KİATABA DAİR
— Yayınevi
FERÂİD - ÜL - FEVÂİD
(Fâideli İnciler)
İMAN ve ISLÂM
Yazan:
MEVLÂNÂ HÂLİD-İ BÂĞDÂDÎ
Hazırlayan ve neşreden:
HÜSEYİN HİLMİ IŞIK
İmân ve İslâm
YAZAN
Evliyanın büyüğü, Allahü Teâlâ’nın nimetlerinin hazinesi, her bakımdan üstün insan, erişilemeyen bilgilerin üstadı, hakkın, hakikatin ve dinin ışığı
Mevlânâ Hâlid-i Bağdadi
Fârisîden Türkçeye Çeviren
KEMAHLI HACI FEYZULLAH
Hazırlayan ve Neşreden
HÜSEYİN HİLMİ IŞIK
İkinci Baskı
POSTA KUTUSU: 35
— FATİH İSTANBUL —
Telefon : 21 38 25
1966
— Önsöz
BESMELEYLE BAŞLIYALIM KİTABA! ALLAH ADI, EN İYİ BİR SIĞNAKDIR. Nİ’METLERİ SIĞMAZ ÖLÇÜ, HİSABA, ÇOK ACIYAN, ESİRGEYEN BİR RABDIR!
İmân ve İslâm kitâbını yazmağa, besmele ile başlıyorum.
Dünyâda bütün insanlara acıyarak, fâideli şeyleri yaratıp göndermektedir. Âhırette, Cehenneme gitmesi gereken mü’minlere ihsân ederek afv edecek, Cennete kavuşturacaktır. Her canlıyı yaratan, her vârı, her an varlıkda durduran, hepsini korku ve dehşetten koruyan yalnız odur. Böyle bir Allah'ın şerefli ismine sığınarak, bu kitâbı yazmağa başlıyorum.
İslâm dîninin inançlarını, emirlerini ve yasaklarını bildiren binlerle kıymetli kitab yazılmış, bunların çoğu yabancı dillere çevrilerek, her memlekete yayılmıştır. Buna karşılık, bozuk düşünceli, kısa görüşlü kimseler, her zaman, islâmın, fâideli, feyzili ve ışıklı prensiplerine saldırmış, onu lekelemeğe, değiştirmeğe, müslimânları aldatmağa uğraşmışlardır. Dahâ çocuk iken, böyle yanlış yolda olanlara acırdım. Niçin doğruyu göremediklerine, İslâm dîninin yüksekliğini anlayamadıklarına şaşardım.
Bu düşüncelerim, 1929 yılında, Halıcı-oğlu askerî lisesi son sınıfında, on sekiz yaşında iken, dayanılamıyacak hâle geldi. Kadir gecesi idi. Uyuyamadım. Yatağımdan fırladım, bağçeye çıkdım. Yıldızlar altında, Hâlid bin Zeydin «radıyallahü anh» türbesine karşı, ağlayarak rabbime yalvardım: (YA RABBÎ! SENİN DÎNİNİ SEVİYORUM. ONU DOĞRU OLARAK ÖĞRENMEK İSTİYORUM. BENİ DALALETTEN KORU!) diye düâ etdim. O günden beri, din âlimi, din bilgisi, din kitabı aradım.
Rabbim duamı kabul etdi. Bana, razı olduğu yolu gösterdi. Üniversite fakültelerinde talebe iken ve subaylık hayatımda, durmadan çalıştım. Arabi, Farisi, Almanca ve Fransızca kitaplardan da, nasibim olan bilgileri topladım. Herkesin doğru yolu bulmasını, dalaletten, dünya ve ahiret felâketlerinden kurtulmalarını istiyordum. Bu yolda, insanlara hizmet için çırpınıyordum. Kıymetli gençleri, asil ve temiz yavruları, şehid evlatlarını bozuk yazılardan ve sözlerden korumak için, Müslümanlığın tam ve doğru ve ana kaynaklarına uygun olarak anlaşılması için, yıllarca uğraşarak, didinerek (SEÂDET-İ EBEDİYYE) kitabını hazırladım.
Dördüncü baskısı 1966 yılında, temiz ruhlara takdim olunan bu kitap, 900 sahîfeden fazladır, içinde İslam’ın doğru yolu geniş olarak bildirildiği gibi, onun açık ve gizli düşmanları ve nasıl çalıştıkları da gösterilmiştir. İslam âlimlerinin, seçilmiş büyüklerin yazılarından toplanan bu kitabın, okuyanlara fâideli olduğunu görüyor, bu lütfundan dolayı Cenâb-ı Hakka şükür ediyorum. Aziz vatanımızın hemen her yerinde, din adamlarının, hep bu doğru yolu yaymağa, savunmağa çalıştıkları şükranla görülmektedir. Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarını okumamış veya anlayamamış, tek tük kimsenin uygunsuz konuşmaları ve yazıları da işitiliyor, görülüyor ise de böyle sözler ve yazılar milletin sağlam imanı karşısında, eriyip gitmekte, sâhibinin bilgisizliğini göstermekten başka tesiri olmamaktadır.
Müslümanları parçalayıcı, bozguncu davranışlar, eski zamanda da vardı. Şimdi, komünistlerle masonlar bir yandan, Hristiyan misyonerleri ile Yahudi Siyonistleri de bir yandan, Müslüman yavrularını yalanlarla, iftiralarla aldatmağa çalışıyorlar. Uydurma yazılar, filmler, tiyatrolar ve radyo neşriyyâtı ile islâmı ve imam yok etmeğe uğraşıyorlar. Bu yolda milyonlar harc ediyorlar. İslam âlimleri, bunlara, gerekli cevapları yazmış, Allah’ın dinini, huzur ve kurtuluş yolunu bil-dirmişlerdir. Seâdet-i ebediyye kitabı, bu bilgileri geniş ve yeteri kadar açıklamakta ise de iman ve İslâm bilgisini ayrıca ve kısaca hazırlamağı, bu en lüzumlu bilgiyi akl-ı selim sâhibi, temiz gençlere sunmayı, çok şerefli bir vazife ve ebedî seâdete kavuşmaklığım için bir vesile bildim. Bunun için, evliyanın büyüğü, seçilmişlerin, sevilmişlerin önderi, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî «kuddise sirruh» hazretlerinin Ferâid-ül-Fevâid kitabının Kemâhlı Hacı Feyzullah Efendi tarafından yapılan Türkçe tercemesini sadeleştirerek neşr etmeği uygun gördüm. Hicrî 1312 yılında Mısırda tab’edilen bu tercemeye, lâtin harfleri ile basılırken (İmân ve İslâm) adı verildi.
Birinci baskısı iki ay önce yapılan bu kitabın ikinci defa neşr olunmasını nasip ettiği için, Hak Teâlâ’ya sonsuz hamd ve şükürler olsun! Allahü Teâlâ, hepimizi, ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiği doğru yolda bulundursun! İslâm düşmanlarının ve Müslüman ismini taşıyan zındıkların, sapıkların yaldızlı, sinsi yalanlarına aldanmaktan korusun!
Âmin.
29 Rebî’ul evvel 1386 Pazartesi
İstanbul
— Fâtih 18 Temmuz 1966
Kimya yüksek mühendisi ve eczâcı emekli öğretmen albay Said efendi oğlu
Hüseyin Hilmi IŞIK
— Mütercimin Önsözü
Bu kitabı terceme eden (Muhammed Feyzullah bin Hayrullah) efendi diyor ki, bin üç yüz sekiz hicri yılında, Şam şehrini ziyaret nasip oldu. Mübarek yerleri, eshâb-ı kirâmın, evliyanın, sâlihlerin mezarlarını dolaştım.
Bu arada, şeriatı ve tarikatı kuvvetlendirmiş, ma’rifet ve hakikat direklerini sağlamlamış, kerametler sahibi, Mevlânâ Hâlid hazretlerinin feyz ve bereket saçan ve güçlükleri çözen mübarek kabrine yüz sürmekle şereflendim.
Mevlânâ hazretleri, 1192 de Bağdat kuzeyinde Zur şehrinde tevellüd, 1242 de Şam’da vefat etmişti. Kânûnî Sultan Süleyman hânın yaptırmış olduğu Nakşibendi’ye tekkesinde misafir oldum.
Mevlânâ Hâlid hazretlerinin kıymetli kardeşi, hakikat yolunun kılavuzu, karanlıkta kalanları maksatlarına ulaştıran, ma’rifet semâsının parlak yıldızı, Mevlânâ Mahmûd Sâhib bin Ahmed, bu makamda irşadda bulunmuştu.
Vefatında, oğlu, üstünlükler kaynağı, Mevlânâ Muhammed Es’ad hazretleri, Hak âşıklarına ışık saçmağa başlamıştı. O şem’in etrafında dönen pervaneler arasına katılarak huzuruna çıktığımda, Mevlânâ Hâlid hazretlerinin âşıkı olduğumu anladı. Mevlana’nın Arabi ve Farisi birçok mektuplarını bu fakire ihsân buyurdu. Bunlar arasında, Mevlânâ hazretleri, kardeşi Mevlânâ Mahmud Sâhib hazretlerine, imâm-ı Nevevînin (hadîs-i erbain) kitabını okuturken, bunun ikinci hadîsi olan ve (hadîs-i Cibril) adı ile meşhur, hadîs-i şerifi anlatırken, Mevlânâ Sâhib hazretleri, bu hadîs-i şerîfi açıklayarak yazmaları büyük kardeşinden dilemişti.
Mevlânâ Hâlid hazretleri, kardeşinin nurlu kalbini hoş etmek için, dileğini kabul buyurmuştu. Bu hadîs-i şerîfi şerh ederek (Ferâid-ül Fevâid) adını vermişti. Bu şerhi okurken, hikmet dolu bir hazine ve ma’rifetler definesi olduğunu anladım. Ehl-i sünnet velcemâ’at i’tikâdını çok güzel bildirmekte idi. Böyle kıymetli bir kitap görmemiştim.
Hattâ, Hanefi fıkh âlimlerinden Muhammed Emin İbni Âbidîn hazretleri (Sellülhisâmilhindî bi-nusrati Mevlânâ Hâlid-il Nakşibendi) adındaki kitabında, Mevlana’nın üstünlüklerini ve kerâmetlerini ve eserlerini sayarken, bu Ferâid-ül Fevâid kitabını çok medh ve senâ eylemektedir.
Bu kitâba mâlik olan kimse, dünyâ ve âhiret seâdet hazinelerinin anahtarını ele geçirmiş demektir. Fakat, Farisi dil ile olduğundan, bu evliyâ lisânını bilmeyenler, bu hâzinedeki incilere, cevherlere kavuşamayacağından, bu fakir Feyzullah, Mevlânâ Hâlid hazretlerinin mübarek ruhundan yardım dileyerek, temiz gençlere âciz bir hizmet etmek için, Türkçeye tercemesine başladım. Cenâb-ı Hakk’ın lütfü ile tamamlandı. Okuyanlardan, bu fakîr kula hayr düâ buyurmalarını umarım.
Mütercimin ön sözü tamâm oldu. Mütercim Kemâhlı hacı Feyzullah Efendi, İstanbul ulemasından Sanyer’li hocadan icazet almış ve Şam’da şeyh Es’ad efendi hazretlerinin halifeleri arasına dâhil olmakla şereflenmiştir.
— Başlangıç
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî Osmânî hazretlerinin (Ferâid-ül-Fevâid) kitabının tercemesine başlamadan önce, tasavvuf ehlinin kutbu, bütün mahlûkların gavsî yani imdatlarına yetişicileri İmâm-ı Rabbânî «kuddise sirruh» hazretlerinin (mektûbât) adındaki kitabının üçüncü cildinin on yedinci mektubundan terceme ederek, kitabımıza zinet ve bereket vermek uygun görüldü.
İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî Serhendî hazretleri buyuruyor ki:
Mektubuma besmele ile başlıyorum.
Bizlere her çeşit nimetleri gönderen ve en büyük nimet olarak, Müslüman yapmakla şereflendiren ve mahlûkların en üstünü Muhammed Aleyhisselam’a ümmet kılmakla kıymetlendiren Allahü Teâlâ’ya sonsuz hamd ve şükürler olsun.
İyice düşünmeli, anlamalıdır ki, herkese her nimeti gönderen yalnız Allahü Teâlâ’dır. Her şeyi var eden, ancak odur. Her varlığı, her an varlıkta durduran hep odur. Kullardaki üstün ve iyi sıfatlar, onun lütfu ve ihsanıdır.
Hayatımız, bilgimiz, gücümüz, işitmemiz, söyleyebilmemiz, hep ondandır. Saymakla bitirilemeyen, çeşitli nimetleri, iyilikleri gönderen odur. İnsanları güçlükten, sıkıntıdan kurtaran, duâları kabul eden, dertleri, belâları gideren odur. Rızkları yaratan, ulaştıran yalnız odur. İhsânı o kadar boldur ki, günah işleyenlerin rızkını kesmiyor.
Günahları örtmesi o kadar çoktur ki, emrini dinlemeyen, yasaklarından sakınmayan azgınları, herkese rezîl ve rüsvâ etmiyor ve namus perdelerini yırtmıyor. Afvı ve merhameti o kadar çoktur ki, cezayı ve azâbı hak edenlere azâb vermekte acele etmiyor.
Nimetlerini, ihsanlarını dostlarına ve düşmanlarına saçıyor. Kimseden bir şey esirgemiyor. Bütün nimetlerinin en üstünü, en kıymetlisi olarak da, doğru yolu, seâdet ve kurtuluş yolunu gösteriyor. Yoldan sapmamak, Cennete girmek için teşvik buyuruyor. Bu sonsuz nimetlere, bitmez, tükenmez zevklere ve kendi rızâsına, sevgisine kavuşabilmemiz için, Resûl-i ekremine, sevgili peygamberine uymamızı emr ediyor.
İşte, Allahü Teâlâ’nın nimetleri güneş gibi meydandadır. Başkalarından gelen iyilikler, yine ondan gelmektedir. Onları vâsıta kılan, onlara iyilik yapmak isteğini veren, onlara iyilik yapabilecek gücü, kuvveti veren, yine odur. Bunun için, her yerden, herkesten gelen nimetleri gönderen hep odur. Ondan başkasından iyilik, ihsân beklemek, emanetçiden, emanet olarak bir şey istemeğe ve fakirden sadaka istemeğe benzer.
Bu sözlerimizin, yerinde ve doğru olduğunu, cahil olanlar da, âlimler gibi ve kalın kafalılar da, zeki, keskin görüşlü olanlar gibi bilir. Çünkü, anlatılanlar, meydanda olan, düşünmeğe bile lüzum olmayan bilgilerdir.
Fârisî beyt tercemesi:
Üzerimdeki kıllar, gelse hep dile,
Şükür etmiş olamam, binde birine!
Yani, üzerimdeki her kıl dile gelse,
yâ Rabbî bize verdiğin nimetlerin binde birinin şükrünü yapmış olamam!
Yukarıdaki yazılanlardan anlaşıldı ki, herkes Allahü Teâlâ’nın nimetlerine kavuştuğu için, bu nimetlere şükür etmeleri lâzımdır.
Her insanın, nimetleri gönderen Allahü Teâlâ’ya, gücü yettiği kadar şükür etmesi, insanlık vazifesidir. Aklın emrettiği bir vazife, bir borçtur. Fakat, Allahü Teâlâ’ya yapılması gerekli bu şükrü yerine getirebilmek, kolay bir iş değildir. Çünkü insanlar, yok iken sonradan yaratılmış, zayıf, muhtaç, ayıplı, kusurludur. Allahü Teâlâ ise, hep var, sonsuz vardır, Ayıplardan, kusurlardan uzaktır. Bütün üstünlüklerin sahibidir. Bunun için, insanların Allahü Teâlâ’ya hiçbir bakımdan benzerlikleri, yakınlıkları yoktur.
Böyle aşağı kullar, öyle bir Allah’ın şanına yakışacak bir şükür yapabilirler mi? Çünkü, çok şey vardır ki, güzel ve kıymetli sanılır. Fakat, Allahü Teâlâ, bunları kötülük bilir ve beğenmez. Saygı ve şükür sandığımız şeyler, beğenilmeyen, bayağı şeyler olabilir. Bunun içindir ki, insanlar kendi kusurlu akılları, kısa görüşleri ile, Allahü Teâlâ’ya karşı şükür, saygı olabilecek şeyleri bulamaz.
Şükür etmeğe, saygı göstermeğe yarayan vazifeler, Allahü Teâlâ tarafından bildirilmedikçe, övmek sanılan şeyler kötülemek olabilir ve güzel sanılan işler, kötü, çirkin olabilir.
İşte, insanların Allahü Teâlâ’ya karşı, kalb ile ve dil ile ve beden ile ve inanmakla yapmaları lâzım olan şükür borcu, kulluk vazifeleri, Allahü Teâlâ tarafından bildirilmiş ve onun sevgili peygamberi tarafından ortaya konmuştur.
Allahü Teâlâ’ya şükür, onun peygamberinin getirdiği şeriata uymakla olur. Yalnız bu şeriatın gösterdiği şükürler, makbul ve güzel olur. Bu şeriata uymayan, bunun dışında kalan hiçbir şükrü, hiçbir ibadeti, Allahü Teâlâ kabul etmez, beğenmez. Çünkü, insanların iyi, güzel sandıkları çok şey vardır ki, şeriat, bunları beğenmemekte, çirkin olduklarını bildirmektedir.
Demek ki, aklı olan kimselerin, Allahü Teâlâ’ya şükür etmek için, bu şeriata uymaları lâzımdır.
Allahü Teâlâ’ya şükür etmeğe, yani şeriata uymağa (ibadet etmek) denir.
Şeriat da iki kısımdır:
İnanılacak her i’tikâdın ve yapılacak her amelin, şeriata uygun olması lâzım geldiği anlaşıldı. Şeriatın bildirdiği i’tikâd, ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarında yazılı olan i’tikâddır.
