararını ve münafıklık alâmeti olduğunu bildirmiştir: «Ve lâ yezkürunallahe illâ kalila.» Yani, münafıklar Allah’ı ancak azıcık zikrederler. Bu âyet, gafillerden olmamayı emreder ve münafıkları zem ile az zikredenlerin onlar olduğunu beyan eder.

  •  ÎSM-İ AZAM

    — MECLİSLERDEN KALKARKEN OKUNACAK DUA

  • Efendimiz (s.a.s.) Hazretleri buyurur ki: «Hiçbir cemaat yoktur ki, bulunduktan meclisten Allahü Teâlâ’nın zikrini yapmadan kalkarlarsa, muhakkak ki kıyamet gününde bir merkep cifesinden kalkmış insanlar gibi olurlar.»

    Bunun için bizim bir duâmız vardır: «Subbaneke allahümme ve bihamdik. Eşhedü en lâ ilahe illa ente vahdeke lâ şerike lek. Estağfirake ve etûbü ileyk.»

  • Bunu meclislerden kalkınca okumanın lüzumunu Peygamberimiz (s.a.s.) bildirmiştir. Çünkü meclislerde bazı boş laflar da konuşmuş oluruz. Bazı günah sözler de kaçırırız. Bu istiğfar ve tesbih ile onları silmiş oluruz. Zıkrullahsız meclisin kıyamet gününde onlar için hüsran olacağını Ebu Davud, Hakim sahihlerinde zikretmişlerdir. 

  • Ezcümle Ebu Hüreyre (r.a.)’nin şu rivâyeti de şayanı dikkattir: «Bir kavim bir mecliste oturur da, orada zikrullah olmazsa veya Rasûlullah efendimize salavat-ı şerife getirilmezse bu meclis, oturan zatlar için ancak noksanlık, hüsran ve nedamet olur.»

  • Hattâ ehl-i cennetin nedamet ve pişmanlıklarından biri de dâr-ı dünyada iken zikirsiz geçirdikleri saatler ve zamanlar olacağını hadîs-i şerifler ayrıca bildirmiş.

  • Sehl hazretleri der ki: «Bu kadar nimetleri veren Allahü Teâlâ Hazretlerinin zikrini terketmekten daha kötü ve fena bir mâsiyet bilmiyorum.»

  • En büyük mâsiyet, bu zatın sözüne göre Allahü Teâlâ’nın zikrinden mahrum olmaktır.

  • Dillere zikrullahın zor ve ağır gelmesinin münafıklık alâmeti olduğunu bilerek derhal tevbe et ve niyaz eyle ki Allahü Teâlâ zikrini sana hafif ve kolay eylesin. Nusret ve tevfiki hidayet eylesin. Bunun için akıllı olan kimseye lâyık olan Hakk’ın zikri ile kalbini uyandırmak ve mü’minler sıfatıyla sıfatlanmaktır. Cenâb-ı Hakk’ın zemmettiği münafıklardan ayrılıp medh ü sena buyurduğu mü’minlerden olmağa gayret göstermek lâzımdır. Saadet ve selâmet ancak bundadır.

    Çünkü Hak Sübhanehü ve Teâlâ’nın zikri ile zakir olan kul, öyle bir İlâhî feyze ve lütf u ihsana mazhar olur ki, tarife imkanımız yoktur. Hele bütün aza ve zerreler bu zikrullahdan lezzet almağa başladığı vakitler yok mu ya? Artık o adamın gözüne hiçbir şey görünmez. Cenâb-ı Hak cümlemizi Hakk’ı candan ve ihlâsla zikreden aşıklar ve hakîkî müslümanlar zümresine ilhak eylesin.

  •  MECLİSLERDEN KALKARKEN OKUNACAK DUA

    — ALLAH LAFZININ FAYDALARI

  • Ulemamız bu Allah lafzının 100 tane faydasını zikretmişlerdir. Fakat okuduğum kitap bunun 45 tanesini almış. Ben o 45’ten bazılarını sizlere bildireyim:

  • 1 — Hiçbir kavim yoktur ki, Allahü Teâlâ’yı zikrettikleri vakitte, Allahü Teâlâ’nın melekleri de o kavmi tavaf etmesin.

    Biz Mekke-i Mükerreme’ye gidiyoruz ve Beytullah’ı tavaf ediyoruz. Biz «Allah» deyince melekler bizimle Kabe’yi tavaf ediyor. Bu Allahü Teâlâ’nın ne büyük lütfü. Rahmet-i İlâhiye kendilerini ihata eder ve üzerlerine sekine nâzil olur. Hak Sübhanehü Teâlâ o kavmi kendi indindeki meleklerine anar.

  • 2 — Her kim ki Kur’an okuması veya zikrullah ile meşgul olması dolayısıyla hacetlerini istemeye vakit bulamazsa, Allahü Teâlâ o kimseye, yalvaranların istediklerinden daha efdalini, istemeden verir.

  • 3 — Yarın kıyamette toplanan halkın arasından ehl-i keremin bilinmesi murad-ı İlâhî olarak emrolunur. Eshab-ı kiram, bu ehl-i kerem kimlerdir ya Resûlullah dediler. «Onlar camilerde Allahü Teâlâ’nın zikri için toplananlardır», buyurdular. Şimdi evde Allah deme ile camide Allah demenin arasındaki farka bakın.

  • 4 — Resûl-i Ekrem (s.a.s.) bir cemaat üzerine uğradılar. Toplanmışlar bir şeyler diyorlar. Efendimiz de onların arasına geldi ve niçin toplandıklarını sordu. Cevaben Allahü Teâlâ’yı zikir ve tahmid için dediler. Resûlü Ekrem efendimiz o zaman buyurdu ki: Şimdi Cebrail Aleyhisselâm geldi, bana haber verdi ki, Allahü Teâlâ sîzlerle meleklerine mübahat etmektedir, yani makam-ı iftiharda kullarını yadeder, meleklerine över olduğunu bana bildirdi. Siz böyle bir insansınız.

  • 5 — Bir kavim Allahü Teâlâ’nın zikri için toplanırlarsa, muhakkak semadan münadiler nida edip, onlara: «Mağfiret olundunuz ve hatalarınız da hasenata tebdil olundu» derler. Ne kadar büyük lütf-ı İlâhi! Biz oturuyoruz Allah diyoruz. Allah celle ve âlâ meleklerine emrediyor ki: «Onlara deyin, mağfiret olundular, mağfiret olunmakla beraber, hatalarını da sevaba çevirdim.»

  • Selman-ı Farisî hazretleri Peygamberimizin esbabından, kendisi Acemistanlı bir zat. Kısacık bir menkıbesini anlatayım:

    Bu, güneşe tapan Acemlerin bir beyinin evlâdı imiş. Babası kendi dinini öğreten papazlardan bir mürebbi tutmuş, evinden dışarı çıkarmıyor ki çocuğumun ahlâkı dışarıda bozulmasın diye. Hocası, evine geliyor ona dinini telkin ediyormuş. Onsekiz yaşını doldurduktan sonra, artık işe yarar bir hale gelince babası serbest bırakmış, işlerine de izin vermiş. Bu çocuk bu arada başka papazlarla da görüşmeye başlamış. Onların da fikirlerini ataraktan ateşe tapmanın iyi bir şey olmadığım anlamış, başlamış o papazlara hürmet etmeye, onların fikrine göre hareket etmeye. Uzun mesele, netice itibariyle bir papaz demiş ki: «Artık papazlığın hükmü bitti. Şimdi âhir zaman Peygamberi dünyaya geldi, hüküm O’nun hükmüdür. O’nu bulursan, iman et, O’nun dinine gir.»

    Bu da tavsiyeye uyarak uzun müddet gezmiş, Arabistan çöllerini aşaraktan Medine-i Münevvere’ye varmış. Peygamber Efendimizi tarif edilen evsafa göre bulunca iman etmiş ve iman şerefiyle müşerref olmuş.

    Bu zat Hendek denilen, muharebede Resûlullah Efendimize dedi ki: «Düşman geliyor müdafaa zorluğu var. Ya Resûlullah, biz Acemistan’da böyle muzdar halde kaldığımızda hendekler kazardık, düşmanın gelmesine mani olurduk, onu yapalım.»

    Efendimiz de tasvip etmişler. Hendek, bu Selman-ı Farisî Hazretlerinin fikri ile yapılmıştır. Hakikaten de düşman hendeği aşamayıp gerisin geri dönüp gitti.

    Selman-ı Farisî Hazretleri ashab-ı kiramla toplanmışlar Allahü Teâlâ’nın zikri ile meşguller iken, Efendimiz (s’a.s.) hazretleri bunların, yanına çıkagelmiş, sormuşlar ki: Ne yapıyörsünüz? Allah Teâlâ’yı zikrediyorduk demişler. Efendimiz (s.a.s) buyurmuştur ki: Ben rahmet-i İlâhiyenin üzerinize nâzil olduğunu gördüm de, sizin aranıza girmeyi severek, geldim. Bu rahmetli İlâhiyeden ben de müstefid olayım diyerekten, O rahmet-i îlâhiyenin bulunduğu yere seve seve geldim.

  • Yine Resûlullah şöyle buyurmuştur: Ümmetimden bir zümre ile bulunmaklığıma nefsimin sabretmesini emreden Allahü Teâlâ’ya hamdolsun: Yani: Hamd o Allah’a mahsusdur ki, bana ümmetimin zakir ve sabirleri arasında olmamı emrediyor, buyurdular. Buna ne kadar mütefekkirane dikkat edersek yine de azdır.

    O büyük Sultan-ı Enbiya Efendimizin şu hali ümmet-i Muhammede bir örnek olabilse. O peygamber iken, bu fukara zümresinin arasına girmekle iftihar ediyor. Bizim büyüklerimiz bu fukara zümresinin arasına girmek bir tarafa, onları hor görürler.