Ehl-i sünnet i’tikâdına uymayan i’tikâd sahiplerini Allahü Teâlâ sevmez. Vazifelerini yapmadıkları için, Cehennemde azâb göreceklerdir. Bunların yaptıkları ibadetlerin hiçbiri kabul edilmez.
İ’tikâdı doğru olanlar, ibadet yapmakta kusur ederlerse, Allahü Teâlâ bunları, dilerse, afv eder. Cehenneme hiç sokmaz. Dilerse, azâb eder ise de yine azâbdan kurtulacaklardır.
Dinde zaruri olanlara, yani açıkça bildirilmiş olanlara inanmayanlar, Cehennemde sonsuz kalacak, sonsuz azâb göreceklerdir. Bunlara (Kâfir) denir.
Açık bildirilen şeylere inanıp da, açıkça bildirilmemiş olanlara, ehl-İ sünnet âlimlerinin anladıkları gibi inanmayanlar, Cehenneme girecek işerle azâbda sonsuz kalmayacak, tekrar çıkarılacak, Cennete sokulacaklardır. Bunlara (Bid’at ehli) veya (Dalâlet fırkaları) denir.
Bugün, komünistlerle masonlar kitapsızdır. Hristiyanlarla Yahudiler ise, kitaplı kâfirdir. Vehhâbîler ile Rafızilerin taşkın olanları, ehl-i sünnete kâfir, müşrik diyorlar. Hâlbuki, Müslümana kâfir diyenin kendisi kâfir olur.
İMÂN VE İSLÂM - (FERÂID-ÜL FEVÂID TERCEMESI)
— Giriş
Ehl-i sünnet fırkasının âlimleri buyurdu ki, mükellef olan, yani âkil ve bâliğ olan her Müslümanın, Allahü Teâlâ’nın sıfât-ı zâtiyyesini ve sıfât-ı sübûtiyyesini, şeriatın bildirdiği gibi bilmesi ve inanması lâzımdır. Herkese ilk farz olan şey budur. Bilmemek özür olmaz. Bilmemek günah olur.
Ahmed oğlu Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin bu kitabı yazması, başkalarına üstünlük ve bilgi satmak ve şöhret sâhibi olmak için değildir. Bir yadigâr, bir hizmet bırakmak içindir. Cenâb-ı Hak, eli - ayağı bağlı olan bu Halid’e, kendi kuvveti ile ve Resûlünün mübarek ruhunun yardımı ile imdâd eylesin! Âmin.
Bu kitapta, Resûl-i ekremin «sallallahü aleyhi ve sellem» imanı ve İslâmî bildiren bir hadîs-i şerifi açıklanacaktır. Bu hadîs-i şerifin bereketi ile, Müslümanların i’tikâdlarının tamamlanacağını, böylece salâha, ve seâdete kavuşmalarına ve cürmü, günahı çok olan Hâlid’in de «kuddise sirruh» kurtulmasına sebep olacağını ümîd ediyorum.
Hiçbir şeye muhtaç olmayan ve keremi, ihsânı bol olan ve kullarına acıyan Hudâ-yı Teâlâ’ya güzel i’tikâdını şöyledir ki, sermayesi az, kalbi kara olan bu fakirin yersiz sözlerini afv buyura ve kusurlu ibadetlerimizi kabul eyleye! Yalancı, aldatıcı şeytanın kötülüklerinden koruyup şâd ve handân eyleye! Çünkü, merhametlilerin en merhametlisi ve ihsan sahiplerinin en cömerdi ancak odur.
Allahü Teâlâ’dan başka olan her şeye, (Mâsivâ) denir veya (Âlem) denir. Âlemlerin hepsi yok idi. Hepsini Allahü Teâlâ yarattı. Âlemlerin hepsi mümkindir ve hâdistir. Yani, yok iken var olabilir ve yok iken var olmuştur. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» efendimizin (Allahü Teâlâ var idi. Hiçbir şey yok idi) hadîs-i şerîfi, böyle olduğunu beyân buyurmaktadır.
Âlemin hâdis olduğunu gösteren ikinci bir delil de âlemin her zaman bozularak tegayyür etmesidir. Çünkü, kadim olan şey, tebeddül ve tegayyür kabul etmez. Cenâb-ı Hakk’ın zâtı yani kendisi ve sıfatları böyledir. Bunlar hiç tegayyür etmez. Hâlbuki âlemde bulunan her şey değişmektedir.
Fizik olaylarında, maddelerin hâl değiştirmesi oluyor. Kimya olaylarında ise, maddelerin içi, yapısı değişiyor. Bugün yeni bilinen atom değişmelerinde ve çekirdek reaksiyonlarında ise madde yok oluyor. Enerjiye dönüyor. Âlemlerin böyle değişmeleri, bozulmaları, hâdis olduklarını, yoktan var edildiklerini göstermektedir.
Âlemin mümkin olduğuna, yani yok iken var olabileceğine başka bir delil de âlemin hâdis olmasıdır. Yani, yok iken var edilmiş olmasıdır.
(Vücûd, varlık demektir. Üç türlü vücûd vardır: Birincisi vâcib-ül-vücûddur. Yani, varlığı lâzım olan vücûddür. Hep vardır. Önceleri ve sonsuz sonraları hiç yok olamaz. Yalnız, Allahü teâlâ vâcib-ül-vücûddur.
İkincisi, mümteni’ul-vücûddür. Yani, var olamaz. Hep yok olması lâzımdır. Şerîk-i bârî böyledir. Yani, Allahü Teâlâ’ya ortak, Allahü Teâlâ gibi ikinci bir Allah var olamaz.
Üçüncüsü, mümkin-ül-vücûddür. Yani, var da olabilir. Yok da olabilir. Bütün âlemler, mahlûklar hep böyledir. (Vücûd) kelimesinin tersi (Âdem) kelimesidir. Âdem, yokluk demektir. Âlemler, yani her şey, var olmadan önce ademde idi. Yani yok idiler.)
Ademde kalması lâzım olan, ademden çıkması, var olması caiz olmayan varlığa, daha doğrusu yokluğa (Mümteni’ul-vücûd) denir. Şerîk-i bârî böyledir.
Mevcud, yani var olan şey ikidir. Biri, mümkin, İkincisi vâcibdir. Eğer mevcûd yalnız mümkin olsaydı ve vâcib-ül-vücûd bulunmasaydı, hiçbir şey var olmazdı. Çünkü, mümkin olan mevcûd, başka bir mümkini halk edemez, yaratamaz.
Mümkini yaratanın, vâcib-ül-vücûd olması lâzımdır. Mümkin-ül-vücûd olan varlıklar, kendi kendilerine var olamaz. Bir yaratana ihtiyaçları vardır.
Âlemin vücûdü, yani varlığı, mevcûddur. Yani, sonradan var olmuştur. Hadis olmayarak ve mümkin olmayarak, yani hep var olarak, bütün mümkinlerîn tek yaratıcısı, ancak vâcib-ül-vücûddür. O kadimdir. Yani hep var idi.
Vâcib-ül-vücûd demek, vücûdü başkasından olmayıp ancak kendindedir. Yani kendi kendine hep vardır. Başkası tarafından yaratılmamıştır. Eğer böyle olmazsa, mümkin ve hadis olması lâzım gelir. Bu ise, kadim olmasına uygun değildir. Düşünülenin aksine olan bir neticedir. Farisi’de (Huda) demek, kendi kendine gelici ve kendinden var olucu, yani kadim demektir.
Alemleri yaratanın (Hay) diri, (Alîm) bilici, (Kâdir) gücü yetici, (Semî’) işitici, (Basîr) görücü ve (Mütekellim) söyleyici olması lâzımdır. Çünkü, ölmek ve cahil olmak ve gücü yetmemek ve sağırlık ve körlük ve söylememek birer kusurdur, utanılacak şeylerdir. Bu kâinatı, bu âlemi, bu nizam üzere yaratanda ve yok olmaktan koruyanda, böyle kusurlu sıfatların bulunması olacak şey değildir.
Atomdan, yıldızlara kadar her varlık birer hesapla, kânunla yaratılmıştır. Fizikte, kimyada, astronomide ve biyolojide keşf edilebilen kânunlardaki, bağlantılardaki nizam, akıllara hayret vermektedir. Darvin bile, (gözün yapısındaki nizamı, incelikleri düşündükçe, hayretten tepem atacak gibi oluyor) demek zorunda kalmıştır. Fen bilgilerinde okutulan bütün kânunları, ince hesapları, formülleri yaratan, hiç noksan sıfatlı olur mu?
Bundan başka, adı geçen kemâl sıfatlarını, mahlûklarda görüyoruz. Bunları, mahlûklarında yaratmıştır. Bu sıfatlar, kendisinde bulunmasaydı, mahlûklarda nasıl yaratabilirdi ve mahlûkları, ondan daha üstün olurlardı. Böyle olamayacağı meydandadır.
Yine deriz ki, bu âlemleri yaratanda, bütün kemâl, üstün sıfatların bulunması ve noksan sıfatlardan hiçbirinin bulunmaması, lâzımdır. Çünkü, noksan, kusurlu olan zât, Huda, yaratıcı olamaz.
Aklın gösterdiği bu delilleri bir yana bırakırsak, âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerifler de Allahü Teâlâ’nın kemâl sıfatları olduğunu açıkça bildirmektedir. Bundan dolayı, bunda şüphe etmek câiz değildir. Şüphe etmek küfre sebep olur. Allahü Teâlâ’da bütün kemâl sıfatları vardır. Onun zâtında ve sıfatlarında ve işlerinde hiçbir kusur ve karışıklık yoktur.
İSLÂMIN ŞARTLARI
— Cibril Hadisi - İslam Nedir?
Bütün âlemleri, her an varlıkta durduran ve hiçbir an uyumaz olan ve bütün iyiliklerin ve nimetlerin vericisi olan Allahü Teâlâ’nın yardımı ile ve kuvvet vermesi ile, şimdi peygamberimiz «sallallahü aleyhi ve sellem» efendimizin, mübarek sözünü açıklamağa başlıyoruz.
Müslümanların kahraman imâmı, eshâb-ı kirâmın yükseklerinden, hep doğru söyleyici olmakla meşhur, sevgili büyüğümüz, hazret-i Ömer - übnil - Hattâb «radıyallahü anh» buyuruyor ki:
(Öyle bir gün idi ki, eshâb-ı kirâmdan birkaçımız Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» efendimizin huzurunda ve hizmetinde bulunuyorduk.)
O gün, o saat, öyle şerefli, öyle kıymetli ve hiç ele geçmez bir gün idi. O gün, Resulullah’ın sohbetinde, yanında bulunmakla şereflenmek, ruhlara gıda olan, canlara zevk ve sefa veren cemâlini görmek nasip olmuştu. Bugünün şerefini, kıymetini anlatabilmek için (öyle bir gün idi ki...) buyurdu. Cebrâil Aleyhisselam’ı insan şeklinde görmek, onun sesini işitmek, kulların muhtaç olduğu bilgiyi gayet güzel ve açık olarak, Resulullah’ın mübarek ağzından işitmek nasip olan bir gün gibi, şerefli ve kıymetli bir vakit bulunabilir mi?
(O vakit, ay doğar gibi, bir zât yanımıza geldi, elbisesi çok beyaz, saçları pek siyah idi. Üzerinde, toz - toprak, ter gibi yolculuk âlâmetleri görünmüyordu. Resulullah’ın «sallallahü aleyhi ve sellem» eshâbı olan bizlerden hiçbirimiz onu tanımıyorduk. Yani, görüp bildiğimiz kimselerden değildi. Resulullah’ın «sallallahü aleyhi ve sellem» huzurunda oturdu. Dizlerini, mübarek dizlerine yanaştırdı).
Cebrâil Aleyhisselam’ın böyle oturması, edebe uymuyor gibi görünüyor ise de bu hâli mühim bir şeyi bildirmektedir. Yani, din bilgisi öğrenmek için utanmak doğru olmadığını ve üstada gurur, kibir yakışmayacağını göstermektedir. Herkesin, dinde öğrenmek istediklerini, muallimlere serbestçe ve sıkılmadan sorması lâzım geldiğini, Cebrail aleyhisselâm, eshâb-ı kirâma anlatmaktadır. Çünkü, din öğrenmekte utanmak ve Allahü Teâlâ’nın hakkını ödemekte ve öğretmekte ve öğrenmekte sıkılmak olmaz.
(O zât-ı şerif, ellerini Resûl-i ekrem «sallallahü aleyhi ve sellem» efendimizin mübarek dizleri üzerine koydu. Resulullah’a «sallallahü aleyhi ve sellem» sorarak, yâ Resulallah! Bana İslamiyet’i, Müslümanlığı anlat dedi).
İslâm demek, boyun bükerek teslim olmak demektir. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem», İslâm kelimesinin, şeriatta beş temel direğin ismi olduğunu şöyle beyan buyurdu:
1 — (Resûl-i ekrem «sallallahü aleyhi ve sellem» buyurdu ki, İslam’ın şartlarından birincisi, Eşhedü en lâ ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühu ve resûlüh, söylemektir).
Yani, âkil ve bâliğ olan ve konuşabilen kimsenin, (yerde ve gökte, ondan başka, ibadete hakkı olan ve tapınmağa lâyık olan hiçbir şey ve hiçbir kimse yoktur. Hakikî ma’bûd ancak Allahü Teâlâ’dır) demesi ve buna kalb ile kesin olarak inanarak, dil ile söylemesidir.
Ve yine, o gül renkli, beyaz kırmızı parlak yüzlü ve kara kaşlı ve kara gözlü, alnı açık, güzel huylu, gölgesi yere düşmez ve tatlı sözlü, Arabistan’da, Mekke’de doğduğu için, Arap denilen, Hâşimî evlâdından ve Medine şehrinde metfun bulunan, (Abdullah’ın oğlu Muhammed adındaki zât-ı âlî, Allahü Teâlâ’nın kulu ve resûlüdür, yani peygamberidir).
Veheb’in kızı olan hazret-i Amine’nin oğludur. Mekke şehrinde, kırk yaşında iken, peygamber olduğu bildirildi. Bundan sonra, on üç sene Mekke’de, insanları İslâm dinine çağırdı. Sonra, Allahü Teâlâ’nın izni ile Medine şehrine hicret eyledi. Burada İslamiyet’i her tarafa yaydı. On sene sonra vefat eyledi.
2 — İslam’ın şartlarından ikincisi, şartlarına ve farzlarına uygun olarak, her gün beş kere (vakti gelince, namaz kılmaktır).
Namâzları, farzlarına, vaciplerine, sünnetlerine dikkat ederek ve gönlünü Hakk'a vererek, vakitleri geçmeden kılmalıdır.
Kur’ân-ı Kerîm’de, namaza (Salât) buyuruluyor. Salât, insanın duâ etmesi, meleklerin istiğfar etmesi, Allahü Teâlâ’nın merhamet etmesi, acıması demektir.
Şerî’atda, namâz demek, ilmihâl kitaplarında bildirildiği şekilde, belli hareketleri yapmak ve okumak demektir. Namaz kılmağa (iftitâh tekbîri) ile, yani elleri kulaklara kaldırıp, göbek altına indirirken (Allahü ekber) diyerek başlanır. Son oturuşta, başı sağ ve sol omuzlara döndürüp selâm vererek bitirilir.
3 — İslam’ın üçüncü şartı, (Malın zekâtını vermektir).
Zekâtın manası, temizlik ve övmek ve iyi, güzel hâle gelmek demektir.
Şeriatta zekât demek, nisâb miktarı malı olan kimsenin, bir sene sonra malının belli miktarını ayırıp, Kur’ân-ı kerîm’de adı bildirilen Müslümanlara, başa kakmadan vermesi demektir.
Zekât, sekiz çeşit insana verilir. Dört türlü zekât vardır: Altın ve gümüş zekâtı, ticaret malı zekâtı, senenin yarıdan fazlasında çayırda otlayıp kasap hayvanları zekâtı ve yerden biten her çeşit ihtiyaç maddesi zekâtıdır. Bu dördüncü zekâta (Uşur) denir. Yerden mahsul alınır alınmaz uşur verilir. Diğer üç zekât, nisâb miktarı olduktan bir sene sonra verilir.
4 — İslam’ın beş şartından dördüncüsü, (Ramazân-ı şerif ayında, her gün oruç tutmaktır).
Savm, bir şeyi bir şeyden korumak demektir. Şeriatta, şartlarını gözeterek, Ramazan ayanda, üç şeyden kendini korumak demektir. Bu üç şey, yemek, içmek ve cimâ’dan korunmaktır.
5 — İslam’ın şartlarından beşincisi, (Gücü yetenin ömründe bir kere hac etmesidir).
Yol emin ve beden sağlam olarak Mekke-i Mükerrem’e şehrine gidip gelinciye kadar, geride bıraktığı çoluk - çocuğunu geçindirmeğe yetişecek maldan fazla kalan para ile gidip - gelebilecek kimsenin ömründe bir kere, Kâ’be-i muazzamayı gidip ziyaret etmesi ve Arafat meydanında durması ve şartlarını yerine getirmesi farzdır.
O zât, Resûlullahdan bu cevapları işitince, (Doğru söyledin yâ Resûlallah, dedi. Biz dinleyiciler, onun bu sözüne şaştık). Eshâb-ı kirâmdan, orada bulunanların, o zâtın bu hâline şaştıklarını hazret-i Ömer «radıyallahü anh» haber veriyor. Çünkü, hem soruyor, hem de verilen cevabın doğru olduğunu tasdik ediyor. Bir şey sormak, bilmediğini öğrenmek demektir. Doğru söyledin demek ise, bunları bildiğini gösterir. Bu ise, şaşılacak şeydir.