    O sultan-ı Enbiya Efendimizin şu hali ümmet-i Muhammed’e örnek olabilse! Ah bu bilginler ve ah bu servet sahibi insanlar. Neredeyse, «böyle bilgin ve servet sahibi insanlar olmaz olsun» diyeceği geliyor insanın. Bir bakımdan da haklı oluyor. Çünkü bunların kibir ve gururlarının hem kendilerinin hem de bulundukları İslâm camiasının mahv u perişan olmasına sebep olduğu pek aşikârdır.

  • Birbirleriyle kaynaşmayan cemiyetlerin her zaman yıkılmağa mahkûm olduğu görülegelmektedir. Bir binada taşlar birbirinden ayrılmağa başladığı zaman nasıl göçerse insanlar da böyle, fırkalaştı mı göçerler.

    Meselâ bu günün medeniyet vasıtaları denen tayyare, vapur, otomobil vs. deki hareketler hep bunlardaki parçaların, çarkların teknik kaidelere riayetleri ve birbirlerine sımsıkı irtibatlarının neticesi olduğu inkâr edilemez. Tayyareyi uçuran haddizatında pervaneler görünüyorsa da o pervaneyi çeviren âletlerden, çarklardan birisi bozulsa derhal irtibat kesilir, tayyareyi ben kaldırıyorum diye kendine mağrur, güvenen, övünen pervane hiç bir işe yaramadan soluğu yerde alır.

  • «El-mü’minu kel - bünyani.» Hangimiz hangimizin dostuyuz? «El mü’minûne ihvetün» Hangimiz hangimizin kardaşıyız? Anadan doğma kardeş bile birbiriyle geçinemiyor ki, biz geçineceğiz. Allah afvetsin hepimizi, bu kardeşlik rabıtasını biz temin edemedikçe daima böyle yukardan düşen tayyare gibi düşeriz, kurtulmamıza çare yok. Her şey de böyle.

  •  ALLAH LAFZININ FAYDALARI

    — İYİ HUY VE AHLÂKLARA SAHİP OLMAK

  • Onun için aziz kardeş, paraların ve bilgilerin senin olsun. Sen peygamberinin yaptığı gibi yap. Sakın paralarına ve bilgilerine güvenipde müslümanları ve bazı fakir fukarayı ve zuafayı hor görme. Onları öyle yaradan Allahü Celle ve Alâ’nın hikmetini düşün. Çünkü biz yaratmadık ki, O yarattı. Eğer seni öyle yaratsa idi, sana bu aklı ve zekayı, kudret ve kuvveti vermese idi, acaba elinden ne gelirdi?

    Binaenaleyh hiçbir şeyi kendine mal etme. Onu sana veren Allah’a şükret. Yoksulları da öyle yaratmış diyerekten elinden tutmağa çalış. Allahü Teâlâ’nın sana olan lütfunu katiyen inkâr etme ve alçak gönülle, tevazu ile hareket etmeye bak. Fakat ne yazıktır ki, insanın alıştığı adetlerden, an’anelerden, edindiği huylardan dönebilmesi kadar zor bir şey yoktur. Söyle, istediğin kadar söyle.

  • Bir kardeşimiz var; çocuğu yaramaz yetişmiş, geçen nasılsa cezalandırıldı; hapse de atıldı. Orada güzel çocuklar varmış, müslüman çocuklar, ona yardım etmişler. Namaza alıştırmışlar, abdeste alıştırmışlar. Tabii orası sıkı bir yer, başlamış Cenâb-ı Hakk’a yalvarmaya. Anası babası oh demişler, kurtulduk artık. Çocuk çıkıyor, kayboluyor gene kötü arkadaşlarını arayıp buluyor. Şimdi polis arıyor, anası babası arıyor, yok. Niçin, alışılan bir adetten kolaycacık vazgeçilmiyor, nefis derhal o şeyi istiyor, sevkediyor insanı o tarafa. Böyle derken sakın beni ayıplamayın. Hep tecrübelerle sabit, onun için büyüklerimiz «kötü huyları ancak teneşir temizler» demişler.

    Yine büyüklerimizin bir tabiri daha var: Dağların yer değişmesi mümkündür derlerse inan, bu dağı kaldırmışlar buradan, olur mu deme inan. Fakat ahlâkların, bahusus kökleşmiş ahlâkların değişmesi ve ıslahına pek nadir rastlanır. Bu sebepten, kişinin daima iyi huy ve ahlâklara sahip olabilmesi için; mutlaka iyi huylu, edebli, terbiyeli, ahlâklı, hayalı, ilim ve fazilet salihlerini bulup, onlarla hemhal olması ve bunları bulabilmek için de memleketinde mümkün değilse, bulacağı yerlere kadar gitmesi ve her türlü zahmetlere katlanması, insanın saadeti icabıdır ve boynunun borcudur. Bunu böyle yapmazsa ind-i İlâhide de mes’uldür.

    Zira insanlık denilen bu devlet-i uzma öyle hemen kolayca elde edilen birşey değildir. Her kıymetli şeyin ele geçmesi de öyle değil mi? Bu sebeple insana yakışan hareket, kibir, gurur, benlik değil, gördüğü her şeyden ibret almaya çalışmaktır.

  •  İYİ HUY VE AHLÂKLARA SAHİP OLMAK

    — GÖZ NİMETİ

  • Eşref-i Rumi hazretleri (İzniklidir, 18 halveti vardır, 18 sene halvet etmiş, dışarıya çıkmamış, riyazetle uğraşmış) diyor ki:

    «Bir göz anın, olmaya ibret nazarında,
    Ol düşmanıdır sahibinin baş üzerinde.»

  • Bu bir hakikattir. Cenâb-ı Hakkin bahşettiği bu göz nimeti pek büyük bir nimettir. Fakat bu göz, malûm her hayvanda da vardır. Asıl hüner, bu gözle kâinata ibret nazarıyla bakıp, eşyanın vücuduyla Hakk’a intikal etmektir. Yoksa hemen dünya menfaatlarını temin etmek için o gözün nurunu zayi etmek akıl kârı değildir. O güzel gözlerin ancak ebedî saadeti, âhiret saadet ve selâmeti, Cennet ve Cemalullah’ı kazanmak için verilmiş olduğunu bilmemiz gerekmektedir. Bütün azalar da aynı şekilde, yani dünya saadeti ile asıl maksat olan âhiret saadet ve selâmetini temin için çalışmanın lâzım olduğunu unutmamak gerekir.

    Cenâb-ı Hakk’ın dünya ve dünyadaki her şeyi bizim, âhiret saadetini kazanabilmemiz için yaratmış olduğunu da hatırdan çıkarmamak lâzımdır. Dünyada neler varsa hepsi bize hizmet ediyor, bizim de Allah’a hizmet etmemiz için, Allahü Celle ve Alâ cümlemizin muini olsun; Cennet ve cemali ile de ikram eylesin.

  • İbn Kayyım-ı Cevziye diye büyük bir âlim var, şimdi o âlimin sıraladığı zikrin faydalarını sayalım.

  • 1— Zikreden insanlar şeytanı boğar, onun belini kırar, işe yaramaz hale getirir. Zikreden kulun yanına şeytan sokulamaz. Allah ism-i şerifindeki ateş şeytanı yakan bir ateştir. Allah ismini anan insanın yanına şeytan sokulamaz.

    Şeytan haddizatında insanın damarları arasında dolaşan bir mahlûktur, inanmazlık etme, sen bugün o’mikrop dedikleri mahlûku görebiliyor musun? Göremiyorsun, hattâ onu onbin defa değil elli bin defa büyütüyorlar da. ancak o zaman toz halinde ufak bir şey görünüyor. Gözünle göremediğin, elinle tutamadığın şeyin varlığına inanıyorsun da, Allah’u Teala sana «şeytan vardır, melekler vardır» dediği vakitte «ben gözümle görmediğim şeye inanmam» diyorsun.

    Şeytan vardır aziz kardeş. Ondan Allah a sığınmak lâzımdır. Allah onu boşuna yaratmamış «kullarım bana sığınsınlar, onun şerrinden Bana iltica etsinler» diye, bu belâyı başımıza vermiştir. Çünkü o bizim başımızda olmazsa, biz Allah demeyiz kolay kolay. Ama sıkıya gelince «aman yarabbi kurtar şunun şerrinden bizi» diye yalvarıp yakarırız. Şeytanın beli kırılır Allah denildikçe.

    Bak, şu okuduğumuz Ezan-ı Muhammediye, «Allahü ekber, Allahü ekber» denildiği vakitte şeytan aleyhillane burada duramıyor. Allah Celle ve Alâ’nın anılması onu öyle kaçırıyor ki; nefes almadan ne kadar hızlı kaçarsa o kadar hızlı kaçıyor; o sesin gidemediği yerlere kadar. Şimdi hoparlörlerle ses çok uzaklara kadar gidiyor, o da çök uzaklara kadar kaçıyor. Fakat ezan bitince gene geliyor. Onun için gönülden dilden «Allah»’ı bırakmamak lâzım.

  • 2— Allahü Teâlâ zakir kulundan razı olur. Allah razı olduktan sonra daha ötesi kalmamıştır. Allah diyen insandan Allahü Teâlâ hoşnud oluyor. Onun için en büyük nimet Allahü Teâlâ’nın zikridir.

  • 3— Zikir kalbden gamı, gaybî gussaları giderir. Zikreden insan gam, gussa, keder nedir bilmez. Niçin? Canım, gamsız insan olur mu? Olmaz. Ama der ki; kaderin sahibi olan Allah’dır.

    İsmail Hakkı hazretlerinin dediği gibi, «Lütfün da hoş, kahrın da hoş.» der. İyi şeyler gelirken ne güzel, ama kötü şeyler gelince «off» diyoruz. «Lütfün da hoş, kahrın da hoş,» bu mertebede yani, altın, bakır, taş senin indinde bir olunca, kahır da hoş lütuf da hoş olunca o zaman ne gam olur, ne kasavet, ne keder. Hepsi Allah’dan der.

  • 4— Zikir kalbe ferah, sürür, genişlik verir. Allah dedikçe kalbde inşirah hâsıl olur. İnsan sıkıntı bilmez, kalb genişler.

  • 5 — Zikir, kalbi ve yüzü nurlandırır. Allah diyen insanların yüzlerinde bir nur vardır. Onun için hristiyanlara bakınız, yüzlerinden bellidir. Hristiyanların niçin nurları yoktur? Hemen biraz ihtiyarladılar mı, meymenetsiz bir hale gelirler. Bu Allah’ın nurundan mahrum oluşlarındandır. Müslümanlar ihtiyarladıkça nurlanırlar, nurları artar. Bu Allah’ın zikrinin bir ihsanıdır.

  • 6— Zikir, kalbi ve bedeni kuvvetlendirir. Zikrullahla meşgul olan insanların hem kalbi kuvvetli olur, hem de bedeni kuvvetli olur.

  • 7— Zikir, rızkı da celbeder. Allahü Teâlâ’nın ismini anmak suretiyle rızık bollanır, genişler. Cenab-ı Hak esbabını halkeder. Kolaylıkla ve rahatça merzuk olur.

  • 8— Zikir, sahibine mehabet, halavet, güzellik, parlaklık verir.

  • 9— Zikir, ruhu İslâm olana Allahü Celle ve Alâ sevgisini ihsan eder. Şimdi Allahü Teâlâ’yı sevelim ama, nasıl sevelim. Karşımızda güzel birisi olursa ona aşık olmak suretiyle bir sevgi hâsıl olur. Paralara olan sevgimiz, kadınlara olan sevgimiz bir varlığın karşımızda olmasıyla teşekkül ediyor. Fakat Allah’ı nasıl sevelim? İşte Allahü Teâlâ da eserinden kendisine intikal etmek suretiyle sevilir. Kâinata bakıyorsunuz. Şu kâinat nasıl bir levha? Ayından, güneşinden, yıldızlarından tut da bu yeryüzündeki bütün mahlûkatı, kendinde olan varlıkları şöyle bir tefekkür et. Bunu yaratabilmenin büyüklüğünü, yaratabilen bir kuvvetin nasıl bir kuvvet olduğunu tasavvur edebilirsen, Allah dediğin vakit, o Allah lafzından dolayı içinde O’na karşı bir sevgi hâsıl olur. Çünkü sevdiğin insanları bir cihetten seviyorsun. Güzelliğinden dolayı, zenginliğinden dolayı, servetinden dolayı, yahut kuvvet ve kudretinden, şecaatinden dolayı seviyorsun. Fakat bunların hepsi Allah’da mevcut. O güzelliği veren Allah, o serveti veren Allah, o şecaati veren Allah, hepsini veren Allah. Ne kadar güzel şey görüyorsan o güzellikler hep Allah’dan gelmiş durumda.

    Bir gülü alıyorsun kokladığın vakit, «ohh ne güzel, kim verdi bu kokuyu, ona?» Allahü Celle ve Alâ vermiştir. Bakıyorsun bahçelerde rengârenk, çeşit çeşit çiçekler; «kim yaptı bunları?» Allahü Celle ve Alâ. İçi başka, dışı başka, üstü başka. Yediğimiz yemekler, kavunlar, karpuzlar, tadlar hep kimin lütfü? Hep o Allahü Celle ve Alâ’nın esrarı. Bize lütfetmiş elhamdülillah. Bunları insan düşününce bu kudretin sahibine bayılmamak, onu sevmemek elden gelir mi? Onun için «Allah, Allah» dedikçe Allahü Teâlâ da o sevgiyi senin içine atar. Artık gayr-i ihtiyarî O’nu sevmek mecburiyetinde kalırsın.

    O muhabbet ki, saadet ve necattır. Her şeyin bir sebebi var, muhabbet-i ilâhiyenin sebebi de zikrullahın dil ve kalbde devamıdır. Eğer Allahü Teâlâ’yı sevmek istiyorsan O’nun adını dilinden ve gönlünden çıkarma! Her kim muhabbet-i ilâhiyeye nâil olmak isterse, zikrullaha devam etsin, zikrullah muhakkak ki muhabbetullahın kapısı ve en büyük alâmetidir. İnsanlar çok çeşit işlerle meşgul olurlar, hepsi de hayır tabii, ama Allah zikrinden daha iyi hiçbir şey yoktur. Sen Allah zikrini bırak, taşlarla topraklarla meşgul ol, dur. Bu da hayır de. Kendin yanıyorsun yahu! Allah’dan ayrılmışsın, bunun gafleti sana yeter, artar. Şimdi bunun arkasından gelecek o bahisler.

  • 10— Zikir; murakabeyi, tevekkülü, düşünmeyi getirir. Ta «ihsan» kapısından içeriye sokar. Malûm ya, ihsan en yüksek makamdır. Sanki Allah Celle ve Alâ’yı görür gibi ibadet etmek; kolay birşey değil. Zikrullahdan gafil kimselerin ihsan makamına yükselmesine imkân da yok. Zikrullah tevbeyi getirir, bu da Allah Celle ve Alâ’ya rücu için kalbine tesir eder, sığınacağı yeri, ilticagâhı ve kalbinin kıblesi Allah olur. Yüzümüzü bu tarafa çeviriyoruz, kıblemizdir diyerekten, gönlümüzü çevirebiliyor muyuz arkadaş? Gönlümüz her türlü mâsiva ile dolu. Bir namazı acaba üç mü kıldık, dört mü kıldık, okuduk mu, okumadık mı, haberimiz bile olmadan «Esselamu Aleyküm» diyerek namazdan çıkıyoruz. Bu nasıl iş? Kıblemiz yok, yüzümüz dönmüş, gönlümüz dönmemiş. Asıl hüner gönlü Allah’a çevirmektir. Gönlü Allah’a çevirmek de «Allah» demekle, olur.

  • 11— Zikir, zakirde Allahü Azimüşşah’a karşı heybet azamet, iclâl ve tazimi artırır. Zikrullahın, kalbi ve bütün vücudu istilâsı sebebiyle vücudun her tarafı zakir olur. Zakir olduktan sonra artık ondan kötülük beklemek imkânı yoktur. Günah beklemek imkânı yoktur; O artık cemiyete en faydalı bir insandır. Zakir zikri kadar Allahü Teâlâ’ya yakınlık hâsıl eder. Zikrin ne kadarsa Allahü Teâlâ’ya o kadar yakınsın. Bunların hep ayrı ayrı âyetlerle, hadîslerle izahları var. Bunu anlatmak uzun olur. Ben kısa hülâsa ettim.

  • 12— Zikir, Allahü Teâlâ’nın zikreden kulu zikrine sebep olur. Şen Allah diyorsun, Allah Teâlâ’nın da seni anmasına vesile oluyorsun. «Fezkürûnî ezkürküm» diyor. «An ki anayım. Beni hatırla ki, Ben de seni hatırlayayım». 

    Onun için sen Allah’ı ne kadar çok zikredebilirsen, Allahü Teâlâ da seni o kadar çok anar, senin bütün ihtiyaçlarına kâfi ve vafi gelir. Zikrullahda başka hiç bir fayda olmasa, muhakkak Allahü, Teâlâ’nın kulunu zikretmesi nimeti, şerefi kâfi ve vafidir.

  • 13— Kalbin hayatını mucip olur. Kalb var ama kalbin bir de hayatı var. Zikir kalb için çok lâzımdır ve kalb zikre muhtaçtır. Balık suya nasıl muhtaç ise, insanın kalbi de Allah demeye muhtaçtır. Balık sudan ayrıldığı vakit hali ne olursa insan da zikrullahdan kesilince hali öyle olur.

  • 14— Zikrullah kalbe cilâ verir, paslarını giderir. Kalbin pası gaflet ve hevasına uymaktır. İnsan, gönlü ne isterse öyle yaparsa, o kalbe pas getirir. Cilâsı da tevbe, istiğfar ve zikrullahtır.

  • 15— Zikrullah hata ve günahları giderir. «Allah» demekten daha sevaplı birşey yoktur. O sevaplar hataları gideriyor ve hasenata çeviriyor.

  • 16— Zikir, kul ile Hâlık arasındaki korkuyu giderir. Hak Sübhanehü ve Teâlâ Hazretleri ile ünsiyet peyda eder. İnsan şimdi dostuyla muhabbet etmeye başladı mı endişesi gider. O dosttan önce korkuyor idi; fakat muhabbet ede ede, bakıyorsun ki dostla arada ünsiyet peyda oluyor; korku kalkıyor; sevgi hâsıl oluyor. Allah Gaffar, Settâr, Vehhab, Rahim, Rahmân’dır. Evet azabı var, var ama kendisine sığınanlara değil. Allah, Allah’ı tanımayanlara azab eder. Kendini tanıyanlara Allah, Rahim, Şefik, Vehhab, Gaffâr, Settâr’dır. İşte Allah dedikçe bu korku ortadan kalkar, Allah’a karşı ünsiyet peyda olur.

  • 17— Kul Hakk’ı yani Allahü Celle ve Alâ’yı genişlik ve rahatlık zamanlarında zikreder de sonra ona bir darlık veya sıkıntı geldiğinde Hakk’a yalvarmaya başladığı zaman melekler de ona yardımcı olurlar. Herkes için çeşitli devreler geçer. Bazen fakirlik, bazen zaruret, hastalık, iptilâ çeşitli haller gelir. Fakat sen vaktinde Allah diyorsan, sıkıntıya düştüğün vakitte Allah dediğinde melekler de: «Ya Rabbi, bu seni çok zikreden kulundu. Şimdi artık bak hasta oldu, iptilâlara düştü fakir oldu, bunun duâsını kabul et» diye senin yardımcın olurlar.

  • 18— Zikir kulu azab-ı İlâhîden kurtaran yegâne ibadettir. Azab var ya —Cehennem—, o Cehennemden insanı kurtaran Allah zikrine devamdır. Bu hakikat, hadîslerle sabittir.

  • 19— Zikir, sekine, —itminan— vekar ve rahmet-i İlâhîyenin inme vesilesidir. Meleklerin zikredenleri ziyaret ve tavaf etmelerine de sebep olur.