Yukarıda bildirilen, beş şarttan en üstünü, kelime-i şehadettir. Bundan sonra üstünü, namaz kılmaktır. Daha sonra, oruç tutmaktır. Daha sonra, zekât vermektir. Kelime-i şehadetin en üstün olduğu, söz birliği ile bellidir. Geri kalan dördünün üstünlük sırasında, âlimlerin çoğunun sözü, bildirdiğimiz gibidir. Çünkü kelime-i şehadet, Müslümanlığın başlangıcında ve ilk olarak farz oldu. Beş vakit namaz, on iki seneden birkaç ay önce, Miraç gecesinde farz oldu. Ramazân-ı şerif orucu, hicretin ikinci senesinde farz oldu. Zekât vermek, orucun farz olduğu Ramazân ayı içinde farz oldu. Hac ise, hicretin altıncı senesinde farz oldu. Böylece, İslam’ın beş şartının üstünlük sırası, farz olma zamanları sırası üzere oldu.
Bir kimse, İslam’ın bu beş şartından birini inkâr ederse, inanmaz, kabul etmezse yahut alay eder, saygı göstermezse, ne’ûzü billah, kâfir olur. Bunlar gibi, sözbirliği ile, helâl ve harâm olduğu bilinen şeyleri de kabul etmeyen, yani helâle harâm diyen ve harama helâl diyen de kâfir olur. Dinde zaruri olan ve şüphesiz olarak bilinen şeylerden birini inkâr eden kâfir olur. Cahillerin bilemeyeceği kadar meşhur ve zarurî olmayan, şeyleri cahillerin bilmemesi küfür olmaz, fısk yani günah olur.
İMANIN ŞARTLARI
— Cibril Hadisi - İman Nedir?
Bu zât, yine sorarak (imanın ne olduğunu bana bildir) dedi, İslam’ın ne olduğunu sorduktan ve cevap verildikten sonra,
Cebrâil Aleyhisselam, Resûl-i ekrem «sallallahü aleyhi ve sellem» efendimizden, imanın hakikatim ve mahiyetini açıklamasını sordu. İman, bir şeyi tam ve doğru tutmak ve inanmak demektir.
Şeriatta iman demek, Resûl-i ekrem «sallallahü aleyhi ve sellem» hazretlerinin Allah’ın peygamberi olduğunu ve onun tarafından seçilmiş haber verici nebî olduğunu doğru bilmek ve inanarak söylemek ve onun Allahü Teâlâ tarafından kısaca bildirdiklerine kısaca inanmak ve geniş bildirdiklerine etraflıca inanmak ve gücü yettikçe dil ile de söylemektir.
Kuvvetli iman şöyledir ki, ateşin yaktığına, yılanın zehirleyip öldürdüğüne yakîn üzere inanıp, kaçtığı gibi, gönlünden tam olarak, Allahü Teâlâ’yı ve sıfatlarını büyük bilerek, onun rızasına ve cemâline koşmak ve gazabından, celâlinden kaçmak ve imanı, mermer üzerine yazdan yazı gibi gönlüne yazmaktır.
İman ile İslâm ikisi birdir. Aralarında umûm ve husûs ayrılığı var demişler ise de lügat manaları ayrı olmakla beraber, şeriatta ayrılıkları yoktur.
İman bir şey midir, birkaç parçanın birleşiği midir? Birleşik ise, iki parçadan mı, üç parçadan mı yapılmıştır? Ameller, ibadetler, imandan mıdır, değil midir? İmanın içinde iseler, imanın öz parçaları mıdır, yoksa imanın parçası olarak sayılmakta mıdırlar? İmanım var derken, inşâ - Allah demek de câiz midir, değil midir? İmanda azlık, çokluk olur mu? İman mahlûk mudur? İman etmek, insanın elinde midir, yoksa müzminler zorla mı iman etmiştir? Eğer imanda zor, cebr varsa, herkesin iman etmesi neden emir olunmuştur?
Bunları ayrı ayrı bildirmek çok uzun sürer. Şu kadar bilmelidir ki, Eş’arî ve Mu’tezile mezheplerine göre kendisi mümkin olmayan bir şeyin yapılmasını. Allahü Teâlâ’nın emr etmesi câiz değildir. Kendisi mümkin ise de insanların gücü yetmediği şeyleri emir etmesi de mu’tezileye göre câiz değildir. Eş’arîye göre ise, bu câizdir. Fakat, emir etmemiştir. İnsanın havada uçmasını emir etmek böyledir.
İman olsun, ibadetler, ameller olsun, Allahü Teâlâ, kullarından, gücü yetmediği şeyleri istememiştir. Bunun için, Müslüman iken deli olan, gâfil olan, uyuyan kimse, bu hâlinde, tasdik ve iman hâlinde değil ise de, Müslümanlıkları devam etmektedir. Burada imanın lügat manasını düşünmemelidir. Çünkü lügat manası, tasdik ve inanmak demek olduğundan, Arap cahillerinden, bu manayı bilmeyen kimse yoktur. Nerde kaldı ki, eshâb-ı kirâm bilmemiş olsunlar.
Burada, Cebrail Aleyhisselam, imanın manasını değil, şeriatta neye iman denildiğini sormaktadır. (İman, belli altı şeye inanmaktır). Bunu açıklamak için sormaktadır. Bunun içindir ki, Resûlullah «sallallâhü aleyhi ve sellem» efendimiz, imanı, belli altı şey ile bildirdi:
— 1 — (önce, Allahü Teâlâ’ya inanmaktır, buyurdu)
İman demek, keşif ile bularak veya vicdanla bularak, yahut bir delil ile aklın anlaması yolundan veya seçilmiş, beğenilmiş bir söze güvenerek ve uyarak, belli altı şeye can ve gönülden inanmak ve dil ile de söylemektir.
Bu altı şeyden birincisi, Allahü Teâlâ’nın vâcib-ül-vücûd ye hakiki ma’bûd ve bütün varlıkların yaratıcısı olduğuna inanmaktır. Dünya âleminde ve ahiret âleminde bulunan her şeyi, maddesiz ve benzersiz olarak yoktan var eden ancak Allahü Teâlâ’dır diye kesin inanmaktır.
(Her maddeyi, atomları, molekülleri, elementleri, bileşikleri, organik cisimleri, hücreleri, hayatı, ölümü, her olayı, her reaksiyonu, her çeşit kuvveti, enerji ney’lerini, hareketleri, kânunları, ruhları, melekleri, canlı, cansız her varı yoktan var eden, her an varlıkta bulunduran yalnız odur).
Âlemlerde olan her şeyi yarattığı gibi, yine yok edecektir. Her varlığın yaratanı, sahibi, hâkimi yalnız odur. Onun hâkimi, âmiri, üstünü yokdur diyerek inanmak lâzımdır.
Her üstünlük, her kemâl sıfatı onundur. Onda hiçbir kusur, hiçbir noksan sıfat yoktur. Dilediğini yapabilir. Yaptıkları, kendine veya başkasına fâideli olmak için değildir. Bir karşılık için yapmaz. Bununla beraber, her işinde hikmetler, fâideler, lütuflar, ihsanlar vardır. Kullarına iyi olanı, yarar olanı yapmağa, kimisine sevap, kimisine azâb yapmağa mecbur değildir.
Günah işleyenlerin hepsini Cennete koysa, fadlına, ihsânına yakışır. İtâ’at, ibadet edenlerin hepsini Cehenneme atsa, adâletine uygun olur. Fakat, Müslümanları ve ibadet edenleri Cennete sokacağını, bunlara nimetler, iyilikler vereceğini, kâfirlere ise, Cehennemde azâb edeceğini dilemiş ve bildirmiştir. O, sözünden dönmez.
Bütün canlılar iman etse, itâ’at etse, ona hiçbir fâidesi olmaz. Bütün âlem kâfir olsa, taşkın olsa, karşı gelse, ona hiçbir zarar vermez.
Kul, bir şey yapmak dileyince, o şeyi yaratır. Kullarının her hareketini, her şeyi yaratan odur. O dilemezse, yaratmazsa hiçbir şey hareket edemez. O dilemezse, kimse kâfir olamaz. Kimse isyan edemez. Küfrü, günahları diler ise de bunlardan râzı değildir. Onun işine, kimse karışamaz. Niçin böyle yaptı. Şöyle yapsaydı demeğe, sebebini sormağa kimsenin gücü ve hakkı yoktur. Şirkten, küfürden başka, herhangi büyük günahı işleyip tevbesiz ölen kimseyi, dilerse afv eder. Küçük bir günah için dilerse, azâb eder. Kâfir, mürted olarak ölenlere ebedî, sonsuz azâb edeceğini bildirmiştir.
Müslüman olup, ibadet edip fakat, i’tikâdı ehl-i sünnet i’tikâdına uymayan ve tevbe etmeden ölen kimseye Cehennemde azâb edecek ise de böyle bid’at sahipleri Cehennemde sonsuz kalmayacaktır.
Allahü Teâlâ’yı dünyada baş gözü ile görmek câizdir. Fakat, kimse görmemiştir. Kıyamet günü mahşer yerinde, kâfirlere ve günahı olan mü’minlere kahr ve celâl ile görünecektir. Mü’minler, Cennette cemâl sıfatı ile görecektir. Melekler ve kadınlar da görecektir. Kâfirler, bundan mahrum kalacaktır. Cinnîlerin de mahrum kalacaklarını bildiren haber daha kuvvetlidir.
(Mü’minlerin makbul olanları her sabah ve akşam, derecesi aşağı olanlar ise, her Cuma günü ve kadınlar, dünya bayramı gibi yılda birkaç kere, tecellî-i cemâle nâil ve rü’yetle müşerref olacaklardır).
Allahü Teâlâ’nın görüleceğine inanmalı, nasıl görüleceği düşünülmemelidir. Çünkü, Allahü Teâlâ’nın işleri akıl ile anlaşılmaz. Dünya işlerine benzemez. Fizik ve kimya bilgileri ile ölçülmez.
Allahü Teâlâ’nın ciheti, karşıda bulunması yoktur. Allahü Teâlâ, madde değildir. Cism değildir. Element değildir. Karışım, bileşik değildir. Sınırlı değildir. Sayılı değildir. Ölçülmez. Hesap edilmez. Onda değişiklik olmaz. Mekânlı değildir. Bir yerde değildir. Zamanlı değildir. Öncesi, sonrası, önü, arkası, altı, üstü, sağı, solu yoktur. Bunun için, insan düşüncesi, insan bilgisi, insan aklı, onun hiçbir şeyini anlayamaz. Onun nasıl görüleceğini de kavrayamaz.
El, ayak ve bunlar gibi, Allahü Teâlâ’ya lâyık olmayan kelimelerin âyet-i kerîmelerde ve hadîs-i şeriflerde bulunması, bizim anladığımız ve öğrendiğimiz manalarda değildir. Böyle âyet-i keri-melere ve hadîs-i şeriflere (Müteşâbihât) denir. Bunlara inanmalı, ne ve nasıl olduklarını anlamağa kalkışmamalıdır. Yahut bunlar, kısaca veya uzun olarak te’vîl olunur. Yani, Allahü Teâlâ’ya yakışacak mana verilir. Meselâ, el kelimesi kudret, enerji demek olur.
Muhammed Aleyhisselam, Allahü Teâlâ’yı, Miraç’ta gördü. Fakat, bu görmesi, baş gözü ile, dünyadaki görmek gibi değildi. Bir kimse, Allahü Teâlâ’yı dünyada gördüm derse, o zındıktır. Evliyanın görmesi, dünya ve ahiret görmeleri gibi değildir. Yani rü’yet değildir. Onlara şühûd hâsıl olmaktadır. Evliya-i kirâmdan, gördüm diyenler oldu ise de sekr hâlinde iken, yani akılları başlarında değil iken, şühûdü, rü’yet sanmışlardır. Yahut te’vîl ederek anlaşılabilecek sözlerinden biridir.
Suâl: Allahü Teâlâ’nın dünyada baş gözü ile görülmesinin caiz olduğu yukarıda bildirilmişti. Caiz olan bir şeyin, hâsıl olduğunu söyleyen kimse, niçin zındık olsun? Kâfir bile, bunu söylese inanılmaz mı?
Cevap: Lügatte, câiz demek, olabilir veya olmaz demektir. Yani, olması da olmaması da uygundur. Fakat, Eş’arî mezhebinde, rü’yetin câiz olması demek, Allahü Teâlâ, bu dünyada yakın olmanın, karşısında olmanın ve dünyada yaratmış olduğu fizik kânunları ile görmenin dışın-da olarak, insanda bambaşka bir görmek kuvveti yaratmağa kadirdir demektir.
Meselâ Çin’de bulunan kör bir kimseye, Endülüs’teki sivri sineği göstermeğe veya dünyadaki insana ayda ve yıldızda bulunanı göstermeğe kâdirdir ve câizdir. Böyle kuvvet Cenâb-ı Hakka mahsustur. Bundan başka, dünyada gördüm demek, âyet-i kerîmeye ve âlimlerin söz birliğine uygun değildir. Bunun için, böyle bir şey söyleyen kimse, mülhid ve zındıktır.
Üçüncü cevap olarak deriz ki, dünyada rü’yetin câiz olması, dünyada fizik kânunları ile olan görmek câiz olur demek değildir. Hâlbuki, Allahü Teâlâ’yı gördüm diyen kimse, başka şeyleri gördüğü gibi gördüm demektedir. Bu ise, câiz olmayan bir görmektir. Bunun gibi, câiz olmayan şeyleri söyleyen kimseye mülhid ve zındık denir.
Mevlânâ Hâlid hazretleri, bu cevaplardan sonra (Dikkat ediniz!) buyuruyor. Bununla, ikinci cevabın daha sağlam olduğuna işaret ediyor.
Allahü Teâlâ üzerinden gece, gündüz ve zaman geçmesi düşünülemez. Allahü Teâlâ’da, hiçbir bakımdan, hiçbir değişiklik olmayacağı için, geçmişte gelecekte şöyledir, böyledir denemez. Allahü Teâlâ’ya hiçbir şey hulûl etmez, tesir etmez. Hiçbir şeyle birleşmez.
Allahü Teâlâ’nın zıddı, tersi, benzeri, ortağı, yardımcısı, koruyucusu yoktur. Anası, babası, oğlu, kızı, eşi yoktur. Her zaman herkes ile hazır ve her şeyi muhit ve hâzırdır. Herkese, can damarından daha yakındır. Fakat, hâzır olması ihâta etmesi, beraber ve yakîn olması, bizim an-ladığımız gibi değildir. Onun yakınlığı, âlimlerin ilmi, fen adamlarının zekâsı ve evliyanın keşf ve şühûdü ile anlaşılamaz. Bunların iç yüzünü, insan aklı kavrayamaz.
Allahü Teâlâ’nın isimleri (Tevkifidir). Yani, şeriatta bildirilen isimleri söylemek câiz olup, bunlardan başkasını söylemek câiz değildir.
Meselâ, Allahü Teâlâ’ya âlim denir. Fakat, âlim demek olan fakih denmez. Çünkü şeriat, Allahü Teâlâ’ya fakih dememiştir. Bunun gibi, Allah adı yerine, Tanrı demek câiz değildir. Çünkü tanrı, ilâh, ma’bûd demektir.
Meselâ, Hintlilerin tanrıları öküzdür denilmektedir. Allahü Teâlâ’nın isimleri sonsuzdur. Bin bir ismi var diye meşhurdur. Şeriatta, doksan dokuz ismi bildirilmiştir. Bunlara (Esma-i Hüsna) denir.
Allahü Teâlâ’nın (sıfat-ı sübûtiyye)si, Mâtürîdiyye mezhebinde sekizdir. Eş’ariyye mezhebinde ise yedidir. Bu sıfatları da zâtı gibi, ezelîdir, ebedîdir, yani sonsuz olarak vardırlar. Mukaddestirler. Mahlukların sıfatları gibi değildirler.
Akıl ile, zan ile ve dünyadakilere benzetilerek anlaşılamazlar. Allahü Teâlâ, bu sıfatlarından birer örnek insanlara ihsan buyurmuştur. Bunları görerek, Allahü Teâlâ’nın sıfatları biraz anlaşılabilir. İnsan, Allahü Teâlâ’yı anlayamayacağı için, Allahü Teâlâ’yı düşünmek, anlamağa kalkışmak câiz değildir.
Allahü Teâlâ’nın sekiz sıfât-ı sübûtiyyesi, zâtının aynı da değildir, gayrı da değildir. Yani, sıfatları kendisi demek değildir. Kendisinden ayrı da değildirler.
Bu sekiz sıfat:
Hayât, ilm, sem’, basar, kudret, kelâm irâde ve tekvindir. Eş’ariyye mezhebinde, tekvin sıfatı, kudret sıfatı ile birdir. Meşiyyet de irâde sıfatıdır.
——— Sekiz Sıfatı Anlatan Farisi Beyitlerinin Tercemesi
817 yılında tevellüd ve 898 de Hirat’da vefât etmiş olan Mevlânâ Abdürrahman Câmi hazretlerinin, bu sekiz sıfatı anlatan Farisi beyitlerinin tercemesi, teberrük etmek için aşağıya yazıldı:
Sekiz sıfatdan, hayâtdır biri,
cümlesinden hem, odur ileri.
Hayâtı, ruh ve bedenle değil,
diriliği, kendiliğinden, bil!
Kendiliğinden vardır ve diri,
onunla diridir, başkaları.
Hayâtdan başka, bilicidir ol,
cehl ve düşünce, ilme bulmaz yol.
Alemleri bilir, o ilm ile,
element ve atomları bile.
Bir şey yokdur madde ve manada,
kala, onun ilminden dışarda.
Çöllerdeki kum sayılarını
hem, ağaçların yapraklarını
Görmekdedir her anda hepsini,
her zerreye yaymışdır ilmini,
Üçüncü sıfatı, irâdedir,
dilemek demekdir, ezelîdir.
Her yerde görülen, onun fi’li,
her zerrede hep, eder tecellî.
İnsan işleri gibi, istekli,
yâhud, yer çekme kuvveti gibi,
Her hareket, dileğile anın,
hep görünen, kudreti Mevla’nın.
Dilemedikçe o, diken batmaz,
irâde etmezse, iplik kopmaz.
Toplansa bütün fen adamları,
yok etmek için, bir elemanı,
O irâde etmedikçe, aslâ,
bir atomu edemezler imhâ.
Deseler, bir molekül içine,
bir atom koyalım el birlîle.
O dilemedikçe, yapamazlar,
moleküle bir şey katamazlar
İrâdeyi düşünmez kimyâger,
tabî’at kânunu yapıyor der.
Dördüncü sıfat, yüce kudretdir,
diler ve yapar, ne azametdir.
Alemdeki her iş, her hareket,
oluyor hep, o kudretle elbet,
Yok olan şeye, tesîr ederse,
var olur o, durduramaz kimse.
Görmesi ve işitmesi anın,
başkasıdır, ilim sıfatının.
İşitmesi değildir, kulakla,
görmesi olmaz, gözle, bakmakla,
Yakın, uzak, her şeyi işitir,
karanlıkda, her zerreyi görür.
Olacak şeyi, olmadan önce,
bilir ve görür inceden ince.
Düâ edeni, yalvaranları,
işitir hem de, kuduranları.
Bir sıfatı da, kelâmdır, ya’nî,
ağızsız, dilsiz, söyler ebedî.
Söylemesi, vasıtasızdır hep,
söylerken, işe karışmaz sebep.
Harfsiz, kelimesiz olan kelâm,
ile eşyâya söyledi bir ân.
Her şey, var oldu, hemen ol anda,
bu hâl, bildiriliyor Kur’ân’da.
Allahü Teâlâ’nın sekiz sıfatından her biri basittir, bir hâldedir. Hiçbirinde, hiçbir değişiklik olmaz. Fakat, mahluklara tealluk bakımından çokturlar. Bir sıfatın mahluklara tealluku, etkisi bakımından çok olması, bunun basit olmasına zarar vermez.
Allahü Teâlâ da bu kadar çeşitli mahlukları yarattı ve her an yok olmaktan korumaktadır. Her mahluk, her an, her bakımdan ona muhtaçtır. Allahü Teâlâ, hiçbir şeyde, hiç kimseye muhtaç değildir.
— 2 — İkincisi: (Onun meleklerine inanmaktır)
İmanın altı esasından ikincisi, Allahü Teâlâ’nın meleklerine inanmaktır.
Melekler, cismdir. Latiftir. Gaz halinden daha latiftirler. Nûrânîdirler. Diridirler. Akıllıdırlar. İnsanlardaki kötülükler meleklerde yoktur. Her şekle girerler. Gazlar, sıvı ve katı olduğu gibi ve katı olunca, her şekli aldığı gibi, melekler de güzel şekiller alabilir.
Melekler, büyük insanların bedeninden ayrılan ruhlar değildirler. Hıristiyanlar, melekleri, böyle ruh sanıyor, Enerji, kuvvet gibi, maddesiz de değildirler. Eski feylesoflardan bir kısmı, böyle sanıyordu. Hepsine melâike denir.
Melek, elçi, haber verici veya kuvvet demektir. Melekler, her şeyden önce yaratıldı. Onun için, kitaplara imandan önce, bunlara iman bildirildi. Kitaplar da peygamberlerden öncedir. Kur’ân-ı Kerîm’de de inanılacak şeylerin ismi, bu sıra ile bildirilmektedir.
Meleklere iman şöyle olmalıdır:
Melekler, Allahü Teâlâ’nın kullarıdır. Ortakları değildir. Kızları değildir. Kâfirler, müşrikler öyle sandılar. Allahü Teâlâ, meleklerin hepsini sever. Allahü Teâlâ’nın emirlerine itâat ederler. Günah işlemezler. Emirlere isyan etmezler. Erkek ve dişi değildirler. Evlenmezler. Çocukları olmaz. Hayat sâhibi, diridirler.
Abdullah bin Mes’ud «radıyallahü anh» hazretlerinden gelen haberde, meleklerden bir kısmının çocukları olduğu, İblis ve cin bunlardan olduğu bildirilmekte ise de, bunun cevabı kitaplarda uzun yazılıdır.
Allahü Teâlâ, insanları yaratacağını buyurduğu zaman (Yâ Rabbî! Yeryüzünü ifsâd edecek ve kan dökecek mahlûkları mı yaratacaksın?) gibi, meleklerin (zelle) denilen hataları bunların masum olmalarına zarar vermez.
Melekler, bütün insanlardan önce yaratıldı. Sayısı en çok olan mahlûk, bunlardır. Bunların sayılarını Allahü Teâlâ’dan başka kimse bilmez. Göklerde, meleklerin ibadet etmedikleri, boş bir yer yoktur. Göklerin her yeri, rükû’da veya secdede olan meleklerle doludur.
Göklerde, yerlerde, otlarda, yıldızlarda, canlılarda, cansızlarda, yağmur damlalarında, ağaçların yapraklarında, her molekülde, her atomda her reaksiyonda, her harekette, her şeyde meleklerin vazifeleri vardır. Her yerde, Allahü Teâlâ’nın emirlerini yaparlar.
Allahü Teâlâ ile, mahlûklar arasında vâsıtadırlar. Bazıları, başka meleklerin âmiridir. Bazıları insanların peygamberlerine haber getirir. Bazıları her insanın kalbine iyi düşünce getirir ki, buna ilham denir. Bazılarının mahlûklardan haberi yoktur.
Allahü Teâlâ’nın cemâli karşısında kendilerinden geçmişlerdir. Bazısının iki, bakısının dört kanadı vardır. Her hayvanın kanadı ve tayyarelerin kanatları, kendilerinin yapısında olup, birbirlerine benzemediği gibi, meleklerin kanadı da kendi cinslerindendir.
İnsan, görmediği, bilmediği birşeyin adını işitince, bunu bildiği şeyler gibi sanıp aldanır. Meleklerin kanatları vardır. İnanırız. Fakat, nasıl olduğunu bilmeyiz.
Cennet melekleri, Cennettedir. Bunların büyüklerinin adı (Rıdvan)dır. Cehennem meleklerine Zebânî denir. Bunlar, Cehennemde emir olunan vazifelerini yapar. Cehennem ateşi bunlara zarar vermez. Deniz, balığa zararlı olmadığı gibidir. Cehennem zebanilerinin büyüğü, on dokuzdur. En büyüklerinin adı (Mâlik)dir.
Her insanın hayr ve şer, bütün işlerini yazan, ikisi gece, ikisi gündüz gelen dört meleğe (Kirâmen kâtibin) veya (Hafaza melekleri) denir. Sağ taraftaki melek iyi işleri soldaki kötülükleri yazar.
Kabirlerde kâfirlere ve âsî Müslümanlara azâb edecek melekler ve kabirde süâl soracak melekler vardır. Süâl meleklerine (Münker ve Nekîr) denir, Mü’minlere süâl soranlara (Mübeşşir ve Beşîr) denir.
Meleklerin birbirlerinden üstünlükleri de vardır. En üstünleri dörttür.
Hamele-i Arş denen melekler dört sınıftır. Kıyamette sekiz olacaktır.
Huzûr-ı İlâhîde bulunan meleklere (Mukarrebîn) denir. Azâb meleklerinin büyüklerine (Kerûbiyân) denir. Rahmet meleklerine (Rûhâniyân) denir. Bunların hepsi meleklerin havâssı, yani üstünleridir. Bunlar, peygamberlerden başka, bütün insanlardan daha üstündür.
Müslümanların sâlihleri ve velileri, meleklerin avâmından, yani aşağılarından daha efdal, daha üstündür. Meleklerin avamı, Müslümanların avamından yani âsî ve fasıklardan efdaldır. Kâfirler ise, her mahluktan daha aşağıdır.
Sûrun birinci üfürülmesinde, hamele-i Arş’dan başka, bütün melekler de yok olacaktır. İkincisinde, önce melekler dirileceklerdir Demek ki, melekler, bütün canlılardan önce yaratıldıkları gibi, her canlıdan sonra yok olacaklardır.
— 3 — İmanın altı aslından üçüncüsü (Allahü Teâlâ’nın indirdiği kitaplarına inanmaktır)
Allahü Teâlâ, bu kitapları, bazı peygamberlere, melekle okutarak, bazılarına ise, yazılı olarak bazılarına da meleksiz işittirerek indirdi. Bu kitapların hepsi, Allahü Teâlâ’nın kelâmıdır. Ebedî, ezelîdirler. Mahluk değildirler. Bunlar, meleklerin icâd ettiği veya peygamberlerin kendi sözleri değildir.
Allahü Teâlâ’nın kelâmı, bizim yazdığımız ve zihinlerimizde tuttuğumuz ve söylediğimiz kelâm gibi değildir. Yazıda, sözde ve zihnde bulunmak gibi değildir. Harfli ve sesli değildir. Allahü Teâlâ’nın ve sıfatlarının nasıl olduğunu, insan anlayamaz. Fakat, o kelâmı insanlar okur. Zihinlerde saklanır ve yazılır. Bizimle beraber olunca hâdis olur. Demek ki, Allahü Teâlâ’nın kelâmının iki tarafı vardır, insanlarla beraber olunca mahlûk ve hâdistir. Allahü Teâlâ’nın kelâmı olduğu düşünülünce, kadimdir.
Allahü Teâlâ’nın indirdiği kitapların hepsi haktır, doğrudur. Yalan, yanlış olamaz. Cezâ, azâb yapacağım deyip de afv etmesi, bizim bilmediğimiz şartlara bağlıdır. Yahut onun iradesine, isteğine bağlıdır. Cezayı, azâbı bildiren kelâm, bir şeyi haber vermek değildir ki, afv edince, yalancılık olsun. Yahut va’d ettiği nimetleri vermemesi caiz değil ise de azâbları afv etmesi câizdir. Akıl da insanlar arası kânunlar da ve âyet-i kerîmeler de böyle olduğunu göstermektedir.
Bir mâni’, sıkıntı olmadıkça, âyet-i kerîmelere ve hadîs-i şeriflere, açıkça anlaşılan manaları vermek lâzımdır. Bunlara benzeyen başka mana vermek câiz değildir.
Müteşâbihât denilen âyet-i kerîmelerde, anlaşılamayan gizli manalar vardır. Bunların manasını, ancak ilm-i ledünnî verilen pek az seçilmiş büyükler, bildirildiği kadar, anlayabilir. Başka kimse anlayamaz. Onun için, müteşâbih âyetlerin Allah kelâmı olduğuna iman etmeli, manalarını araştırmamalıdır. Baz’ı âlimlerin, böyle âyetleri, kısaca veya geniş olarak te’vîl etmeleri câizdir.
Meselâ (Allah’ın eli, onların ellerinin üstündedir) âyet-i kerimesine, Allahü Teâlâ, bununla ne demek istiyor ise, öylece inandım demelidir. Bunun manasını ben anlayamam, ancak Allahü Teâlâ bilir demek, en iyi yoldur. İşte bunun gibi, Allahü Teâlâ’nın ilmi de bizim ilmimiz gibi değildir. İradesi de bizim irademize benzemez.
Allahü Teâlâ’nın indirdiği kitaplarda, bazı ayetlerin, yalnız okunması yahut yalnız manası veya ikisi birden nesh edilmiş, Allahü Teâlâ tarafından değiştirilmiştir.
Kur’ân-ı Kerîm, bütün kitapları nesh etmiş, hükümlerini yürürlükten kaldırmıştır. Kür’ân-ı Kerîm’de, hiçbir zaman yanlışlık, unutulmak, ziyade ve noksan olmaz. Gelmiş ve olacak bütün ilimler, Kur’ân-ı Kerîm’de vardır. Bunun için, bütün kitaplardan üstün ve kıymetlidir.
Besûl-i ekrem «sallallahü aleyhi ve sellem» efendimiz hazretlerinin en büyük mucizesi Kur’ân-ı Kerîm’dir. Bütün insanlar ve cin olanlar bir araya gelse, hepsi, Kur’ân-ı Kerîm’in en kısa sûresi gibi bir söz söyleyebilmek için uğraşsalar, söyleyemezler.
Arabistan’ın beliğ, edîb, fasih şâirleri bir araya geldi çok uğraştılar, üç kısa âyet gibi bir söz söyleyemediler. Kur’ân-ı Kerîm’e karşı duramadılar. Şaşkına döndüler. Allahü Teâlâ, İslâm düşmanlarını, Kur’ân-ı kerîm karşısında, âciz, mağlup etmektedir.
Kur’ân-ı Kerîm’in belâgati insan gücünün üstündedir. İnsanlar, onun gibi söylemekten âciz kalmaktadır. Kur’ân-ı Kerîm’in âyetleri, insanların nazmına, veznli olmayan nesrine, kafiyeli sözlerine beliremiyor. Bununla beraber, Arabistan’daki ediplerin, beliğlerin sözlerinin yapı taşı olan harflerle söylenmiştir.
Gökten inen kitapların hepsi yüz dörttür. Bunlardan on suhuf Âdem Aleyhisselam’a, elli suhuf Şist (Şit) Aleyhisselam’a, otuz suhuf Nuh Aleyhisselam’a, on suhuf İbrâhim Aleyhisselam’a ve Tevrat Mûsâ Aleyhisselam’a, İncil kitabı İsâ Aleyhisselam’a, Zebûr kitabı Dâvud Aleyhisselam’a ve Kur’ân-ı Kerîm Muhammed Aleyhisselâtü vesselama nazil olmuş, inmiştir.
Bir insan, emir vermek veya yasak etmek veya bir şey sormak, bir haber vermek istese, önce bunları zihnde düşünür, hazırlar. Zihnde bulunan bu manalara (Kelâm-ı Nefsi) derler. Bu manalara Arabi, Farisi veya Türkçe denemez. Çeşitli dillerde söylenmesi, bunların başka başka manalar almasına sebep olmaz.
Bu manaları anlatan sözlere (Kelâm-ı lafzî) denir. Kelâm-ı lafzî, çeşitli dillerle anlatılabilir. Bundan anlaşılıyor ki, kelâm-ı nefsi, başka sıfatlar gibi, meselâ ilim, irâde, görmek... gibi değildir. Bunların tersine olarak, kelâm sâhibinde bulunan basit, değişmez bir sıfattır.
Kelâm-ı lafzî ise, kelâm-ı nefsîyi anlatan ve insanın kulağına gelen ve söyleyenin ağzından çıkan, harfler topluluğudur. İşte Allahü Teâlâ’nın kelâmı, hiç susmak olmayan ve mahluk olmayan ve zâtı ile bulunan ezeli ve ebedî bir kelâmdır. Sıfâtı zâtiyyesinden ve ilim, irade gibi sıfât-ı sübûtiyyelerinden başka olarak, başlı başına bir sıfattır.
Kelâm sıfatı da basîtdir. Hiç değişmez. Harfli, sesli değildir. Emir, yasak, haber vermek gibi ve Arabi, Farisi, İbranî, Türkçe, Süryânî olmak gibi başkalaşması, parçalanması yoktur. Böyle şekiller almaz. Yazılmaz. Zihn, kulak ve dil gibi âletlere, vâsıtalara muhtaç değildir. Şu kadar var ki, bu kelâm, kendi varlığından başka bir varlık olmak bakımından, anlaşılabilir. Hangi dil ile söylemek istense, söylenebilir. Böylece, Arabi söylenirse, Kur’ân-ı Kerîm denir. İbranî olarak söylenirse Tevrat’dır. Süryânî dilinde söylenirse İncil’dir.
Kelâm-i İlâhî çeşitli şeyleri bildirince, nakl ve rivayet bildirirse (haber) olur. Böyle olmazsa (inşâ) olur. Yapılacak şeyleri bildirirse (emir) olur. Yasakları bildirirse (Nehy) olur.
İnen kitapların ve sahîfelerin hepsi, Cenâb-ı Hakk’ın kelâm sıfatından bir yapraktır. Yani kelâm sıfatından, yani kelâm-ı nefsîdendirler. Arabî olunca, Kur’ân-ı Kerîm’dir. Harfli olup, yazılan ve söylenen ve zihnde ezberlenen, nazm hâlinde olana (kelâm-ı lafzî) denir. Bu kelâm-ı lâfzî, kelâm-ı nefsîyi gösterdiği için, buna da kelâm-ı İlâhî ve sıfat-ı İlâhî demek câizdir. Bu kelâmın nev’leri var ise de şahıs bakımından ayrılması, parçalanması yoktur. Yine hepsine Kur’ân-ı Kerîm denir.
Kelâm-ı nefsinin mahluk olmadığım, kadim olduğunu, doğru yolun âlimleri sözbirliği ile söylemektedir. Kelâm-ı lafzı ise, hadis olan şeylerle karışabilir. Kendisinin hâdis veya kadim olmasında sözbirliği yoktur. Kadîm diyenler olduğu gibi, hâdis diyenler de oldu. Hâdis diyenlerden bir kısmı, Kur’ân-ı Kerîm’e hâdis denilmez dedi. Eğer, hâdis denilirse, Kelâm-ı nefsinin hâdis olduğu anlaşılabilir buyurdular. En iyi söz de budur.
Doğru yolun âlimlerinden, Kur’ân-ı Kerîm hâdistir diyen olursa, ağzımızla okuduğumuz, ses ve kelimelerin mahluk olduğunu bildirmektedir. Doğru yolun âlimleri sözbirliği ile, kelâm-ı lafzînin de nefsinin de Allah kelâmı olduğunu söyledi. Bu sözde, mecaz yoluna sapanlar oldu ise de kelâm-ı İlâhî olduğunda sözbirliği vardır. Kelâm-ı nefsi, Allah kelâmıdır demek, Allahü Teâlâ’nın kelâm sıfatıdır demektir. Kelâm-ı lafzî Allah kelâmıdır demek, Allahü Teâlâ onun hâlıkıdır demektir.