  • 20— Zikir; dilin gıybet, nemime, yalan, fuhuş, boş ve faidesiz sözlerden korunmasına sebep olur. Çünkü «Allah» diyorsun, meşgulsün, boş laf söylemeye vakit bulamıyorsun. Allah demezsen tabii dedikoduya başlayacaksın. Gıybet de girecek, fuhuş da girecek, zem de girecek, her şey olacak. Bir sürü günahlarla çekilip gideceksin.

    Onun için sen dilini Allahü Teâlâ’nın zikrinden katiyen ayırma. Zikirden mahrum olan insanlar elbette bu gibi günahlara düşerler. Günahlardan selâmet ancak zikrullah ile kabildir. Her kim lisanını ve gönlünü zikrullaha alıştırırsa kendini her türlü felâketlerden korumuş olur.

  • 21— Zikir meclisleri meleklerin de bulunduğu meclislerdir. Gaflet, boş ve faidesiz ve sözlerin bulunduğu meclisler de şeytanların bulunduğu meclislerdir. Sen hangisini seçersen, dünyada da âhirette de onlarla olursun.

  • 22— Zakir zikri ile saîd olur ve onlarla oturanlar da saîd olur. Gaflet ve levm ile meşgul kimseler de, meclisleri de, o meclislerde oturanlar da şaki olurlar. Zakirler yevm-i kıyâmette hasret ve nedametten emin olurlar. Zira hangi meclisteki zikrullah yoktur, o mecliste bulunanlar kıyamet gününde noksanlığın zarar ve hüsranın üzerindedirler.

    Onun için aman kardeşim, zikrullahı olmayan günahlı yerlere sakın gitme. Oralarda kat’iyen oturma. Bunu çocuklarında da öğret.

  • 23— Zâkir zikrederken ağlar ve bahusus tenha ve hâlî bir yerde olarak ağlarsa, kıyâmet gününde Arşın gölgesinde olur.

  • 24— Zikir ile iştigal edene, istemeden daha âlâsı ve efdali verilir. Dilin ve gönlün hareketi kadar vücudun ve azaların hareketi olsa elbette insan çok yorulur ve dayanamazdı. Teravih namazı kılıyoruz 20 rekat, ya 120 rekat olaydı. Ama yüz defa Allah demek kolay, yüz rekat namaz kılmak kolay değil. Zakir kullara verilen atâ ve ihsanları, başka amellerle elde etmek mümkün değildir.

    Meselâ: Her kim günde 100 kere «Lâ ilahe illallahu vahdehu lâ şerike leh, lehülmülkü ve lehülhamdü ve hüve alâ külli şeyin Kadir» derse 15 köle azad etmiş gibi olur ve 100 de seyyiesi mahvolur. O gün akşama kadar şeytan o adama musallat olamaz. Ondan daha efdal bir amelle kimse gelmez; ancak 100’den fazla bu tesbih ve tevhidleri yapanlar müstesna. Yine her kim her gün 100 kere «Sühhanallahi vebihamdihi» derse, bu bir nimettir ki kıymeti biçilmez.

    Aman kardeşim, dilini, gönlünü Allah’dan ayırma. Bu dünya kimseye kalmamış. Kannat, sabır, istikamet, zikrullah ile iştigal eyle. Bunlar paha biçilmez nimetlerdir. Onun için bu zikrullahdan ayrılma, her kim ne derse desin. Sen sakın Allahü Celle ve Alâ’yı unutanlardan olma ki yarın kıyamet gününde sen de unutulanlardan olmayasın.

  • 25— Hattâ şu da var ki Allahü Teâlâ’yı unutup zevk ve sefalarına, heva ve heveslerine düşenler, hiç şüphe olmasın, kendi nefislerini ve sıhhatlarını bile koruyamazlar. Hattâ dünya işlerinde bile muvaffakiyet kazanamadıkları görülegelmektedir. Nitekim işte zamanımızın münevverleri diye geçinen zavallılar, kendi işlerinde de memleket işlerinde de ellerinde bu kadar imkânlar olduğu halde muvaffakiyetsiz. 

    Halimize dost ağlar, düşman güler. Sayının 35 milyon olması ne mânâ ifade eder. Daha dün şuraya konan Yahudiden utanmamak kabil de değildir. Onu Amerika besliyor ve destekliyor dersen, biz de 600 milyon müslümanız diye neye güveniyorsun, neye övünüyorsun! Hünerimiz müslümanları birbirinden ayırmak, hattâ birbirlerine düşürmek, sonra da onların sırtından geçinmek mi? Bu ne müslümanlığa, ne de insanlığa yakışır.

    Bir taraftan müslümanız diye iftihar ederken, diğer taraftan da müslümanlığa aykırı bütün işleri yapmaktan çekinmeyiz. Ey müslüman kardeş uyan, uyan da hürriyetine sahip olabilmek için elinden geleni yap. Yoksa sonra başına vura vura ekmeğini elinden alacaklar.

    Şu Rusya’daki 40 milyon Türk’ü düşün. Çok hor hakir olacaksın buna da şüphe etme. Çünkü «nush ile uslanmayalım hakkı kötektir» demişler. Senin dinine yapılan bu hakaretlere göz yumduğunun cezasını muhakkak çekeceksin. Üç kuruşun gidince kıyamet koparıyorsun da, niçin dilsizler gibi susuyorsun. Aklını başına topla da şu geçen günlerini bir gözden geçir.

  • 26— Muhakkak zikrullah insanı her halde Allah’a doğru seyrettirir. İster sokakta, ister yatakta, dilinde Allah, gönlünde Allah, hareketleri hep rızaullah olanların dünyadaki yeri Cennet olduğu gibi âhiretteki yeri de Cennetin ta kendisidir.

    Hikâye olunur ki: Bir abid bir adama misafir olmuş, abid gecesini ibadetle geçirmiş, ev sahibide uyumuş. Sabahleyin abid demiş ki: Kafile gitti sen hâlâ uykuda yatıyorsun. Ev sahibi cevaben demiş ki: «Kul misafir ola da sonra kafile ile hareket ede, o birşey değil; hüner odur ki sabaha kadar yata, sabahleyin de kafileyi yolda bırakıp geçe.»

    Buna «Esseyrü fillah, vesseyrü billah» derler ki, gönüllerin Allah Celle ve Alâ’ya tam bağlanışının alâmetidir vesselâm. Cenab-ı Hak, cümlemizi ve cümle Ümmet-i Muhammed’i uyanık kullarından eylesin. Âmîn.

    Lâkin bu o demek değildir ki, tembel tembel yatıp uyuya, sonra da kafileyi geçe. Bu yatışların bir rahatsızlık yüzünden ve bir mazeret sebebiyle olduğunu unutmamalıdır. Bu mübareklerin her nefesleri zikrullah demektir. İbadetle geçer. Onun için herkesi de her yerde, her işte geçerler vesselâm. Allah bunların zümresine bizleri de ilhak buyursun.

    Cenab-ı Peygamber efendimiz imanı bize tarif ederken. İmanın üryan, çıplak bir şey olduğunu bildiriyor. Bunun sıfatlanması, kalıplanması, hayâ ile zînete, mala, esvaba ihtiyacı var. Resûlullah iman nimetinin zîneti hayâ, esvabı takva, malı da fıkıhdır diyerek bildirdi.

    Bu hayâ niçin başka? Birçok sıfatlar var.

    Meselâ hayânın yanında cömertlik var, şecaat var, adalet var, birçok güzel evsaf var. Fakat onların birisini söylemedi de zîneti, hayadır dedi; yalnız hayâdan bahsetti. Hayâ enbiyalarda en büyük vasıf, en üstün mertebedir. Ancak imanın tadı, bu hayanın sayesinde bulunur. Hayâ sende ne kadar varsa o kadar imandan tad alırsın. İmandan alınacak tad hayâdaki nisbete bağlıdır. Hayası çok olan insan, imanın tadını çok alır.

    Meselâ sağlam olan insan baklava yedi miydi bayılır, bala bayılır, tatlılara bayılır. Niçin? Sıhhati yerindedir. Ama sıhhati bozuk olursa tatlıları istemez. Tatlıya da acı dediği olur bazan. Bunun gibi hayâ, imandaki tadı tattırıyor bize. Hayâ olmasa imandan tad bulamıyoruz. İmanın yolunda gidemiyoruz. Çünkü tadını tatmamışız. Yamuk yumuk yollara gidiyoruz. Sebebin birisi hayâsızlıktır. Hayâ geniş bir ders, şimdi onun üzerinde durmayacağım.

    Bizim bildiğimiz utanma, (kısacık tabiri utanma), ama asıl utanma Allah’dan olmak lâzım. Ekmeğini yiyoruz, suyunu içiyoruz, havasını alıyoruz, mülkünde yaşıyoruz. Yaşadığımız mülkün sahibine karşı geliyoruz. Bu en büyük hayâsızlıktır. Utanmanın başı oradan başlar. Yani utanma deyince, işte o kadınların kızların utanması gibi değil. O da utanma. Ama asıl utanma, Allahü Teâlâ’nın mülkünde yaşadığını ve O’nun ekmeğini yemek suretiyle yaşadığını bilerek emirlerine uymaktır. Allahü Teâlâ’nın emirlerini terk hayâsızlığın başı oluyor. Allahü Teâlâ’nın emirlerini tutmak da hayâdan ileri geliyor. Hayâ yaptırır bunları. Demek ki imanda bir tad var. Bu tad da ancak hayâ elde edilirse oluyor. Hayâ elde edilmezse o taddan haberimiz olmadan kuru kuru gelip gidiyoruz bu âlemden.

    İkincisi de takva idi. Takva da böyledir. Takva sahibi imanın tadını bulur. Takva onu salih amellere sürükler. İyi amellere zorlar, «hadi durma bunu da yap» diye. İki dünya saadeti neyi icab ettiriyorsa onları yapar.

    Şimdi gelelim mevzua. Hayâyı, takvayı nereden bulacağız, şu bakkallarda, eczanelerde satılıyorsa gideriz oradan alırız. İstediğimiz kadar kullanırız. Ama hayâ, takva ne bakkalda bulunur, ne çarşıda, ne şunda, ne bunda.

    Hırka-i Şerif’in açılma merasimine çağırdılar, Allah kabul etsin, gittik. Şimdi o zattan biraz bahsetmek isterim: Resûlullah’ın, kendisine hırkasını hediye bıraktığı o zat, Veysel Karanî Hazretleridir, Veysel Karanî Hazretleri, ne üniversite mezunu bir profesördür, ne servet sahibi bir insan. Ne de şanı şöhreti olan bir zattır. Paşalık, beylik gibi böyle bir mevkii de yoktu. O ancak bir çoban idi, deve güderdi. Bu, esnada hurma döküntülerini yerden toplar, o topladıklarını satmak suretiyle hem kendi maişetini, hem de ana babasının maişetini temin ederdi. Bir üçüncü kısmını da tasadduk ederdi. Buna, bunu kim yaptırıyordu acaba.

    Veysel Karanî’nin çok güzel duâları vardır kitaplar içerisinde; hayran olursunuz. «O mektep görmemiş, medrese görmemiş çöl adamı» dersiniz, «çoban» dersiniz, «bunları nereden buldu da çıkardı.» Allah’a ne güzel münacaatı, ne güzel yalvarışları var ki, hayran olup bayılırsınız. Bizim ağzımıza bile yakışmıyor bunları konuşmak. Ona çoban diye hiç kıymet vermiyoruz ama, bugün onun nail olduğu saltanata bak.

    Hattâ üzerindeki o hırkanın, bugün elhamdülillah müslümanlar aşk ile, şevk ile ziyaretine koşuyorlar. Veysel Karanî öyle bir insan ama, içindeki ateşin, iman ateşinin şevki, dünyayı doldurmuş; kıyamete kadar onun ismi böyle yaşar durur, insanların arasında. İnsanın böyle bir imana sahip olabilmesi ne kadar mutlu birşey.

    Onun hakkında Cenab-ı Peygamber efendimiz buyurdu ki, «Bana Yemen’den Rahman kokusu geliyor.» Veysel Karanî’deki iman kokusu, ta Rasulullah’ın burnuna kadar geliyor, Mekke-i Mükereme’ye. Bugün biz Hırka-i Şerif’in bulunduğu tablonun kapağını açarken koklayın, kokuyu dediler. Oradaki koku kokuyor. O hırka kaç bin küsûr senelik bir hırka. Bin küsûr senelik bir hırkanın üzerinde ne kadar koku olacak, meselâ. O, bugün elyafı bile dökülmüş, hiç bir şey kalmamış durumda. Ama o olduğu gibi güzelce duruyor, muhafaza edilmiş. Onun kokusunu tabii herkes kendi nisbetinde alabilir. Burnu koku almayan insan da, bir şey almadan döner gider.

    İmandaki hayâ ve takva nümunesi olan Veysel Karanî, mektepte okumamış, servet sahibi değil, bir mevki sahibi de değil; develerini gütmekle geçinen bir insan. Bakınız Rasulullah (s.a.s.) efendimizin ziyaretine geliyor. Kur’ân’ı da ne kadar bildiğini bilmem; Fakat anası da diyor ki: Oğlum bulursan ziyaret et, bulamazsan dön gel. İtaate bak: Geliyor bakıyor Rasulullah (s.a.s.) başka bir yere gitmiş, yok orada. Bekleyeyim, gelsin de ziyaret edeyim demiyor, anam bana bu kadar izin verdi, daha fazla duramayacağım, yok mu bir emaneti, göreyim hiç olmazsa diyor. Uhud’da kırılan mübarek dişini getiriyor, gösteriyorlar. Ona dayanamayaraktan ağzındaki dişlerin hepsini çıkarıp atıvermiş, derler. Allah şefatine nail eylesin. Bizde para çok, bilgi de çok, her şey çok. Bugün rahatın en âlâsı var, her şey bol, istediğimiz gibi. Fakat O’ndaki imanın zerresi var mı acaba? Zerresi var mı? Allah afvetsin, tevfikına refik eylesin cümlemizi.

    Şimdi bu iman, pazarda bulunmaz, çarşıda da bulunmaz, şuradan buradan da alınmaz. Bu imanın bir alınacak yeri var, o da Allahü Teâlâ hazretlerinin zikri. Allahü Teâlâ ve Tekaddes hazretlerinin zikri ile ne kadar çok meşgul olursan, o meşguliyetinden dolayı Allah verir sana o takvayı. Başka bir yerde bulamazsın. Ashab-ı Kiram’ın böyle tesbihleri filan yok. Çünkü Rasul-ü Ekrem önlerinde, O’nun yüzüne bakışları kâfi geliyor onlara. O bakış, içerlerini nur ile dolduruyor. Menbadalar, baktılar mıydı, içlerine o an nur doluyor da, taşıyor da. Ama bize gelince biz bin sene geride kalmışız. Bize O’nun nurunu alabilmek için; zikrini ve O’nun salatü selâmını çok okumak lâzım. O’na olan salât ü selâmı ne kadar bol edebilirsek, Allahü Teâlâ ve Tekaddes hazretlerinin zikrini ne kadar bol edebilirsek ve başka işlerimize tercih ederek onunla meşgul olabilirsek o takva, çalışmamız nisbetinde hâsıl olur. Ne kadar çalışırsak o kadar Allahü Teâlâ bize hayâ verir, o kadar takva verir, o kadar da fıkıh verir.

    Fıkıh denince zannetme ki kişi, Arapçayı bilir de burda okur, mânâ verir, bu değil ha. Arapçayı okursun, öğrenirsin, mânâsını da verirsin. Bugün, aziz kardeş hepiniz biliyorsunuz Arabistan denilen memlekette Yahudi de var, Ermeni de var, Rum da var, Süryanîsi de var, daha kimbilir kimler var; bunlar Arapçayı bizden çok iyi bilirler. Yahudidir, Ermenidir, Rumdur ama, memleketleri olması dolayısıyla Arapçayı iyi bilirler. Arapçayı iyi bilirler ama faydası yoktur kendilerine. Gâvur, gâvurdur yine. Sarığın bu kadar olur, cübben gayet sırmalı olur, iş yok onda. İş iman ile haya ve takvada. Hayâ ile takvayı da; kim kendisine boyun büker, hizmet ederse, hizmeti nisbetinde Allah ona verir. Yalnız şu kadar var ki, haramlardan ve günahlardan da sakınmak şartıyla.

    Meselâ geceleri uyumazsın, sabaha kadar da ibadet edebilirsiniz. Tesbihi hiç elinizden bırakmamak suretiyle akşama kadar da tesbih çekebilirsiniz. Fakat haramdan korunmadığın zaman bunların hiç birisi makbul olmaz. Meselâ, bir evi yaparsınız güzel, fakat ona bir kibrit değdi mi bakarsınız birden yanar gider. Hiç kıymeti yok. Yapmak değil, hüner onu muhafaza etmektir. Onun muhafazası da günahlardan korunmak ve sakınmaktır.

    Onun için size bir misâl vereyim şimdi: Rasulullah (s.a.s.) efendimiz zamanında tabi muharebeler oluyor. O muharebeler olurken, bir muharebede dediler ki:
    — Ya Rasulullah, filan şehid, filan şehid, filan şehid...
    — Cennetlik, Cennetlik, Cennetlik.
    — Filan da şehid.
    — Cehennemlik.
    — Ya Rasulallah, o neden şehid değil
    — O ganimetten çaldı.

    Ganimetten bir aba almış; bu onun şehadetinin kıymetini düşürüverdi. «Cehennemliktir» dedi, iki cihan Serveri. Sebebi, İslâm’ın davasında sadakat göstermedi. Bir taraftan ibadet ediyor ama, bir taraftan da beytülmaldan çalıverdi, aldandı. Beytülmal da değil, daha ganimet taksim olmamış. Taksim olmamış ganimetten, hakkı olmadan aldı. Şehadeti kendisinin Cennete girmesini ve bütün günahlarının afvını icab ettirirken, bu hareketi onu Cehennemlik yaptı. Vay bizim halimize. Faizlerle para kazanacağız, onunla han, hamam, apartman yaptıracağız, çalımımızdan kimse yanımıza sokulamıyacak, sonra biz de Cennetin baş tarafına gidip içerisine oturacağız. Heyhat! Onun için aziz kardeş, haramdan sakınmak için takva (Allah korkusu) lâzım. Takvan olmadıkça haramdan sakınamazsın. O Allah korkusunun mektebi yok, medresesi de yok.

    Bir nümunesi daha sana: Hz. Ömer efendimizin oğlu, Medine-i Münevvere’den, Mekke-i Mükerreme’ye gidiyorlar. Yolda canları et istemiş, acıkmışlar. Bir çobana rastgelmişler. Demişler ki çobana: «Şurdan bize bir koyun ver, kaç paraysa verelim sana.» Demiş ki: «Koyunlar benim değil, ağanındır, onun izni olmadıkça ben size koyun veremem.» «Kayboldu, birşey dersin işte, ne olacak?» Çoban efendi: «Ya Allah’ı ne yapalım,» demiş. Bak onu Allah’dan korkutan, ona onu yaptırmayan kim? İçindeki iman kuvveti. Bizde bugün hepsi çok, çok ama gözümüz de, karnımız da doymuyor. Ne gözümüzün doyduğu var, ne de kamımızın duyduğu var. Allah afvetsin kusurlarımızı.

    Şimdi yine zikrullahın faydalarını saymaya devam edelim:

  • 27 — Zikrullah o kadar büyük bir devlettir ki, ne altına benzer, ne gümüşe benzer, ne apartmana benzer, hiç bir servete benzemez. Çünkü herşey fanidir, zikrullah hâkidir. Bâki olan zikrullahtır. Öteki ne mal, ne servet, neyin varsa dünyada senin olsun varsın. Hepsi senin olsun, ne varsa. Gözünü yumdun mu hepsi bitti. Kıymeti yok, ama zikrullah öyle değil, seninle beraber Cennettedir.