Süâl: Yukarıdaki yazılardan anlaşılıyor ki, Allahü Teâlâ’nın ezelî olan kelâmı işitilmez. Allah kelâmım işittim demek, okunan ses ve kelimeleri işittim demek olur. Yahut, bu kelimelerden, ezelî olan kelâm-ı nefsîyi anladım demek olur. Bütün peygamberler hatta herkes, böyle işitebilmektedir. Musâ Aleyhisselam’ı (kelîmullah) diye ayırmanın sebebi nedir?
Cevap: Mûsâ Aleyhisselam, âdet-i ilâhiyyenin dışında olarak, harfsiz sessiz olan kelâm-ı ezelîyi işitti. Cennette, anlaşılamayarak ve anlatılamaz olarak Allahü Teâlâ görüleceği gibi, anlatılamaz olarak işitti. Başka kimse, böyle işitmedi. Yahut, Allah kelâmım, o da sesle işitti. Fakat, yalnız kulakla değil. Vücûdünün her zerresi, her yandan işitti. Yahut, yalnız, ağaç tarafından işitti. Fakat, ses ile değildi. Hava, titreşimi gibi olaylarla işitmedi. Bu üç hâlden biri ile işittiği için (Kelîmullah) adına kavuştu. Muhammed Aleyhisselâtü vesselâmın, Miraç gecesinde, kelâm-ı İlâhîyi işitmesi ve Cebrâil Aleyhisselam’ın işitmesi de böyle idi.
— 4 — Altı inanılacak şeyden, dördüncüsü (Allahü Teâlâ’nın peygamberlerine inanmaktır)
İnsanları, Allahü Teâlâ’nın beğendiği yola kavuşturmak, doğru yolu göstermek için gönderilmişlerdir. Rusül, resuller demektir. Gönderilmiş zât ve haberci demektir.
Şerî’atda resûl demek, yaradılışı, huyu, ilmi, aklı, bütün insanlardan üstün, kıymetli, muhterem bir insan demektir.
Hiçbir kötü huyu, beğenilmeyecek hâli yoktur. Peygamberlerde ismet sıfatı vardır. Yani peygamber olduğu bildirilmeden önce ve bildirildikten sonra, küçük ve büyük hiçbir günah işlemez. Peygamber olduğu bildirildikten sonra, peygamber olduğu yayılıncaya, anlaşılıncaya kadar, sağırlık ve benzerleri ayıp ve kusurları olmaz.
Her peygamberde yedi şey bulunduğuna inanmamız lâzımdır: Emânet, sıdk, tebliğ, adâlet, ismet, fetânet ve emn-ül-azl. Yani peygamberlikten azl edilmezler. Fetânet, çok akıllı, çok anlayışlı demektir.
Yeni bir şeriat getiren peygamberlere (Resûl) denir. Yeni şeriat getirmeyip, önceki şeriata davet eden peygamberlere (Nebî) denir. Emirleri tebliğ etmekte ve insanları Allah’ın dinine çağırmakta, resûl ile nebî arasında bir ayrılık yoktur. Peygamberlere îmân etmek, aralarında hiç-bir fark görmeyerek, hepsinin sâdık, doğru sözlü olduğuna inanmak demektir. Onlardan birine inanmayan kimse, hiçbirine inanmamış olur.
Peygamberlik, çalışmakla, açlık, sıkıntı çekmekle ve çok ibadet yapmakla ele geçmez. Yalnız, Allahü Teâlâ’nın ihsânı, seçmesi ile olur. İnsanların dünyadaki ve ahiretteki işlerinin düzgün ve fâideli olması için yanlış, zararlı işlerden koruyup, selâmete ve hidâyete, râhata ve seâdete kavuşturmak için, peygamberle, şeriat gönderilmiştir.
Düşmanları çok olduğu hâlde, alay ettikleri, üzdükleri hâlde, Allahü Teâlâ’nın inanmak için ve yapmak için olan emirlerini, insanlara tebliğ etmekte, bildirmekte, düşmanlardan korkmamış, göz kırpmamışlardır.
Allahü Teâlâ, peygamberlerinin sıdk sâhibi olduklarını, doğru söylediklerini göstermek için, onları mucizelerle kuvvetlendirdi. Hiç kimse, bu mucizelere karşı gelemedi.
Peygamberi kabul edip inanan kimseye, o peygamberin ümmeti denir. Kıyamet gününde, ümmetlerinden günahı çok olanlara, şefâat etmeleri için izin verilecek ve şefâatları kabul olacaktır. Ümmetlerinden âlîm, sâlih, velî olanlarına da şefâat etmek için, Allahü Teâlâ izin verecek ve şefâatlarını kabul buyuracaktır.
Peygamberler, mezarlarında, bizim bilmediğimiz bir hayât ile diridir. Mübârek vücutlarını toprak çürütmez. Mikroplar yemez. Bunun içindir ki, hâdîs-i şerifde (peygamberler, mezarlarında, namaz kılarlar ve hac ederler) buyuruldu.
(Şimdi, Arabistan’da bulunan, Vehhâbî adındaki kimseler, bu hadîs-i şeriflere inanmıyorlar. Bunlara inanan hakiki Müslümanlara kâfir diyorlar. Bunun için, kendileri kâfir oluyorlar. Vehhâbîllk, İbni Teymiyye’nin fikirlerinden doğdu. Abduh adındaki bir Mısırlı’nın kitapları ile, Türklere ve her yere yayıldı. Bunların beşinci mezheb değil, Müslümanlığı yıkmağa uğraşan kimseler olduklarım, ehl-i sünnet âlimleri, yüzlerce kitaplarında bildirmektedir. Allahü Teâlâ, genç din adamlarım, Vehhâbîlik felâketine kaymaktan muhâfaza buyursun Hâdîs-i şeriflerle medhu senâ buyurulan, ehl-i sünnet âlimlerinin doğru yolundan ayırmasın! Amin).
Peygamberlerin «aleyhimüsselâm» kalb gözleri uyumaz. Peygamberlik vazifelerini görmekte, peygamberlerin üstünlüklerini taşımakta, bütün peygamberler müsavidir. Yukarıda bildirdiğimiz yedi şey, hepsinde vardır. Aralarında hiç fark yoktur. Bunlardan birisine inanmayan, hepsine inanmamış olur.
Peygamberler, peygamberlikten atılmaz. Velîler ise, evliyalıktan ayrılabilir. Peygamberler, insandan olur. Cinden, melekten insanlara peygamber olmaz. Cin ve melek, peygamberlerin derecelerine yükselemez.
Peygamberlerin, birbirleri, üzerinde şerefleri, üstünlükleri vardır. Meselâ, ümmetlerinin çok olması, gönderildikleri memleketlerin büyült olması, ilim ve marifetlerinin çok yerlere yayılması, mucizelerinin daha çok ve devamlı olması ve kentlileri için ayrı kıymetler ve ihsanlar bulunması, şeriatlarının yer yüzünde çok yayılması ve uzun zaman sürmesi gibi üstünlükler bakımından, ahir zaman peygamberi Muhammed Aleyhisselam bütün peygamberlerden daha üstündür.
Peygamberlerin sayısı belli değildir Yüz yirmi dört binden çok oldukları meşhurdur. Bunlardan üç yüz on üç veya üç yüz on beş adedi resûldür. Bunların içinden de altısı daha yüksektir. Bunlara (Ulül - azm) peygamberler denir.
Ulül - azm peygamberler, Âdem, Nûh, İbrahim, Mûsâ, İsâ ve Muhammed Mustafa «Aleyhimüssalâtü vesselam» hazretleridir.
Peygamberlerin içinde otuz üç adedi meşkûrdur. Bunların adı:
Âdem, İdris, Şît (veya Şist), Nûh, Hûd, Sâlih, İbrahim, Lût, İsmâil, İshak, Ya’kub, Yûsüf, Eyyüb, Şü’ayb, Mûsâ, Hârûn, Hıdır, Yûşa’bin Nun, İlyâs, Elyesa, Zülkifl, Şem’ûn, Ismâil, Yûnüs bin Metâ, Dâvud, Süleymân, Lokmân, Zekeriyyâ, Yahyâ, Uzeyr, Isa bin Meryem, Zülkarneyn ve Muhammed aleyhi ve Aleyhimüssalâtü vesselâmdır.
Bunlardan Zülkarneyn ve Lokmân ve Hızırın peygamber olup olmadıkları iyi belli değildir. Zülkifl Aleyhisselam’ın ikinci adı Harkıl’dir. Bunun İlyâs veya İdris, yahut Zekeriyyâ aleyhimüsselâmdan biri olduğunu söyleyenler de vardır.
İbrahim aleyhisselâm, Halîlullahtır. Çünkü, bunun kalbinde Allah sevgisinden başka, hiçbir mahlûkun sevgisi yoktu. Mûsâ Aleyhisselam, Kelîmullahtır. Çünkü, Allahü Teâlâ ile konuştu. İsa Aleyhisselam, Rûhullahtır. Çünkü babası yoktur. Yalnız, kelime-i ilâhiyye ile anasından dünyaya geldi. Bundan başka, Allahü Teâlâ’nın hikmet dolu kelimelerini, va’z vererek, insanların kulaklarına ulaştırırdı.
Mahlûkların yaratılmasına sebep olan ve Adem oğullarının en üstünü, en şereflisi, en kıymetlisi bulunan Muhammed Aleyhisselam, Habîbullahtır. Onun, Habîbullah olduğunu ve büyüklüğünü, üstünlüğünü gösteren şeyler pek çoktur. Bunun için, ona mağlup olmak, bozguna uğramak gibi sözler söylenemez.
Kıyamette herkesten önce, Ravza-i mutahharasınden kalkacaktır. Mahşer yerine önce gidecektir. Cennete herkesten önce girecektir. İyi huyları, güzel yaratılışı herkesten ileridedir.
Güzel ahlâkı, sayılmakla bitmez ve saymağa insan gücü yetişmez ise de birkaçını yazmakla, yazılarımızı süsleyelim: Mucizelerinden biri, Miraca çıkmasıdır. Uyanık iken, mübarek bedeni ile, Mekke şehrinden, Kudüs’teki Mescid-i Aksa’ya ve oradan göklere ve yedinci gökten sonra, Allahü Teâlâ’nın dilediği yerlere götürüldü. Miraca, böylece inanmak lâzımdır. Mirâcın nasıl olduğu, birçok kıymetli kitaplarda, meselâ Şifâ-ı Şerif’de uzun yazılıdır. (Seâdet-i ebediyye kitabımızda da geniş anlatılmıştır).
Mekke-i mükerremeden Sidretü’l Müntehâ’ya kadar, Cebrâiİ Aleyhisselam ile birlikte gitti. Sidre-tül-müntehâ, yedinci gökte bir ağaçtır ki, bütün bilgiler ve bütün yükselişler oradan ileri geçemez. Resül-l ekrem «sallallahü aleyhi ve sellem» efendimiz, Sidre’de, Cebrâiİ Aleyhisselam’ı, altı yüz kanadı ile, kendi şeklinde gördü.
Cebrail Aleyhisselam Sidre’de kaldı. Mekke’den Kudüs-i şerife kadar veya yedinci göğe kadar, Burak üstünde gitti. Burak, beyaz renkli, katırdan küçük ve merkepten büyük bir hayvandır. Dünya hayvanlarından değildi. Erkekliği, dişiliği yoktu. Çok hızlı giderdi. Gözün görebildiği uzaklığa ayağını basardı.
Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem», Mescid-i Aksa’da, peygamberlere imam olup, yatsı yahut sabah namazını kıldırdı. Peygamberlerin ruhları, kendi insan şekillerinde, orada bulundu. Kudüs’ten yedi kat göğe kadar (Mi’râc) adındaki bilinmeyen bir merdivenle çıkarıldı.
Yolda melekler, sağda solda dizilmiş medhu senâ ederlerdi. Her göğe gelince, Cebrâiİ Aleyhisselam haber ve müjde verirdi. Her birinde, bir peygamberi görüp selamlaştı.
Sidre’de, şaşılacak çok şeyler gördü. Cennetdeki nimetleri, Cehennemdeki azâbları gördü. Cenâb-ı Hakk’ın cemâlini görmek arzusundan ve zevkinden, Cennet nimetlerinin hiçbirine bakmadı.
Sidre’den ileriye, yalnız olarak, nurlar arasından ilerledi. Meleklerin kalemlerinin seslerini işiteli. Yetmiş bin perdeden geçti. İki perde arası, beş yüz senelik yol gibi idi. Bundan sonra, güneşten daha parlak Refref adında bir döşek üzerinde Kürsî’den geçti. Arş-ı İlahîye erişti. Cenâb-ı Hakk’ın kelâmını işitecek makama vardı.
Zamansız ve mekânsız olarak ve ahirette Allahü Teâlâ’nın görüleceği gibi, anlaşılamayan ve anlatılamayan bir hâlde Allahü Teâlâ’yı gördü. Harfsiz ve sessiz olarak, Allahü Teâlâ ile konuştu. Allahü Teâlâ’yı tesbih, hamd ve senâ eyledi. Sayısız ikramlara, şereflere kavuştu.
Kendine ve ümmetine elli vakit namaz farz oldu ise de Mûsâ aleyhisselâmın işareti ile, yavaş yavaş beş vakte indirildi. Bu kadar uzun yolculuktan ve ikramlara, ihsânlara kavuştuktan sonra ve şaşılacak nice şeyler görüp işittikten sonra yatağına geldi. Yeri, daha soğumamış idi.
Bildirdiklerimizin bir kısım âyet-i kerîmelerle, bir kısmı da hadîs-i şeriflerle anlaşılmıştır. Hepsine inanmak vacip değil ise de ehl-i sünnet âlimleri bildirdiği için, bu haberleri kabul etmeyen, ehl-i sünnet’den ayrılmış olur. Ayet-i kerimeye veya hadîs-i şeriflere inanmayan ise, kâfir olur.
—— Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V.)'ın Üstünlüğü
Muhammed Aleyhisselam’ın seyyid-ül-enb’yâ olduğunu, yani peygamberlerin en üstünü olduğunu gösteren sayısız şeylerden birkaçını bildirelim:
Kıyamet günü, bütün peygamberler, onun sancağı altında gölgelenecektir. Allahü Teâlâ, her peygambere emir buyurdu ki, mahlûklarımın içinden seçip sevdiğim, habîbim Muhammed Aleyhisselam’ın peygamber olduğu zamana erişirseniz, ona iman ediniz ve yardımcısı olunuz! Bütün peygamberler de ümmetlerine böylece vasiyet ve emir eyledi.
Muhammed Aleyhisselam Hâtem-ül-enbiyâdır. Yani, ondan sonra hiç peygamber gelmeyecektir. Her peygamberden önce yaratıldı. Peygamberlik makamı en önce ona verildi. Peygamberlik, onunla tamamlandı.
Isa Aleyhisselam, kıyamete doğru, hazret-i Mehdî zamanında, gökten Şam’a inecek ise de yer yüzüne Muhammed Aleyhisselam’ın şeriatını yayacaktır. Ahır zaman peygamberi, bütün insanların efendisi olan Muhammed Aleyhisselam’ın ümmetinden olacaktır.
Muhammed Aleyhisselam, peygamberlerin üstünü, âlemlerin rahmetidir. On sekiz bin âlem, onun rahmet deryasından fâidelenmektedir. Sözbirliği ile, bütün insanların ve cinnin peygamberidir. Meleklere, nebâtâta, hayvanlara ve her maddeye de peygamber olduğunu bildirenler çoktur. Başkaları, belli bir memlekette, belli bir kavme peygamber gönderilmişti. Resûl-i ekrem «sallallahü aleyhi ve sellem» ise, bütün âlemlere, canlı cansız her mahlûka peygamberdir.
Allahü Teâlâ, başka peygamberleri isimleri ile söylemiştir. Muhammed Aleyhisselam’ı ise, ey Resûlüm, ey peygamberim diyerek taltif buyurmuştur. Başka peygamberlerin her birine verilen her mucizenin benzeri kendisine de ihsân buyurulmuştur.
Rabbül’âlemîn, sevgili peygamberine, o kadar çok ikramda bulunmuştur, o kadar çok mucize vermiştir ki, başka hiçbir peygamberine öyle vermemiştir. Mübarek parmağı ile işaret buyurunca, ayın ikiye ayrılması, mübarek avucuna aldığı taşların tesbih etmesi, ağaçların yâ Resûîallah diyerek, kendisine selâm vermesi, Resûlullah yanından ayrıldığı için, Hannâne adındaki kuru odunun sesle ağlaması, mübarek parmaklarının arasından saf su akması, ahirette mekâm-ı mahmud, şefâ’at-ı kübrâ, kevser havuzu, vesile ve fadîle adındaki makamlar verilmesi, Cennete girmeden önce, cemâl-i İlâhîyi görmekle şereflenmesi ile ve dünyada hulk-ı azîm, dinde yakîn, ilim, hilm, sabr, şükür, adi, mürüvvet, hayâ, şecâ’at, tevazu’, hikmet, edep, semâhat (cömertlik), merhamet, re’fet (kayırmak) ve bitmez, tükenmez faziletler ve şereflerle bütün peygamberlerin üstüne çıkarılmıştır. Ona verilen mucizelerin sayısı yoktur.
Onun şeriatı, bütün dinleri nesh etmiş, yürürlükten kaldırmıştır. Şeriatı, bütün şeriatların en iyisi, en yükseğidir. Onun ümmeti, bütün ümmetlerden üstündür. Onun ümmetinin evliyası, başka ümmetlerin evliyasından daha şereflidir,
—— Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V.)'ın Ümmetinin Evliyası Arasında En Üstün Kimseler
Muhammed Aleyhisselam’ın ümmetinin evliyası arasında, Resûlullahın halifesi olmağa hak kazanan ve hilâfete, başkalarından daha lâyık olan, imamların, velilerin baş tacı (Ebû Bekr-i sıddîk) «radıyallahu anh», peygamberlerden sonra, gelmiş ve gelecek bütün insanların, en hayırlısı, en üstünüdür. Hilâfet derecesini, şerefini önce kazanan budur. Ezelde, kendisine verilmiş olan, Müslümanlığı meydana çıkmadan önce de, Allahü Teâlâ’nın lütfü, ihsânı ile putlara tapmadı. Kâfirlik ve sapıklık ayıplarından muhafaza buyuruldu.