    Onun için insana lâyık olan, dilini, gönlünü Allah’ın zikrine alıştırıp, onun üzerinde durabilmektir. Yoksa bugün Allah dersin de, yarın başka iş yaparsın, o değil. Daimi surette ölünceye kadar Allah’ı dilinden ve gönlünden çıkarmamak. Bu takva kişinin içine işlesin de yasak olan bir şeyin yanından bile geçemesin.

    Şimdi bugün bize çeşitli sorular sorarlar: Acaba şöyle yapsak olmaz mı, böyle yapsak olmaz mı? Hep kaçamak yolları, hep hile yolları. Canım bunlara ne lüzum var? Bana bir lokma ekmek yetiyor, bir hırka da yetiyor. Sana niçin yetmiyor? Bu saltanatta ne mânâ var, çok kazanacaksın da ne olacak yani! Çok kazanmak iyidir ama, helâlından kazanmak şartıyla. Yoksa haramdan kazanacağın şeyin, âhirette azabı çoktur. Allah muhafaza etsin. Hele bir de harama helâl deyiverdi miydi, yahut onu hiçe sayıverdi miydi!

    Bugün meselâ, hiçbir dükkânımız yoktur ki, içki satılmasın. Bütün dükkânlarımız içkiyle dolu. Bu içki satan adam, «ne mahzuru var, helaldir» deyiverirse, kendisi küfre gittiği gibi, çoluğunu çocuğunu da perişan eder. «Canım ben onu satmazsam müşteri gelmez,» gelmezse ne olur. Aç mı kalırsın yani. Bu kadar memlekette fakir fukara var, aç mı ölüyorlar? Sen de kanaat edersin. «Efendi, ev kirası böyle pahalı, işte şu pahalı, bu pahalı.» Ucuzunda oturursun. Memlekette her sınıf insana göre yer var. Allah afvetsin kusurumuzu. Bu Allah’dan uzak olmanın alâmetidir. Niçin? Zikirden gafil olunca Allah’dan da gafil oluyor, ondan sonra her şey kendisine göre, hoş geliyor.

  • 28— Muhakkak ki zikrullah her tarikatta ve ehl-i tasavvuf indinde, bütün usul ve kaidelerin ve edeblerin başıdır, velâyet alâmetidir, velilik yani. Her kime ki zikrullah kapısı açılır, O’na hiç şüphe yoktur ki Allahü Teâlâ ve Tekaddes hazretlerinin huzuruna dahil olunacak kapılar açılmıştır. Bir insan zikrullaha alıştı mı, ona Allahü Teâlâ’nın rahmet kapıları açılmış demektir. Öyleyse sen de feyizlen, Rabbinin huzuruna gir, her istediğini orada bulursun.

    Nasıl ki namazı abdest almadan kılamıyorsun. Abdest almadan namaz kılamadığımız gibi, gusülsüz de kılamıyoruz; bunun gibi, Allahü Teâlâ’nın zikrini yapabilmek için de evvelâ istiğfar edip, tevbe edip, günahlardan sıyrılmak lâzım. Günahlardan sıyrılmadıkça, Allahü Teâlâ’nın huzuruna girmeye insan hak kazanamıyor.

    Onun için temizlen, Rabbinin huzuruna gir. Rabbini bulan her şeyi bulur. Rabbini unutan, her şeyden mahrum olur. Rabbini bulanın her şey emrine amadedir. Unutan da her şeyden mahrum olur. Ama dünya şeninmiş, ne olursan ol. Bunlar hep büyüklerimizin bize tavsiyeleri.

  • 29—Muhakkak zikrullah bir ağaca benzer ki, onun meyvaları ilm-i ledün ve maarif-i İlâhiyedir. Binaenaleyh, irfan sahibi olabilmek ve Hâlık’a halis kullukta karar kılabilmek için zikre devam ve itina eyle. Zikrullah ağaçlarına ne kadar yanaşırsan onun meyvalarından o kadar yersin. Yediğin kadar da feyz sahibi olursun. Ağaç ne kadar büyük olursa, meyvaları da maarif-i İlâhî de o nisbette güzel, sağlam ve büyük olur.

    Zikrullah bütün makamların esasıdır. Binalar için yer ve temel lâzım olduğu gibi, ibadet, irfan ve velilik vs. bütün makamların da başı, temeli hep zikrullahtır. Zikrullah olmayınca bunların hiçbirisi olmaz. Zikrullahdan gaflet kalbin ya uykusunun alâmeti veya ölümünün alâmetidir.

  • 30— Zikreden zikrettiği Allahü Celle ve Alâ’ya yakınlık peyda eder. Hak Sübhanehu ve Teâlâ’yı zikrettiği müddetçe de Allah Celle ve Alâ onunla beraberdir. Bu ne kadar büyük bir nimettir! Bu beraberlik hususi bir iltifat-ı sübhanîdir.

    Şimdi benim yanımda sevdiğim birisi, beni destekleyecek birisi, bir kuvvet sahibi olduğunda, nasıl ben ondan kuvvet alırsam, Allah’ı zikreden kulun da durumu öyle olur, yanında Allahü ı Teâlâ’nın kendisi mevcuttur. «Onunla beraberim» diyor. «Beni zikrettiği müddetçe ben o kulumla beraberim.» Allah bir insanın yanında olduktan sonra, artık geriye ne kalır ki? Bu beraberlik hususi bir iltifat-ı sübhanîdir. Yakınlık, velâyet, muhabbet, yardım, tevfiki o zikredene hususi şekilde tecelli eder. Yani «seninleyim» dediği vakitte, «nusratım, tevfikim, bidayetim hepsi seninle beraberdir» demektir. Bunlar Nahl sûresinin 128., Enfal sûresinin 62., Tevbe sûresinin de 40. âyetleriyle sabittir.

    Allahü Teâlâ’yı zikredenler için bu hususi nimetlerden çok geniş ve büyük nasibler vardır. Gaflet olunmaya. Buharî ve Müslim’de de beyan olunduğu gibi. «Kulum Beni zikrettiği müddetçe ve Benim zikrim için dudaklarını kımıldattıkça Ben kulumla beraberim.»

    Bir eserde de şöyle gelir: «Ehl-i zikir, Benim meclislerimde oturanlar, ehl-i şükür ise nimetlerini artırdığım kimselerdir, taat ehli ise kerametime nail olanlardır. Mâsiyet ehlinin ise, rahmetimden ümitlerini kesmem, rahmetimden mahrum etmem, tevbe ettikleri takdirde Ben onların dostuyum, Ben tevbekârları ve temizlenesileri severim.»

    (Yalnız şunu da hatırlatmak isterim. Biz şimdi camide akşamları, sabahları cemaatin iştirakiyle hatim indiriyoruz. Hayır olsun diyerek. Bazı arkadaşlar Kur’ân-ı gözleriyle okuyorlar. Şöyle bir süzüyor gözüyle. Bu gözle süzülen hatim sayılmaz. Hatim olabilmesi için dudakların kımıldaması hatta hafif bir şekilde seslerin de çıkması lâzımdır ki, hatim hatim olsun. Yoksa gözle süzülen o senin olur.)

    «Eğer tevbe etmezlerse, mâsiyetlerine devam ederlerse çeşitli iptilâ ve musibetlere giriftar ederim ki ayıp, kusur ve günahları temizlensin.» Yani o felâketleri, günahların, kulun temizlenmesine vesile olmak için Allahü Teâlâ veriyor, «kulum temizlensin, tevbekâr olsun da huzuruma iyi gelsin, aklı başına gelsin» diyerekten. Allahü Teâlâ’nın zakir kulu ile beraber oluşu başka hiç bir beraberliğe teşbih olunamaz.

    Nasıl teşbih edelim anlatalım, Allah’ın bizimle olduğunu. Bundan insan âcizdir, meselâ Allah Teâlâ hazretleri muhsinlerle, muttakilerle, sâbirlerle de beraber olduğunu Kur’ân-ı Azimüşşan’da bildiriyor, «İnnallahe maa’s sâbirîn», «İnnallahe maa’l-müttakîn» diye. Ama bu birlikle, zahiri birliğin arasındaki farkı ayırmağa gücümüz yetmiyor. Bu beraberlik bunların hiç birisine benzemez.

    Bu beraberliği tarif ve tavsife dil de, ibareler de kâfi gelmez. Bu ancak zevk ile tadılır ve bilinir. O zevki nasıl anlatırsınız. Köre «bu beyazdır, bu karadır» diyerekten anlatmak mümkün olur mu? Göz olacak ki anlayacak, bu beyaz bu kara. Nasıl ki gözü olmayan bir insana bir rengi anlatamıyorsunuz. Zevkten mahrum olan insana da onun tadını anlatamazsınız. Ne söyleseniz boştur. O bu paradan zevk almış, dünyanın şusundan huşundan zevk almış, onun zevki oradadır. O başka zevkten anlayamaz.

    Onun için hemen Cenab-ı Hak cümlemizi ihlâs ile zikrine devam eden kullarından eylesin.

  • 31— Allahü Teâlâ’nın müttaki kullarından en çok ikrama lâyık olanı, dilleri daima Allahü Teâlâ’nın zikri ile meşgul olanlardır. İttika ile hayânın insana gelebilmesi için, bu dil Allah’ın ismi ile meşgul olacak. Bu dil «Allah, Allah, Allah» derken, buradaki laf gönüle iner. Çünkü gönülden çıkmadıkça dil hakkıyla söyleyemez. Bu dille söyleyiş de gönülle birleşince gönülden de bütün azalara dağılır. Nasıl ki kalbden bütün azalara kan dağılıyor. Bu sefer de Allah’ın zikri dağılır, bütün damarların uçlarına kadar.