Bundan sonra, insanların en üstünü, Fârûk-ı a’zam, Allahü Teâlâ’nın, habîbine arkadaş olarak seçtiği (Ömer bin Hattâb)dır «radıyallahü anh».
Bundan sonra, insanların en üstünü, Resulullah’ın üçüncü halifesi, ihsânlar hazînesi, hayâ ve ırfân kaynağı, Zinnûreyn (Osman bin Affân)dır «radıyallahu anh».
Bundan sonra, insanların en hayırlısı, Resulullah’ın dördüncü halifesi, şaşılacak üstünlükler sâhibi, Allahü Teâlâ’nın arslanı (Alî bin ebî Tâlîb)dir «radıyallahü anh».
Bundan sonra, hazret-i Hasen halife oldu. Hadîs-i şerif’te bildirilen otuz sene, bunun ile tamam oldu. Bundan sonra, insanların en üstünü, Resulullah’ın ciğer köşesi ve iki gözünün nuru (Hüseyin bin Alî) hazretleridir «radıyallahü teâlâ an hüm.»
Bu üstünlükler, sevabın daha çok olması, dîn-i İslâm uğrunda vatanlarını, sevdiklerini terk etmek, Resulullah’a son derece uymak, onun sünnetine sım sıkı sarılmak, şeriatı yaymağa uğraşmak, dîn-i İslâmî kuvvetlendirmek, fitneyi fesâdı önlemek demektir.
Hazret-i Alî «radıyallahü anh», hazret-i Ebû Bekir’den «radıyallahü anh» başka, herkesten önce Müslüman oldu. İmâm-ı Alî ve çocukları «radıyallahü anhüm» Resulullah’ın en yakın akrabası ve Resulullah’ın mübarek kanından oldukları için, sıddîk-ı ekberden ve Fârûk-ı a’zamdan daha üstün iseler de, bu üstünlükleri, her bakımdan üstünlük demek değildir. O büyüklerin önünde olmalarım sağlamaz. Bunun içindir ki, hazret-i Fâtıma, hazret-i Hadîce ile hazret-i Âişe’den «radıyallahü anhünne» daha üstündür. Fakat, bu bakımdan üstünlük, her bakımdan üstün olmasını göstermez. Bu üçünden en üstünü hangisi olduğunu, âlimlerimiz başka başka söylemiştir. Hadîs-i şeriflerden anlaşıldığına göre, üçü de ve hazret-i Meryem ve Fir’avnın hâtunu hazret-i Âsiye, dünyâ kadınlarının en üstünüdürler. Hadis-i şerîfde (Fâtıma, Cennet hatunlarının üstünüdür. Hasen ve Hüseyn de Cennet gençlerinin yüksekleridir) buyuruldu.
—— Eshâb-ı Kirâmın en Üstünleri
Bunlardan sonra, eshâb-ı kirâmın en üstünleri (Aşere-i mübeşşere) den, yani Cennet ile müjdelenmiş on kişiden olanlardır. Bunlardan sonra, Bedr gazasında bulunan üç yüz on üç kişi üstündür. Onlardan sonra, Uhud gazâsındaki yedi yüz arslanın arasında bulunanlar, daha sonra da (Bî’a-tür-rıdvân), yani ağaç altında Resulullah’a söz veren bin dört yüz kişi arasında bulunanlar üstündür.
Resûl-i ekrem «saliallahü aleyhi ve sellem» efendimizin yolunda canlarını, mallarını fedâ eden, ona yardım eden eshâb-ı kirâmın «radıyallahü anhüm ecmaîn» hepsinin isimlerini saygı ile, sevgi ile söylemekliğimiz, bize vaciptir. Onların büyüklüğüne yakışmayan sözleri söylememiz asla câiz değildir. O büyüklerin isimlerini saygısızca söylemek dalalettir, sapıklıktır, büyük günahtır.
Resûlullahı seven kimsenin, onun eshâbının hepsini de sevmesi lâzımdır. Çünkü, bir hadis-i şerifte buyurdu ki, (Eshâbımı seven, beni sevdiği için sever. Onları sevmeyen kimse, beni sevmemiş olur. Onları inciten, beni incitir. Beni inciten de Allahü Teâlâ’yı incitmiş olur. Allahü Teâlâ’yı inciten kimse, elbette azâb görecektir) buyuruldu.
Başka bir hadîs-i şerif de (Allahü Teâlâ bir kuluna iyilik yapmak isterse, onun kalbine eshâbımın sevgisini yerleştirir. Onların hepsini canı gibi sever) buyurdu.
Bunun için, eshâb-ı kiram arasında olan muharebeleri, başkanlığı ele geçirmek, nefsin arzularını yerine getirmek için yaptıklarını sanmamalıdır. Böyle sanmak ve bunun için, o büyüklere dil uzatmak, münafıklıktır ve felâkete sürüklenmektir. Çünkü, eshâb-ı kiramın hepsinin nefsleri tertemiz olmuştu.
Resulullah’ın huzurunda oturmakla, onun mübarek sözlerini işitmekle te’assub (yani inatçılık, çekememek) ve mevki’ arzusu ve dünyaya düşkün olmak, kalblerinden sıyrılmış gitmişti. Hırs (duymamazlık, düşkünlük) kin ve kötü huydan kurtulmuş, tertemiz olmuşlardı.
Bu ümmetin evliyasından biri ile birkaç gün bir arada bulunan bir kimse, o velinin güzel huylarından ve üstünlüklerinden fâideleniyor, temizleniyor. Dünyaya düşkün olmaktan kurtuluyor da eshâb-ı kirâm efendilerimiz, Resulullah’ı «sallallahü aleyhi ve sellem» her şeyden çok sever, mallarını, canlarını onun için fedâ eder, vatanlarını terk ederlerdi. Onun, ruhlara gıdâ olan sohbetine âşık idiler. Bunların kötü huylardan kurtulmadıkları, nefslerinin temizlenmediği nasıl düşünülebilir? O büyükler, elbette herkesten daha temizdir.
Bunların ayrılığını, muharebelerini, bizim gibi kötü niyetli kimselere benzetmek, dünya için, nefslerinin kötü isteklerine kavuşmak için döğüştüler demek hiç yakışır mı? Eshâb-ı kirâm için böyle çirkin şeyler düşünmek, hiç câiz değildir. Böyle söyleyen bir kimse, hiç düşünmez mi ki, eshâb-ı kirama düşmanlık etmek, onları terbiye eden, yetiştiren, Resûl-i ekrem «sallallahü aleyhi ve sellem» efendimize düşmanlık etmek olur. Onları kötülemek, Resulullah’ı kötülemek olur. Bunun için, din büyükleri buyurdular ki, (Eshâb-ı kiramı büyük bilmeyen, onlara saygı göstermeyen bir kimse, Resulullah’a iman etmemiş olur).
Deve ve Sıffîn muharebeleri, onları kötülemeğe sebep olamaz. Bu muharebelerde bulunanların hepsini kötü olmaktan kurtaran, hatta, sevaba kavuşturan dinî sebepler vardır. Hadîs-i şerif’te buyuruldu ki, (Yanılan müctehide bir sevâb, doğruyu bulana iki sevâb vardır. Bu iki sevâbdan birisi, ictihâd etmek sevâbıdır. İkincisi, doğruyu bulmak sevâbıdır). Bu din büyüklerinin aralarında olan çekişmeler, dönüşmeler, düşmanlıkla değildi. İctihâdları ile idi. Şeriatın emrinin yerine getirilmesini istedikleri için idi. Eshâb-ı kirâmın her biri müctehid idi.
Her müctehidin, kendi ictihâdı ile, bulduğu, edindiği bilgiye uygun iş yapması farzdır. Kendi ictihâdı, her ne kadar, daha büyük bir müctehidin ictihâdına uygun olmaz ise de yine kendi ictihâdına uyması lâzımdır. Başkasının ictihâdına uyması câiz değildir. İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe’nin talebesi olan Ebû Yûsüf ile Muhammed Şeybânî ve İmâm-ı Muhammed Şâfi’înin talebesi olan Ebû Sevr ve Müznî, hocalarına çok yerde uymadılar. Hocalarının harâm dediklerine helâl dediler. Helâl buyurduklarına harâm dediler. Bundan dolayı, bunlara günâh işledi, kötü oldular denilemez. Böyle söyleyen hiç yoktur. Çünkü, bunlar da hocaları gibi müctehiddirler.
Evet, hazret-i Ali «radıyallahü anh» efendimiz, hazret-i Muâviye’den ve Amr-ibni Âs’dan «radıyallahü anhümâ» daha yüksek, daha âlim idi. Kendini onlardan ayıracak, pek çok üs-tünlükleri vardır, ictihâdı da çok kuvvetli ve isabetli idi. Fakat, eshâb-ı kirâmın hepsi, müctehid oldukları için, bu büyük imamın ictihâdına uymaları câiz değil idi. Kendi ictihâdlarına göre hareket etmeleri lâzım idi.
Süâl: Cemel ve Sıffîn muhârebelerinde muhâcirlerden ve ensârdan pek çok kimse, İmâm-ı Alî ile birlikte idi. Ona itâ’at ettiler. Ona uydular. Bunların hepsi müctehid iken, İmâm-ı Ali’ye uymağı vacip bildiler. Bundan anlaşılıyor ki, İmâm-ı Ali’ye uymak, müctehid olanlara da vacip imiş. İc-tihâdları uymasa da onunla birleşmeleri lâzım imiş denirse:
Cevap: Hazret-i Ali’ye uyanlar, onunla birlikte harb edenler, onun ictihâdına uydukları için birleşmedi. Kendi ictihâdları da imamın ictihâdına uygun olduğu için, kendi ictihâdlarına uyarak, onunla iş birliği yaptılar. Onların ictihâdı, İmâm-ı Ali’ye uymağı vacip göstermişti. Bunun için, eshâb-ı kirâmın büyüklerinden olup, ictihâdları İmâm-ı Ali’nin ictihâdına uymayanlar ile harp ettiler. Çok Müslümanın şehid olmasına sebep oldular. O zaman eshâb-ı kirâmın ictihâdları üç türlü olmuştu. Bir kısmı, İmâm-ı Ali’nin haklı olduğunu anladı. Bunların, İmâm-ı Alî’ye uymaları vâcib oldu. Bir kısmı ise, hazret-i Mu’âviye’nin ictîhâdını haklı gördü. Bunların da ona uymaları vâcib oldu. Üçüncü kısmı, her iki tarafa da uymadı. Bunların ictihâdı, muharebelere karışmamağı icâb etti. Her üç kısım da elbette haklı idi ve sevâb kazandılar.
Süâl: Yukarıdaki yazı, İmâm-ı Ali ile muharebe edenlerin haklı olduğunu gösteriyor. Hâlbuki, ehl-i sünnet âlimleri, İmâm-ı Ali’nin haklı olduğunu, karşısındakilerin yanıldıklarını, özürleri olduğu için, afv olunduklarını veya sevâb da aldıklarını bildirmektedirler. Buna ne denilir,
Cevap: İmâm-ı Şâfiî ve Ömer bin Abdül’azîz gibi büyük zâtlar, eshâb-ı kirâmdan hiçbiri için yanıldı demek câiz olmaz buyurdu. Bunun için, (Büyüklere yanıldı demek, yanlıştır) buyurmuşlardır.
Büyük için, doğru yaptı, yanlış yaptı, beğendik, beğenmedik gibi şeyler söylemek câiz değildir. Allâhü Teâlâ’nın, bizlere emri şöyledir ki, o büyüklerin kanlarını akıtmamız câiz olmadığı gibi, eshâb-ı kirâm için, haklı ve haksız gibi sözleri söylememiz hiç câiz olmaz.
Derin âlimler, delilleri kavrayarak ve olayları inceleyerek, İmâm-ı Ali haklı idi, karşısında bulunanlar yanıldı buyurdular ise de bu sözleri ile (karşı taraf da olanlar, sebepleri ve olayları daha derin inceleselerdi, ictihâdlarını değiştirebilirlerdi) demek istemişlerdir. Nitekim, Zübeyr bin Avvâm hazretleri, hazret-i Ali’ye, deve muharebesini hazırlayanlardan olduğu hâlde, olayları daha derin inceleyerek, ictihâdı değişti. Muharebeden vazgeçti. İşte, ehl-i sünnet âlimlerinin sözleri, böyle anlaşılmalıdır. Yoksa, hazret-i Ali ve onunla birlikte olanlar hak yolda, karşı tarafta olan, Aişe-i sıddîka validemiz ve bununla birlikte olan eshâb-ı kirâm bâtıl işte idi demek, hiçbir suretle câiz değildir.
Eshâb-ı kirâmın bu muharebeleri, ahkâm-ı şer’iyyenin dallarında olan ictihâd ayrılıklarından idi. Şeriatın temel, başlı işlerinde hiç ayrılıkları yoktu. Şimdi bazı kimseler, hazret-i Muâviye ile Amr-lbni As «radıyallahü anhümâ» gibi din büyüklerine dil uzatıyor, saygısızlık gösteriyorlar.
Eshâb-ı kirâmı incitmenin, Resûlullahı «sallallahü aleyhi ve sellem» incitmek ve küçültmek olacağını anlayamıyorlar.
İmâm-ı Mâlik bin Enes’in (Muâviye’yi veya Amr-ibnl Âs’i söven, kötüleyen kimse, onlara söylediği söze lâyık bir kimsedir. Bunlara karşı edepsizlik yapanlara, söyleyenlere ve yazanlara ağır ceza vermek lâzımdır) buyurduğu, Şifâ-i Şerif de yazılıdır. Allahü Teâlâ, kalblerimizi Habîbinin esbabının sevgisi ile doldursun! O büyükleri, sâlih ve müttekî olanlar sever. Münafık ve şaki olan sevmez.
(Resûlullahın «sallallahü aleyhi ve sellem» eshâbının kıymetlerini, üstünlüklerini anlıyarak, hepsini sevenlere, saygı gösterenlere (ehl-i sünnet) denir. Birkaçını severiz. Başkalarını sevmeyiz diyerek çoğunu kötüleyenlere (Rafızî) ve (Şiî) denir.
Rafıziler bugün kendilerine (Alevî) diyorlar. Hazret-i Ali’yi ve onunla birlikte savaşanları severiz diyorlar. Eshâb-ı kiramın çoğuna düşmanlık ediyorlar. Eshâb-ı kirâmın hepsini sevenlere de düşman oluyorlar. Bunlar hazret-i Ali’yi «radıyallahü anh» sevmiş olsalardı, onun yolunda giderlerdi.
Hazret-i Alî «radıyallahü anh» eshâb-ı kiramın hepsini severdi. Hutbede, hazret-i Muâviye için (Kardeşlerimiz, bizden ayrıldı. Onlar kâfir ve fasık değildir. İctihâdları böyle oldu) buyurdu. Kendisi ile harp eden Talha «radıyallahü anh» şehid olunca, yüzünden toprakları sildi. Namazını kendi kıldırdı.
Allahü Teâlâ, Feth sûresinde, (eshâb-ı kirâmm seviştiklerini) haber veriyor. (Mü’minlerin kardeş olduğunu) bildiriyor. Eshâb-ı kiramdan birisini bile sevmemek ve hele düşmanlık etmek, Kur’ân-ı kerîme inanmamak olur. Allahü Teâlâ, ehl-i sünnet âlimlerinden râzı olsun ki, eshâb-ı kirâmın büyüklüklerini, üstünlüklerini iyi anladılar. Hepsini sevmemizi emir ettiler. Müslümanları büyük felaketten kurtardılar.
Hazret-i Ali «radıyallahü anh» efendimizi ve bütün evlâdını, soyunu sevmeyenlere ve ehl-i sünnetin göz bebeği olan bu büyüklere düşmanlık edenlere de (Haricî) denir. Bugün Haricîlere (Yezidî) denilmektedir. Yezidi’lerin dinleri, imanları o kadar bozuktur ki, Müslümanlıkla pek ilgileri kalmamıştır.
—— Vehhabiliğe Dair
Eshâb-ı kiramın büyüklüklerini, üstünlüklerini anlamayan, sözlerini, hareketlerini beğenmeyenlere (Vehhâbî) denir.
Vehhâbîler, ehl-i sünnet âlimlerini, tasavvuf büyüklerini de beğenmiyor, hepsini kötülüyorlar. Müslüman, yalnız kendilerini sanıyorlar. Ehl-i sünnete müşrik diyor. Ehl-i sünnetin malı, canı vehhâbîlere helâldir diyorlar. Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i şeriflerden yanlış, bozuk manalar çıkararak, Müslümanlığı bu manalar sanıyorlar. Edille-i şer’ıyyeyi ve hadîs-i şeriflerin çoğunu inkâr ediyorlar. Selef-i salihine inanmıyor, beğenmiyor, bu büyüklere müşrik diyorlar.
Müslümana müşrik diyen, kâfir olur. Ehl-i sünnet âlimleri, dört mezhebin ileri gelenleri, vehhâbilerin dalâlete saptıklarını, İslâmiyetden ayrıldıklarını birçok kitaplarında vesikalarla ispat etti. Daha geniş bilgi almak için (Seâdet-i ebediyye) kitabımızı okuyunuz!
İbni Abidînin üçüncü cildinde bâgîleri anlatırken ve Türkçe ni’met-i İslâm kitâbının nikâh bahsinde, vehhâbîlerin zındık ve kâfir oldukları açıkça yazılıdır. Sultan Abdülhamîd hânın amirallerinden Eyyüb Sabri Paşa (Mir’ât-ül-haremeyn) ve (Târîh-i vehhâbiyân) kitaplarında vehhabîlerin dinden çıkmış olduklarını ve islâmiyyete ve müslimânlara yapdıkları zararları ve hıyanetleri uzun uzun yazmaktadır.