    Binaenaleyh vücudun her zerresi «Allah» der. Her Allah dedikçe gönülden bütün zerrelere ulaşır. İçeride kaç milyon parça varsa, hepsi birden Allah Allah diye zikre başladı mı ya, işte o zaman bu zevki bak başka bir yerde bulabilir misin! Zira bunlar Allahü Teâlâ’nın emrine ve nehyine, herkesten daha ziyade dikkatli ve titiz olmalarıyla beraber Allahü Teâlâ’nın zikrini kendilerine şiar edinmişlerdir.

    Medine-i Münevvere’ye gidenler Uhud dağını görmüşlerdir, Medine-i Münevvere’ye yakın bir yerde bir dağ. Burada bir muharebe oldu: Uhud muharebesi. Bu muharebede düşman dövüştüğü kadar dövüştü; sonra çekilip gitmek mecburiyetinde kaldı. Çekilip gitti; Allahü Teâlâ’nın hikmetiyle. Fakat Peygamberimize karşı, dediler ki: Gelecek sene bu vakitte ikinci harbe hazır ol. Peygamber efendimiz de «inşallah» dedi.

    Ertesi senenin mevsimi geldi, küffar tarafı toplandılar; yine verdikleri söz üzerine Medine-i Münevvere’ye gelecekler; ama yolda gelirken Allah içlerine bir korku düşürdü. Pişman oldular, geri dönme mecburiyetinde kaldılar. Geri dönmek mecburiyetinde kalınca, Medine-i Münevvere’ye gelen bir yolcuyu yakaladılar. Dediler ki: Sen Medine-i Münevvere’ye gidiyorsun. Sana bir deve vereceğiz, (bir rivâyette de on deve vereceğiz) bir şartla: Medine-i Münevvere’ye gideceksin. Bizim kuvvetimizden bahsederekten onları korkutacaksın. Bunu yapabilirsen sana on deve var, dediler. On deve az da değil ki, on otomobil gibi yani. Adam geldi Medine-i Münevvere’ye baktı ki müslümanlar hazırlanıyor, düşmana karşı. Dedi: Ne yapıyorsunuz, öyle bir kuvvet geliyor ki karşınızda, sel gibi, durmanıza imkân yok, vazgeçin bu akıldan... Böylece çeşitli korku haberleri verdi. Buna beşinci kol diyorlar ya şimdi, korku verme usulü.

    Fakat Ashab-ı Kiram bu, Allah’ın Resulü var aralarında ve Ashab-ı Kiramdaki imana bak: «Bize Allah yeter: Hasbünallahi veni’mel vekil» dediler. Düşmanın kuvveti varmış, kime ne! Vız gelir bize. Allah var bizle, Allah’ın olduğu yerde kimden korkacağız biz. Hazret-i Peygamber efendimizin arkasından gittiler ama kâfir sıvışmış, gitmiş.

    İmanın verdiği kuvvete bak, bu kuvvet ne ile oluyor? Allah’ın emrine imtisal ve içerdeki iman kuvveti ile oluyor. Bunun için iman kuvvetli oldu muydu, korkma, iman kuvvetsiz oldumuydu onu kuvvetlendirmek için de Allah demek mecburiyetindeyiz.

    Diyeceksin ki namaz kılıyoruz ya hoca efendi?! Evet namaz kılıyoruz emr-i İlâhîdir, işte imama uyarız, yahut evimizde kendimiz kılarız namazımızı, kâfi gelmez. Evet fuhşiyattan men eder ama, o iman kuvvetini sağlayabilmek için bugün muhakkak surette Allahü Teâlâ’nın ismini dilimizde çok anmak mecburiyetindeyiz ki, o iman kuvveti bize de yerleşsin.

    Binaenaleyh Allah’dan gayri kimseden korkmamak ve yalnız olduğumuz yerde de Allah’ın emrine muhalefetten korkmak, gerekir. Çobanın hali gibi. Demiş: «Kandıracağız efendiyi ama, Allah’ı ne yapalım?» Bu kolay bir laf değil efendi! Bu kolay bir laf değil, sözü kolaydır ama, yapabilmesi çok zor birşeydir. Onun için iman kuvveti lâzım. Bu iman kuvveti için de bu zikrullah lâzım.

    Takva insanın Cennete girmesine ve Cehennemden kurtulmasına sebep olur. Takva sayesinde Cennete girersin, Cehennemden de kurtulursun. Zikrullah ise Allahü Teâlâ’ya yakınlığı geliştirir, Allahü Teâlâ’ya yakınlığa vesile olur. Mertebeler ve dereceler hâsıl olur. Malûm ya Cennetin derecesinin sonu yok. Cennetler için sekiz tane derler ama bu bize misâl olarak denmiştir, derecelere son yok. Kur’ân âyetlerine nasıl son yoksa ona da son yok. Onun için aziz kardeşim, mümkünse hiç durmadan hemen Hakk’ın zikrini dilinden bırakma ve hele gönlünden hiç çıkarma ki, hem saadet hem de derecâta nail olasın.

  • 32— Muhakkak ki beşeriyet iktizası kalblerde kasavet, katılık, zulmet, merhametsizlik gibi arızalar olur. Gerek hata ve kusurlarımızdan, gerekse daha başka bilemediğimiz şeylerden dolayı arız olan bu kasveti, zikrullahdan başka hiçbir şey gideremez.

    İşte bugünkü hal, acıyor muyuz kimseye? Orada adam ölse kimse bir şey yapamaz, belki bir tekme vurup geçeriz. Bir hayır yapılıyor, o hayra iştirakimiz nasıl oluyor? Zorla, zorlamak suretiyle. Veysel Karai gibi bir çoban topladığı hurmalardan hayra bir parça ayırabiliyor da bugün milyonlara sahip insan hayra koşamıyor. Geçen bizim bir arkadaş bir zengine gitmiş, «bizim caminin önü yapılıyor, sizin de katkınız bulunsun» diyerekten. Elli lira çıkarmış. Demiş: Efendi bu elli lirayı ufacık bir adam veriyor. Sizden ben bunu almağa utanırım, alamam da, ne demek elli lira sizin gibi bir adama!

    Fukaranın birisi büyük bir konağın kapısına gitmiş, bir parça bir şey istiyor. Çıkarmışlar bir ekmek parçası vermişler. Almış eline baltayı kapının eşiğine vuraraktan kırmağa başlamış. «Ne yapıyorsun?» demişler, «ne yapayım, ya verginizi kapınıza göre yapın, ya da verginize uygun kapı koyun, verdiğiniz şey hiç kapınıza lâyık değil» demiş.

    Bu, kasvet-i kalb denilen gönül darlığının ve kasvetinin alâmetidir, bunu zikrullahdan maada hiçbir şey yumuşatamaz ve nurlandıramaz, parlatamaz. Bu sebepten her gün, hattâ her an üzerlerimize çöken çeşitli kabusları ve cemiyet işlerindeki felâketleri ve kendi işlerimiz dolayısıyla vaki olan hatalardan, kararan kalblerimizi, temizlemek ve parlatmak, O’nun nuruna kavuşturmak işte ancak zikrullah ile kabildir.

    Aziz kardeşim, sen de sabahda, akşamda yatarken, işine gitmeden evvel muhakkak zikrullah ile meşgul ol.

    Az zikir münafıklık alâmetidir. «Ve lâ yezkürûnallahe illâ kalilâ» diyor, Nisa sûresinin 142. âyetinde Allahü Teâlâ. Az zikredenlere münafıklardır diyor, işte zikrediveriyor bir parçacık, matlup bu değil. Çok demek, ne demek? Azıcık zikir gönüle yerleşmesine, tesir göstermesine kâfi gelmez. Az ateş kışın hiç odalarımızı ısıtır mı? Azıcık ekmek karnımızı doyurur mu? Azıcık su hararetimizi keser mi? Hele sıcak mevsimlerde.

    Zeyd oğlu Hammad denilen bir zat varmış, kalbinin kasvetinden şikâyet etmiş, zikrullaha devamını tavsiye etmişler. Zira gaflet, kasvet-i kalbi mucip olur. Gaflet kasvet-i kalbi getirir. Gafletin en iyi ilâcı da zikrullahdır. Çünkü zikrullah hem gafleti giderir, hem de gönlü cilâlandırır ve yumuşacık yapar. Kalay ateşte nasil erirse, kalb de zikrullahın yanında öylece erir ve pamuk gibi olur. O zaman İlâhî tecellilere de mazhar olur.

  • 33— Zikrullahda kalblere şifa vardır. Kalbin ilâcı zikrullahtır. Şimdi her derdin ilâcı var. Romatizmanınki ayrı, baş ağrısınınki ayrı karın âğrısınınki ayrı. Kalb de hastalanır; onun ilâcı doktorun reçetesiyle alınmaz, eczanede de bulunmaz. Onun ilâcı Allah’ın kitabında. Nedir o? Zikrullah. Gaflet de kalbin marazıdır, hastalığıdır.

    Binaenaleyh hasta kalblerin devası ve şifası hemen ancak zikrullahtır. Çünkü kalb nur mahallidir. Daima nur ister, zikrullah da en güzel nurdur. Nura nur ile gidilir.

    Şâir demiş ki: «Ya Rab biz basta olduğumuzda ancak senin zikrinle tedavi oluruz.» Bunu biz yapıyor muyuz? Biz hemen doktora koşarız. İyi doktora koş ama, biraz da Allah de bakalım. Yok! Aspirin varken ne yapacaksın Allah diyerek. Zikrullah, Allahü Tebareke ve Teâlâ hazretleri ile olan dostluğun başı ve esasıdır.

  • 34— Gaflet Hakk’ın buğzunun esasıdır. Kul, Hak Sübhanehu ve Teâlâ’nın zikrine devam ettikçe, Hakk’ın da o kulu sevmesine ve onu velî edinmesine sebep olur. Kulun velî olmasına, yani sıradan bir mü’min değil de, velî olmasına sebep olan şey Allahü Teâlâ’nın zikri ile meşgul olmasıdır. Kul, başka bir şeyle Allah’ı kendisine düşman edemez. Allah’ı kendisine düşman etmek için, gerek kendinin zikretmesini ve gerekse zikredenleri kerih görmek yeter. Bir insan zikretmeyi ve başka zikredenleri beğenmiyor mu? Onlar hoşuna gitmiyor mu? O Allah’ın gazab ettiği insanların en binincisidir. Buna dikkat edin.