1205 hicrî yılında Arabistan yarımadasında kanlı, işkenceli bir ihtilâl ile patlak veren vehhâbîliği, kitapları ile dünyaya yaymağa uğraşanlardan biri, Mısırlı Muhammed Abduh’tur. Bir mason olan ve Kâhire mason locası başkanı Cemâleddîn-i Efgânî’ye hayranlığını açıkça yazan Abduh’un kitapları, ittihatçılar zamanında Türkçeye terceme edilerek, büyük İslâm âlimi, ilerici fikir adamı, kıymetli reformcu Abduh’un eserleri diyerek, gençliğin önüne sürüldü.
Ehl-i sünneti yıkmak, İslamiyet’i bozguna uğratmak için pusuda duran İslâm düşmanları da din adamı kılığına girerek, yaldızlı kelimelerle Müslümanlığı överek, bu fitneyi körüklediler. Abduh göklere çıkarıldı. Ehl-i sünnetin büyük âlimlerine, mezhep imamlarına cahil denildi. İsimleri söylenilmez oldu. Fakat İslamiyet için kanlarını döken, Resûlullah aşkına canlarını veren ecdadımızın, şanlı, şerefli Türk şehitlerinin temiz ve asîl evlatları, bu propagandalara, milyonlarca lira verilerek yapılan reklâmlara aldanmadı. Hatta, bu şişirme din kahramanlarını duymadı ve tanımadı.
Cenâb-ı Hak, şehid yavrularını, alçakça yapılan bu hücumlardan korudu. Bugün de dev gibi reklâmlarla, vehhâbîlik ballandıra ballandıra mehd edilmektedir. Su uyur, düşman uyumaz derler. Allahü Teâlâ, habibi hürmetine, Müslümanları, gaflet uykusundan uyandırsın. Düşmanların yalanlarına, iftiralarına aldanmaktan muhafaza buyursun! Âmin.
Duâ etmekle kendimizi aldatmayalım! Allahü Teâlâ’nın âdet-i ilâhiyyesine uymadan, sebeplere yapışmadan duâ etmek, Allahü Teâlâ’dan mucize istemek demektir. Müslümanlıkta, çalışmamak, yalnız duâ etmek yoktur. Önce sebebe yapışmak sonra, duâ etmek lâzımdır.
Küfürden kurtulmak için birinci sebep, İslamiyet’i öğrenmektir. Zaten bunu öğrenmek, kadın erkek, herkese farzdır. Birinci vazifedir. Ehl-i sünnet i’tikâdını, ilmi-hâlini öğrenmeyen ve çocuklarına öğretmeyenler, Müslümanlıktan ayrılmak, küfür felâketine düşmek tehlikesindedir. Böyle kimselerin duâları zaten kabul olmaz ki, küfürden kurtulabilsin.
Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» efendimiz buyurdu ki, (İlim bulunan yerde Müslümanlık vardır, ilim bulunmayan yerde Müslümanlık kalmaz). Ölmemek için yemek, içmek lâzım olduğu gibi, kâfirlere aldanmamak, dinden çıkmamak için de dinini, imanını öğrenmek lâzımdır.
Ecdadımız, her zaman toplanırlar, ilmihâl kitaplarını okurlar, dinlerlerdi. Ancak, böylece Müslüman kaldılar. İslamiyet’in zevkini aldılar. Bu seâdet ışığını bizlere ulaştırdılar. Bizim de Müslüman kalmamız, yavrularımızı içimizdeki ve dışımızdaki kâfirlere kaptırmamamız için, onları ve kendimizi dünyada ve ahirette felâketlerden, zararlardan, sıkıntılardan koruyabilmemiz için birinci ve lüzumlu çare, ehl-i sünnet âlimlerinin hazırladığı ilmihâl kitaplarını her şeyden önce okumak ve öğrenmektir.
Çocuğunun Müslüman olmasını istiysen ana - baba, çocuğunu Kur ân hocasına göndermeli, Kur’ân-ı kerîm okumasını elbette öğretmelidir. Fırsat elde iken okuyalım, öğrenelim ve çocuklarımıza öğretelim. Mektebe gittikten sonra öğrenmeleri güç olur. Hatta imkânsız olur. Felâket gelince, âh etmek fâide vermez. İslâm düşmanlarının tatlı, yaldızlı kitaplarına, gazetelerine, mecmû’a ve radyolarına ve filmlerine aldanmamak; dinini, imanını kaptırmamak için çok uyanık olmalıdır. Dostu, düşmanı iyi tanımalı, düşmanın okşamasına, yardımına aldanmamak, tuzaklarına düşmemelidir.
Süâl: Abduh’un kitaplarından terceme edilmiş yazıları okuyan biri diyor ki, Kur’ân-ı kerîm tefsirlerini okumalıyız!
Dinimizi, Kur’ân-ı anlamayı din âlimlerine bırakmak, tehlikeli ve korkunç bir düşüncedir. Kur’ân-ı kerîm’de (ey din âlimleri) denmez. (Ey iman edenler), (ey insanlar) gibi hitaplar kullanılır. Bunun için, her Müslüman kendisi anlayacak, başkasından beklemeyecektir.
Herkesin tefsir, hadîs okumasını istiyor. İslâm âlimlerinin, ehl-i sünnet büyüklerinin kelâm, fıkıh ilmihâl kitaplarını okumağı tavsiye etmiyor. Buna ne dersiniz?
Cevap: Bunun cevabı (Seâdet-i ebediyye) kitabımızın birkaç yerinde geniş yazılıdır. Lütfen oradan okuyunuz. O kitabı bulunmayanların da anlaması için, burada da kısaca bildirelim. Bunun için de büyük İslâm âlimi, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin mektûbât adındaki kitabının birinci cildi, yüz doksan üçüncü mektubunu terceme etmeği uygun gördük. Yüce imâm «rahmetullahi aleyh» buyuruyor ki:
Mükellef olan, yani akıl ve baliğ olan kimsenin, en önce, i’tikâdını düzeltmesi lâzımdır. Yani, ehl-i sünnet ve cemaat âlimlerinin anladıkları ve bildirdikleri gibi inanması lâzımdır.
Ananın, babanın birinci vazifesi, küçük çocuklarına, her şeyden önce bunları öğretmektir. Çocuklarına ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarında bildirilen din bilgilerini öğretmeyen ana - baba, çocukları ile birlikte Cehenneme gidecektir. Ahirette azâbdan kurtulmak, ancak bu büyüklerin doğru olarak anladıkları şeyleri öğrenmeğe ve inanmağa bağlıdır.
Hadîs-i şerîfte, Cehennemden kurtulacağı bildirilen bir fırka, işte bunların yolunda bulunanlardır. Resulullah’ın «sallallahü aleyhi ve sellem» ve onun esbabının «radıyallahü anhüm» izinde gidenler, bunlardır.
Kur’ân-ı kerîm’den ve hadîs-i şeriflerden çıkarılan ilimler içinde doğru olanı, kıymetli olanı ehl-i sünnet âlimlerinin Kur’ân-ı kerîm’den ve hadîs-i şeriflerden anladıkları bilgilerdir. Çünkü, Müslüman ismini taşıyan din adamlarından her biri, kendi bozuk inanışlarını Kur’ân-ı kerîm’den ve hadîs-i şeriflerden çıkardıklarını iddia eder. Her bozuk düşünceli ve sapık inançlı kimse, kitaba ve sünnete uymakta olduğunu söyler. Demek ki, Kur’ân-ı kerîm’den ve hadîs-i şeriflerden herkesin anladığı, çıkardığı mana doğru değildir. Doğru olan i’tikâdı öğrenmek için, büyük âlim Tür-püştî risâlesini okumak çok uygundur. Açık yazılmıştır. Kolay anlaşılır. Bunu bulamayan, (Seâdeti ebediyye) kitabini okumalıdır.
—— Akaid İlmin Gerekliliği
(Fadl-ullah bin Hasen Tür-püştî, hanefî fıkh alimlerindendir. 661 de vefât etdi. Tesavvufda Tuhfe-tüssâlikîn kitabı ve Müyesser adındaki Mesâbih şerhi ve Elmu’temed filmu’tekad adındaki risalesi meşhurdur)
Akâidi düzeltdikden sonra, helâl, harâm, farz, vacip, sünnet, mendub ve mekruh olan şeyleri, ehl-i sünnet âlimlerinin yazdıkları fıkh kitaplarından öğrenmek lâzımdır.
Allah korusun! I’tikâd edilecek şeylerde, ehl-i sünnet mezhebine uymayan inanış olursa, ahirette azâbdan kurtulamaz, İbadette gevşeklik olursa, tevbe etmese bile afv edilebilir. Afv edilmese bile azâb çektikten sonra, yine kurtulur. İşin başı, i’tikâdı düzeltmektir.
Hâce Ubeydüllah-i Ahrâr buyurdu ki: Keşfleri, kerametleri verseler, fekat ehl-i sünnet ve’l cemâat i’tikâdını vermeseler, kendimi harap bilirim. Keşf ve kerametim olmasa ve kabahatim çok olsa, fekat ehl-i sünnet ve’l cemâat i’tikâdını ihsan eyleseler, hiç üzülmem. Allahü Teâlâ, sevgili peygamberi, insanların en üstünü yüzü suyu hürmeti için, bizleri ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiği doğru ve güzel i’tikâddan ayırmasın! Âmin.
Bugün Müslümanlar kimsesiz kaldı. Din düşmanları her taraftan saldırıyor. Bugün, İslam’a hizmet için bir lira vermek, başka zaman verilen binlerle liradan daha çok sevaptır. İslam’a yapılacak en büyük hizmet, ehl-i sünnet kitaplarını, iman ve İslâm kitaplarını alıp, köylere, gençlere dağıtmakla olur.
Hangi tâli’li, bahtiyar kimseye bu hizmeti nasip ederlerse, çok sevinsin. Çok şükür etsin! İslam’a hizmet etmek, her zaman sevaptır. Fakat Hindistan’da İslam’ın za’îf olduğu, Müslümanlık, yalanlarla, iftiralarla yok edilmeğe çalışıldığı bu zamanda, ehl-i sünnet i’tikâdını yaymağa çalışmak, kat kat daha çok sevaptır.
Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem», eshâb-ı kirâmına karşı buyurdu ki, (Siz öyle bir zamanda geldiniz ki, Allahü Teâlâ’nın emirlerinden ve yasaklarından onda dokuzunu yapıp, onda birini yapmazsanız, helâk olursunuz. Azâb görürsünüz! Sizden sonra, öyle zaman gelecek ki, o zaman, emirlerden ve yasaklardan yalnız onda birini yapan kurtulacaktır. Hadîs-i şerifte bildirilen zaman, işte bu zamandır.
Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» kâfirlere şöyle beddüâ buyururdu: (Allahümme şettit şemlehüm ve ferrik cem’ahüm ve harrib bünyânehüm ve huz hüm ahze azizin muktedir). Kâfirlerle cihâd etmek, Müslümanlara saldıranları tanımak, onları sevmemek lâzımdır.
Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarını, sözlerini yaymak için, keramet sâhibi olmak, âlim olmak şart değildir. Her Müslümanın bunun için uğraşması lâzımdır. Fırsatı kaçırmamalıdır. Kıyamette her Müslümana, bunu soracaklar, İslam’a niçin hizmet etmedin diyeceklerdir. İlmihâl kitaplarını yaymak için uğraşmayanlara, din bilgilerini yayan kuramlara, kimselere yardım etmeyenlere çok azâb yapılacaktır. özür, bahane kabul edilmeyecekler.
Peygamberler, «aleyhimüsselâm», insanların en üstünleri, en kıymetlileri iken, hiç rahat oturmadı. Allahü Teâlâ’nın dinini, seâdet-i ebediyye yolunu yaymak için gece gündüz uğraştılar. Mucize isteyenlere de (Mucizeyi Allahü Teâlâ yapar. Benim vazifem, Allahü Teâlâ’nın dinini bildirmektir) buyururlardı. Bu yolda çakşırlarken, Allahü Teâlâ da, bunlara yardım eder, mucize yaratırdı.
Bizim de ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarını, sözlerini yaymamız, kâfirlerin, düşmanların, Müslümanlara iftira ve eziyet edenlerin kötü, alçak, yalancı olduklarını gençlere, dostlara bildirmemiz lâzımdır. Bu yolda malı ile, kuvveti ile, mesleği ile çalışmayanlar azâbdan kurtulamayacaklardır. Bu yolda çakşırken sıkıntı, işkence çekmeği büyük seâdet, büyük kazanç bilmelidir.
Peygamberler «Aleyhimüssalevât», Allahü Teâlâ’nın emirlerini bildirirken, cahillerin soysuzların hücumlarına uğrardı. Ne sıkıntılar çekerlerdi. O büyüklerin en üstünü, seçilmişi, Allahü Teâlâ’nın sevgilisi olan Muhammed Aleyhisselam (Benim çektiğim eziyet gibi, hiçbir peygamber eziyet görmedi) buyurdu.
Mektûbâtdan terceme tamam oldu.
Görülüyor ki, her Müslümanın ehl-i sünnet i’tıkâdını öğrenmesi ve sözü geçenlere öğretmesi lâzımdır. Ehl-i sünnet âlimlerinin sözlerini bildiren kitapları, mecmûa ve gazeteleri bulup, bunları almak, Bunları gençlere, tanıdıklara göndermeli. Okunmaları için çalışmalıdır. İslâm düşmanlarının iç yüzlerini açıklayan, kötülüklerini bildiren kitapları da yaymalıdır.
—— Müctehid İmamlara Tabii Olma
Bugün yer yüzünde bulunan Müslümanlara doğru yolu gösteren, Muhammed Aleyhisselam’ın şeriatını, değişmeden, bozulmadan öğrenmemize önderlik eden, dört büyük zâtdır.
Bu dört imamdan birine uymayan, büyük tehlikededir. Doğru yoldan sapmıştır.
Bunlardan başka, din imamları da vardı. Onların da doğru mezhepleri vardı. Fakat, zamanla mezhepleri unutuldu. Kitaplara geçirilemedi. Meselâ, fükahâ-i seb’a denilen, Medine’deki yedi büyük âlim ve Ömer bin Abdül’aziz, Süfyân bin Uyeyne, İshâk bin Râheviyye, Dâvûd-i Tâî, Âmir bin Şerâhîl, Leys bin Sa’d, A’meş, Muhammed bin Cerîr Taberî, Süfyân-i Sevrî ve Abdürrahman Evzâî gibi zatlar bunlardandır.
Sahâbe-i kirâmın hepsi, hak üzere, hidâyet yıldızları idi. Müctehîd idiler. Hepsi kendi mezhebinde idi. Çoğunun mezhepleri birbirlerine benzerdi. Fakat, mezhepleri toplanamamış olduğundan, onlara uymamız mümkün değildir.
Dört imamın mezheplerini, yani inanılacak ve yapılacak şeylerde bildirdiklerini, talebeleri topladı, açıkladı. Kitaplara yazdı. Bugün, her Müslümanın, adı geçen dört imamdan birinin mezhebinde bulunması, kendi mezhebine göre yaşaması ve ibadet etmesi lâzımdır.
Bu dört imamın talebesinden ikisi, iman bilgisinde çok yükseldi. Böylece, i’tikâdda, imanda mezhep iki oldu. Kur’ân-ı kerîm’e ve hadîs-i şeriflere uygun, doğru iman, yalnız bu ikisinin bildirdiği imandır. Fırka-i nâciyye, ehl-i sünnetin önderlerinin iman bilgilerini yayan, bu ikisidir. Birisi, Ebül-hasen-i Eş’arî olup, 266 senesinde Basra’da tevellüd, 830 da Bağdat’ta vefat etti. İkincisi, Ebû Mensûr-i Mâtürîdî olup, 833 senesinde Semerkant’ta vefat etti.
Evliyanın tarikleri haktır. Şeriattan kıl kadar ayrılıkları yoktur. Evliyanın kerametleri vardır. Hepsi haktır, doğrudur. İmâm-ı Yâfi’î buyuruyor ki, gavs-üssekaleyn Mevlânâ Abdülkâdir-i Geylânî’nin, her yerde işitilen kerametleri, ağızdan ağza o kadar yayılmıştır ki, şüphe etmek, inanmamak olamaz. Çünkü tevâtür, yani her yerde yayılmak, sened yerine geçmektedir.
Bir Müslüman küfür olan şeyi söyleyerek veya kullanarak, kâfir olduğu anlaşılmadıkça, buna kâfir demek câiz olmaz. Kâfir olarak öldüğü bilinmedikçe, kâfire dahi lanet etmek câiz değildir. Bunun için Yezide lanet etmemek daha iyidir.
— 5 — İman edilmesi lâzım olan altı temelden beşincisi (Ahiret gününe inanmaktır)
Bu zamanın başlangıcı, insanın öldüğü gündür. Kıyametin sonuna kadardır.
Son gün denilmesi, arkasından gece gelmediği içindir.
Kıyametin ne zaman kopacağı bildirilmedi. Zamanını kimse, anlayamadı. Fakat, peygamberimiz «sallallahü aleyhi ve sellem» birçok alâmetlerini haber verdi: Hazret-i Mehdi gelecek, İsâ Aleyhisselam gökten inecek, Deccal çıkacak, Ye’cûc - me’cûc denilen kimseler her yeri karıştıracak, güneş batıdan doğacak, din bilgileri unutulacak, fısk, kötülük çoğalacak, dinsiz, ahlâksız, namussuz kimseler iş başına geçecek, Allahü Teâlâ’nın emirleri yaptırılmayacak, haramlar her yerde işlenecek. Yemen’den ateş çıkacak, dağlar parçalanacak, güneş ve ay dağılacak, denizler birbirine karışacak, denizler kaynayıp kuruyacaktır.
Kötü şeyler yapan Müslümanlarla kâfirlere kabirde azâb vardır. Bunlara elbette inanmak lâzımdır. Mevtâ kabre konunca, bilinmeyen bir hayatla dirilecek, rahat veya azâb görecektir.