    Meselâ: «Şu aptallara bak, oturmuşlar da camide, şimdi herkes para kazanalım derdinde, bunlar da hurda Kur’ân okurlar, duâ yaparlar, ne budala herifler.» Kendisi giremediği gibi orda oturanları da ayıplıyor, Allah dedikleri için. İşte bu Allah Teâlâ’nın sevmediği kulun ta kendisidir. Bu düşmanlığın yegâne sebebi gaflettir. O bu gaflet üzerinde bulundukça Hakk’ın zikrini ve Hakk’ı zikredenleri kerih görmekte devam eder. Bu sebepten Allahü Sübhanehu ve Teâlâ da onu düşman ittihaz eder. Felâkete bak şimdi. Zakir kulunu dost ittihaz ettiği gibi, zikretmeyenler için de «düşmanımdır» diyor. Aman ya Rabbi, Sen bizi böyle kötü ve felâketli gaflete düşürme.

  • 35— Muhakkak Allahü Sübhanehu ve Teâlâ’yı zikreden kulunu Cenab-ı Hak gülerek, sevinç ve sürûra gark olmuş olduğu halde cennetine ıdhal eder. Cennete korken de gülerekten koyar kulunu. Sevinç içerisinde. Hazreti Ebu’d-Derda öyle rivayet eder ki, dilleri Allahü Teâlâ’nın zikri ile yaş olan yani kurutmadan, yorulmadan daima zikir ile meşgul olan kimseleri Hz. Allah, güler olduğu halde Cennetlere koyacaktır.

  • 36— Zikrullah muhakkak, kul ile Cehennem arasında bir set, bir manidir. Zikrullaha devam eden insan hatalara düşse de zikrullah onun önüne geçecek, Cehenneme onu salıvermeyecek, Allahü Teâlâ’nın izniyle.

  • 37— Şeriatın emrettiği ne kadar ibadet varsa, hepsi bu güzel zikrullahın ikamesi ve icrası için emrolunmuştur. Ne kadar ibadet varsa, oruçlar, namazlar, zekâtlar, haclar, hayır ve hasenatlar neler varsa, hep bu zikrullahın sebebinedir. Namaz kılınması da yine bu zikrullahın ikamesi içindir. Sûre-i Taha, âyet 14’de «Beni hatırlamak ve anmak için dosdoğru namaz kıl» buyuruluyor.

    Onun için Sûre-i Tahrîm’de bahsedilen Hz. Peygamber (s.a.s.)’in vekili olan Hz. Ömer’i tayinde, Hz. Âişe (r.a.)’ye söylediği bir hadîs-i şerifini Acemistanlı bir âlim öğrenmiş, onu etrafındakilere duyuramamış, duyuramadığı halde iken son günlerinde 17 günde 17.000 rekât namaz kılmış, yahut 18 günde. Ben buna akıl erdiremedim, günde bin rekât namaz nasıl kılınır, diyerekten bir gayrete geldim, bakayım nasıl kılabilir miyim diye. 200 rekât kılabildiğim vakitte hoşaf oldum. Onu bir defa kılabildim, ikinci defa da kılamadım. Baktım vücudum tahammül etmiyor, yüze indirdim. Ona da tahammül edemedim. Halbuki Cüneyd (r.a.) 400 rekâtı kılmadan dükkânını da açmıyormuş, çünkü zikrullah herşeyden üstün geliyor, namazdan ayrılamıyor, Kur’ân’ını okumak suretiyle ve tesbih çekmek suretiyle. Allah bizi afvetsin de bunların şefaatine nail eylesin.

    Ebu Said der ki: Şeyhim benim elimden tutup kütüphanesine götürdü. Ve bir kitap çıkardı okumaya başladı. Ben de o güzel sözleri can kulağıyla dinliyordum. Cenab-ı Hakk’ın gönderdiği 124.000 peygamberin gönderilmesindeki hikmet ve sebep; Allah kelimesini kullara öğretmek içindir. Allah demesini kul bilsin, Allah’ı bilsin. Cenab-ı Hak 124.000 tane peygamber göndermiş ki kullarım beni bilsinler, beni tanısınlar.

    Her kim bu Allah lafzını yalnız kulağıyla dinlerse ve diliyle söylerse bu kelime durmaz, hemen öteki delikten çıkar. Bu kulaktan girer, o kulaktan çıkar. Hiçbir faydası yoktur. Bunu ruhen dinlemek lâzımdır. Bunun iki tane sebebi var. Bir kere söylenen sözün canlı ağzından çıkması lâzımdır. Canlı insan, yani imanı kuvvetli insan konuştuğu vakitte karşısındaki insanları eritir. Şuna bir nümune vereyim size:

    Abdülkadir Geylânî’nin oğlu güzel yetişmiş, mezun olmuş, babasına da hünerini göstermek üzere demiş: «Baba müsaade et, bugün cemaate ben vaaz edeyim.» Hazırlanmış, gayet edeble, edebiyatına, belağatına, fesahatına, son derece riayetle çıkmış kürsüye, başlamış konuşmaya. Herkesi almış bir uyku, başlamışlar uyumaya, canı sıkılmış tabii, «Yahu ben bu kadar emek çektim, bak ne inciler, ne yakutlar satıyorum ama zavallılar uyuyorlar» diye kızmış kendi kendine, derken babası gelmiş, babası gelince de inmiş, «buyur baba» demiş. Abdülkadir Geyânî hazretleri kürsüye çıkmış: «Çocuklar kusura bakmayın, biraz geç kaldım, sebebi anneniz yemek için yumurta kırdı, onu pişirdi de ondan nafakalandım» demiş. Birden bir galeyan, ortada bir galeyan, Allah diyen, feryad eden, kendini yere atan atana... Şaşırmış çocuk, «yahu babam anamın yumurta pişirdiğinden bahsediyor, bak şu hale» demiş, halk birbirine girmiş, kendinden geçmiş herkes. Demiş: «Baba ne oldu böyle, ben o kadar belağat, fesahat saçtım, hepsini bir uyku aldı, sen anamın yumurtasından bahsettin, bak şu hale.» «Oğlum» demiş, «Ben o hali kazanmak için şu Bağdat’ın çöllerinde yedi sene toprak çiğnedim, memlekete girmedim, riyazetin çeşidiyle Allah’a ulaşmanın yollarını aradım» demiş. «Sen mektepteki tahsilin sebebiyle sandın ki ben bu işi bitirdim artık. Öyle yağma mı var, evvel kendini imanla doldur, ondan sonra söyleyeceğini söyle.»

    Onun için bizim sözcülerimiz —hepimiz içine dahil— ölü. Ölünün söyledikleri insanın bir kulağından girer, öbür kulağından çıkar, vesselâm. Onun için zikrullahı yaşayacaksın da Allah’dan alacaksın alacağını, yoksa şundan bundan alacağım dersen yandın.

    İmam Şarânî diye ehl-i tasavvufun büyüklerinden birisi var. Güzel de eserleri vardır mübareğin. O diyor ki: «Ben tarikata girdiğim vakitte zikrim her gün ve gecede 24.000’di.» Böyle diyor. İlk zikir 5.000’den başlarmış. Günde 5.000 defa Allah diyeceksin. Eskiden martini ile atarlarmış, dolma tüfekle atarlarmış, şimdi onun yerine mitralyöz geldi, şöyle tarayıp geçiyor. Şimdi bu zikrullahın çokluğu bunun gibi, olmalı yani. Zira insanın 24 saatteki nefesi takriben 24.000’dir, 24.000 defa nefes alıp veriyoruz. Binaenaleyh 24.000 defa Allah dersen hiçbir nefesin Allah demeden kaçmamış oluyor. Bu sayede hiçbir nefes zikrullahsız geçmemiş olur.

    Haşan Basri hazretleri: «Allahü Teâlâ hazretlerinin en sevgili kulları zikirleri çok olup, kalbleri ile ittika edenler, müttakî olanlardır», buyurmuş. İttikaya, hayâya sahib olmak için menbanın birisi Rasûlullah (s.a.s.); oraya o menbaya, varabilmek için de başta istiğfar lâzım. İstiğfarsız menbaya varırsan birşey alamadan dönersin. Yani tevbesiz temizlenmeden menbanın başına varırsan, suyu içemeden dönersin. Suyu oradan içebilmek için önce istiğfar lâzım, onun arkasından menbaya gittiğin vakit Rasûlullah’dan alınacak istifadenin nasıl olacağına dair salat ü selâm bahsini açmış müellif. Onun arkasından da zikrullah bahsi gelmiş, zikrullah bahsine girmeden evvel de cihad bahsini açmış. Cihadın ne demek olduğunu anlatıyor.

    Bunlar imana tealluk ettiği için okuyorum. Evvelâ iman kuvveti olacak. O hayâ ki imanın zînetidir. «İlk kalkacak hayâdır» diyorlar. Bu hayâ kalkacak deyince ben de zannediyordum ki, zenbillere dolduracaklar da çekecekler hayâyı havaya. Hayânın kalkması halbuki kendi elimizdeymiş. Biz bırakacağız, o da kalkacak. Hayâyı bıraktık mıydı o da kalkar gider. İttika, o da yok. Niçin Allah’ın zikri ile meşgul değiliz ki.

  • Allah hepimizi afvetsin. Tevfikat-ı samadaniyesine mazhar etsin. Simdi hatimlerimizi okuruz inşaallah. Geçmişlerimizi de sevindiririz. Ramazanımızı da böylece hayır ile geçirmiş oluruz inşallah. Allah o büyüklerin hürmetine sizi de, bizi de mağfûrîn zümresine ilhak eylesin; Kâmilin zümresine ilhak eylesin. Cennete de, cemalini görmek için idhal eylesin.

    El - Fatiha.

  •  GÖZ NİMETİ