Münker ve Nekir adındaki iki melek, bilinmeyen korkunç insan şeklinde mezara gelip suâl soracaktır. Kabir süâli (Rabbin kim? Dinin hangi dindir? Kimin ümmetindensin? Kitabın nedir? Kıblen neresidir? î’tikâdda ve amelde mezhebin nedir?) olacaktır.
Güzel cevap verenlerin kabri genişleyecek, Cennetten bir pencere açılacaktır. Sabah ve akşam Cennetteki yerlerini görüp melekler tarafından iyilikler yapılacak, müjdeler verilecektir.
İyi cevap veremezse, demir tokmaklarla öyle vurulacak ki, bağırmasını, insandan ve cinden başka her mahlûk işitecektir. Kabr o kadar daralır ki, kemiklerini birbirine geçirecek gibi sıkar. Cehennemden bir delik açılır. Sabah ve akşam Cehennemdeki yerini görüp, mezarda mahşere kadar, acı azâblar çeker.
Kabir süâlinin cevaplarını ezberlemeli, çocuklarına da ezberletmelidir.
Öldükten sonra, yine dirilmeğe inanmak vaciptir. Kemikler, etler çürüyüp toprak ve gâz olduktan, her a’zâ parçalandıktan sonra, hepsi yine bir araya gelecek, canlanıp, herkes mezardan kalkacaktır.
Bitkiler havadan karbon dioksit gazını ve topraktan su ile tuzları yani toprak maddelerini alıp, bunları birleştiriyorlar. Organik cismleri, a’zâmızın yapı taşlarını meydana getiriyorlar. İşte bunun gibi, mezarda su, karbon dioksit ve toprak maddeleri birleşerek, organik maddeler ve canlı uzuvlar yaratılacaktır. Böyle dirileceğimizi muhbir-i sâdık haber veriyor.
Fen de, bunun dünyada zaten yapılmakta olduğunu görebiliyor. Mahşer yerine gidilecek, amel defterleri uçarak sahibine gelecektir. Bunları, yerlerin, göklerin, zerrelerin, yıldızların yaratanı, sonsuz kudret sâhibi olan Allahü Teâlâ yapacaktır. Bunların olacağını, Allahü Teâlâ’nın Resûlü haber vermiştir. Onun söyledikleri elbette doğrudur. Elbette hepsi olacaktır. Hepsine inanmak lâzımdır.
Sâlihlerin, iyilerin defteri sağ tarafından, fasıkların, kötülerin sol taraftan verilecektir. İyi ve kötü, büyük ve küçük, gizli ve meydanda yapılmış olan her şey defterde bulunacaktır. Kirâmen kâtibin meleklerinin bilmediği işler bile, a’zânın haber vermesi ile ve Allahü Teâlâ’nın bilmesi ile ortaya çıkarılacak, her şeyden süâl ve hesap olunacaktır.
Mahşerde, Allahü Teâlâ’nın dilediği her gizli şey meydana çıkacaktır. Melekler, cin ve insanlar, işlediklerinden sorguya çekilecektir.
Meleklere, yerlerde, göklerde neler yaptınız? Peygamberlere, Allahü Teâlâ’nın hükümlerini ve dîn-i İlâhîyi kullara nasıl bildirdiniz? Herkese de peygamberlere nasıl uydunuz, sizlere bildirilen şeriatları nasıl yaptınız, birbiriniz arasında bulunan hakları nasıl gözettiniz diye sorulacaktır.
Mahşerde, imanı olup, ameli ve ahlâkı güzel olanlara mükâfat ve ihsânlar olacak, kötü huylu, bozuk amelli olanlara ve imansızlara ağır cezalar verilecektir.
Allahü Teâlâ, adâleti ile, bazı küçük günahlara da azâb yapacak, dilediklerinin büyük ve küçük bütün günahlarını afv edecektir. Şirkten, küfürden başka her günahı dilerse afv edecek, dilerse küçük günah için de azâb edecektir. Şirki, küfrü hiç afv etmeyeceğini bildirmektedir. Kitaplı ve kitapsız kâfirler yani Muhammed Aleyhisselam’ın, bütün insanlara peygamber olduğuna inanmayan, onun bildirdiği ahkâmdan yani emr ve yasaklardan birisini bile beğenmeyenler, elbette Cehenneme sokulacak, orada sonsuz azâb göreceklerdir.
Kıyamet günü amelleri, işleri ölçmek için bir nizam, ölçü âleti vardır. Âlimlerin çoğuna göre, bunun iki gözü, bir kolu, bir dili vardır. Yer ve gök bir gözüne sığar. Sevâb gözü, Arşın sağında, Cennet tarafında, günah kefesi, Arşın solunda Cehennem tarafında, karanlıktadır. Dünyada yapılan işler, sözler, düşünceler, bakışlar, orada şekil alarak, iyilikler parlak, kötülükler karanlık ve iğrenç görünüp terazide tartılacaktır. Bu terazi, dünya terazilerine benzemez. Ağır kefesi yukarı kalkar. Hafif tarafı aşağı iner. Âlimlerden birçoğuna göre, orada çeşitli teraziler olacaktır. Birçoğu da terazilerin nasıl olduğu şeriatta açık bildirilmedi. Nasıl olduklarını düşünmemek iyi olur dedi.
Sırat köprüsü vardır. Sırat köprüsü, Allahü Teâlâ’nın emri ile, Cehennemin üstünde kurulacaktır. Herkese, bu köprüden geçmesi emir olunacaktır. O gün, bütün peygamberler (yâ Rabbî selâmet ver!) diye yalvaracaklardır.
Cennetlik olanlar, köprüden kolayca geçerek Cennete gideceklerdir. Bunlardan bazısı şimşek gibi, bir kısmı rüzgâr gibi, bazısı koşan at gibi geçeceklerdir. Sırat köprüsü kıldan ince, kılıçtan keskindir. Dünyada şeriata uymak da böyledir. Şeriata tam uymağa uğraşmak, sırat köprüsünden geçmek gibidir. Burada, nefsle mücadele güçlüğüne katlananlar, orada sıratı kolay ve rahat geçecektir. Şeriata uymayan, nefslerine düşkün olanlar, sırâtı zor ve güç geçecektir. Bunun içindir ki, şeriatın gösterdiği doğru yola (sırât-ı müştekim) denildi. Bu isim benzerliği de şeriat yolunda bulunmanın, sırât köprüsünü geçmek gibi olduğunu göstermektedir. Cehennemlik olanlar, sırattan geçemeyecek, kayarak Cehenneme düşeceklerdir.
Muhammed Mustafa «sallallahü aleyhi ve sellem» efendimize mahsus olan (Kevser havuzu) vardır. Büyüklüğü, bir aylık yol gibidir. Suyu kardan daha beyaz, kokusu miskten daha güzeldir. Etrafındaki kadehler, bardaklar, yıldızlardan daha çoktur. Bundan bir içen, Cehennemde olsa bile, bir daha susamaz.
—— Şefaat Haktır
Şefâat haktır. Tevbesiz ölen müzminlerin küçük ve büyük günahlarının afv edilmesi için, peygamberler, veliler, sâlihler ve melekler ve Allahü Teâlâ’nın izin verdiği kimseler, şefaat edecek ve kabul edilecektir.
Mahşerde, şefaat beş türlü olacaktır:
Cennet ve Cehennem şimdi vardır. Cennet, göklerin üstündedir. Cehennem, her şeyin altındadır. Sekiz Cennet, yedi Cehennem vardır. Cennet, yer küresinden ve güneşten ve göklerden daha büyüktür. Cehennem de güneşten pek daha büyüktür.
6 — İnanılması lâzım olan altı temel şeyden altıncısı, kadere, hayr ve çerlerin Allahü Teâlâ’dan olduğuna inanmaktır
İnsanlara gelen hayr ve şer, fâide ve zarar, kazanç ve ziyanların hepsi, Allahü Teâlâ’nın takdir etmesi iledir. Kader, bir çokluğu ölçmek ve hüküm, emir demektir. Çokluk, büyüklük manasına da gelir.
Allahü Teâlâ’nın, bir şeyin varlığını dilemesine kader denilmiştir. Kaderin yani varlığı dilenilen şeyin var olmasına kaza denir.
Kazâ ve kader kelimeleri, birbirinin yerine de kullanılır. Buna göre kaza demek, ezelden ebede kadar yaratılmış ve yaratılacak şeyleri, Allahü Teâlâ’nın dilemesidir. Bütün bu eşyanın, kazaya uygun olarak, daha az ve daha çok olmayarak yaratılmasına Kader denir.
Allahü Teâlâ, olacak her şeyi, ezelde, sonsuz öncelerde, biliyordu. İşte bu bilgisine kazâ denir. Felsefeciler, buna (inâyet-i ezeliyye) diyor. Bu varlıklar, o kazâdan meydana gelmiştir. Bu ilme uygun olarak, eşyanın var olmasına Kader denir.
Kadere iman etmek, kazâya da iman etmek oluyor. Kadere iman etmek için, iyi bilmeli ve inanmalıdır ki, Allahü Teâlâ, bir şeyi yaratacağını ezelde irade etti, diledi ise, az veya daha çok olmaksızın, dilediği gibi var olması lâzımdır. Olmasını dilediği şeylerin var olmaması ve yokluğunu dilediği eşyanın var olması imkânsızdır.
Bütün hayvanların, nebatların, cansız varlıkların, (katıların, sıvıların, gazların, yıldızların, moleküllerin, atomların, elektronların, elektromagnetik dalgaların, kısaca her varlığın hareketi, fizik olayları, kimya tepkimeleri, çekirdek reaksiyonları, enerji alış - verişleri), her şeyin olup olmaması, kulların iyi ve kötü işleri, dünyada ve ahirette bunların cezasını görmeleri, her varlık, ezelde, Allahü Teâlâ’nın ilminde idi. Bunların hepsini ezelde biliyordu. Ezelden ebede kadar olacak eşyayı, özellikleri, hareketleri, olayları, ezelde bildiğine uygun olarak yaratmaktadır.
İnsanların iyi ve kötü bütün işlerini, Müslüman olmalarını, küfürlerini, istekli ve isteksiz bütün işlerini, Allahü Teâlâ yaratmaktadır. Yaratan, yapan ancak, yalnız odur. Sebeplerin meydana getirdiği her şeyi yaratan odur. Her şeyi bir sebeple yaratmak, onun âdetidir.
Meselâ, ateş yakıcıdır. Hâlbuki, yakan Allahü Teâlâ’dır. Ateşin, yakmakta hiçbir ilgisi yoktur. Fakat, âdeti şöyledir ki, bir şeye ateş dokunmadıkça, yakmağı yaratmaz. Ateş, tutuşma sıcaklığına kadar ısıtmaktan başka bir şey yapmaz. Organik cisimlerin yapısında bulunan karbona, hidrojene, oksijenle birleşmek ilgisini veren, elektron alış - verişlerini sağlayan ateş değildir.
Doğruyu göremeyenler, bunları ateş yapıyor sanır. Yakan yanma tepkisini yapan, ateş de değildir, oksijen de değildir, ısı da değildir, elektron alış - verişi de değildir. Yakan, yalnız Allaha Teâlâ’dır. Bunların hepsini, yanmak için, sebep olarak yaratmıştır. Bilgisi olmayan kimse, ateş yakıyor sanır, ilk okulu bitiren bir kimse, bu sözü beğenmez, hava yakıyor der. Orta okulu bitiren de bunu kabul etmez. Havadaki oksijen yakıyor der. Liseyi bitiren, yakıcılık oksijene mahsus değildir. Her elektron çeken element yakıcıdır der. Üniversiteli ise, madde ile birlikte enerjiyi de hesaba katar. Görülüyor ki, ilim ilerledikçe, işin içyüzüne yaklaşılmakta, sebep sanılan şeylerin arkasında, daha nice sebeplerin bulunduğu anlaşılmaktadır.
İlmin, fennin en yüksek derecesinde bulunan, hakikatleri tam gören peygamberler «Aleyhimüsselâm» ve o büyüklerin izinde giderek, ilim deryalarından damlalara kavuşan âlimler, bugün yakıcı, yapıcı sanılan şeylerin âciz, zavallı mahlûk olduklarını, hakiki yapıcının, yaratıcının araya koyduğu sebepler olduğunu bildiriyor. Yakıcı, Allahü Teâlâ’dır. Ateşsiz de yakar. Fakat ateş ile yakmak âdetidir. Yakmak istemezse, ateşte de yakmaz. İbrâhim Aleyhisselam’ı ateşte yakmadı. Onu çok sevdiği için, âdetini bozdu. Nitekim ateşin yakmasını önleyen maddeler de yaratmıştır. Bu maddeleri, kimyagerler yavaş yavaş bulmaktadır.
Allahü Teâlâ dileseydi, her şeyi sebepsiz yaratırdı. Ateşsiz yakardı. Yemeden doyururdu. Tayyâresiz uçururdu. Radyosuz, uzaktan duyururdu. Fakat, lütuf ederek, kullarına iyilik ederek, her şeyi yaratmasını bir sebebe bağladı. Belirli şeyleri, belli sebeplerle yaratmak diledi. İşlerini sebeplerin altında gizledi. Kudretini sebepler altında sakladı. Onun bir şeyi yaratmasını istiysen, o şeyin sebebine yapışır, o şeye kavuşur.
Lâmbayı yakmak isteyen kibrit kullanır. Zeytinyağı çıkarmak isteyen, baskı âleti kullanır. Başı ağrıyan aspirin kullanır. Cennete gidip, sonsuz nimetlere kavuşmak isteyen şeriata uyar. Kendine tabanca çeken ölür. Zehir içen ölür. Terli iken su içen hasta olur. Günah işleyen, imanını gideren de Cehenneme gider. Herkes hangi sebebe başvurursa, o sebebin vâsıta kılındığı şeye kavuşur. Müslüman kitaplarını okuyan, Müslümanlığı öğrenir, sever, Müslüman olur. Dinsizlerin arasında yaşayan, onların sözlerini dinleyen din cahilleri kâfir olur. İnsan hangi vâsıtaya binerse, oraya gider.
Allahü Teâlâ, işlerini sebeplerle yaratmamış olsaydı, kimse kimseye muhtaç olmazdı. Herkes, her şeyi Allahü Teâlâ’dan ister, hiçbir şeye baş vurmazdı. Böyle olunca, insanlar arasında, âmir, memur, işçi, sanatkâr, talebe, hoca ve nice insanlık bağları kalmaz, dünya ve ahiret nizamı bozulurdu. Güzel ile çirkin, iyi ile fenâ ve mutî’ ile âsî arasında fark kalmazdı.
Allahü Teâlâ dileseydi, âdetini başka türlü yapardı. Her şeyi, o âdetine göre yaratırdı.
Meselâ, dileseydi, kâfirleri, dünyada zevk ve safâsına düşkün olanları, can yakanları, aldatanları Cennete sokardı. İmanı olanları, ibadet edenleri, iyilik yapanları Cehenneme sokardı. Fakat âyet-i kerimeler ve hadîs-i şerifler, böyle dilemediğini göstermektedir.
İnsanların her işini, her hareketini yaratan odur. Kulların hareketlerini, işlerini yaratması için, kulların iradelerini, dilemelerini sebep kılmıştır. Bir kul bir şey yapmak isteyince, Allahü Teâlâ da dilerse, o işi yaratır. O dilemezse, o şeyi yaratmaz. O şey, yalnız kulun dilemesi ile yaratılmaz. O da dilerse yaratır.
Bir şeye ateş değerse, o şeyde yakmağı yaratması, ateş değmezse, yakmağı yaratmaması gibidir. Demek ki, kulların istekli hareketleri, tabiatdekî harekler gibi, Allahü Teâlâ’nın dilemesi ile yaratılmaktadır. Çünkü âlemde olan her şeyin, güneşlerin, zerrelerin, damlaların, hücrelerin, mikropların, atomların, her şeyin maddesini, özelliklerini, hareketlerini yaratan odur. Ondan başka yaratıcı yoktur. Ancak cansız maddelerin hareketleri ile, insan ve hayvanların istekli hareketleri arasında şu ayrılık vardır kî, kullar dileyince, o yaratıyor. Cansızlarda ise, ihtiyar etmek, seçmek yoktur. Ateş değdiği zaman, yakmak yaratması, ateşin dileği ile değildir.
Kulların istekli işleri, iki şeyden meydana gelmektedir. Birincisi, kulun irade ve kudretidir. Buna, işi kesb etmek, edinmek denir. İkincisi, Allahü Teâlâ’nın yaratması, var etmesidir. Bunda, kulun kesbi, dilemesi tesir etmez.
Allahü Teâlâ’nın emirleri, yasakları, sevapları ve azâbları, kesb içindir. Sâffât sûresinin doksan altıncı âyet-i kerîmesinde (Allahü Teâlâ, sizi yarattı ve işlerinizi yarattı) buyuruyor. Bu âyet-i kerîme, insanlarda (irâde-i cüziyye) bulunduğunu göstermektedir. Cebr olmadığını açıkça ispat etmektedir. Her şeyin kazâ ve kaderle yaratıldığını da belli etmektedir. Bunun için, (insanın işi) denilmektedir. Meselâ Ali vurdu, kırdı denir.
Kulun, işinin yapılmasında, yaratılmasında, irade etmesi lâzımdır. Buna (Kesb) denir. Amidî merhum, bu kesbin, işlerin yaratılmasına sebep olduğunu, tesir ettiğini bildiriyor. Eğer, kesbin, işin yaratılmasına tesiri yok denilirse, yaratılan iş ile kulun istediği iş, başka başka değildir. Demek ki, kul her istediğini yapamaz. İstemedikleri de olabilir. Kulun, her istediğini yapması, her istemediğinin olmaması, kulluk değildir. Ülûhiyyete kalkışmaktır.
Allahü Teâlâ, lütf ederek, ihsân ederek, acıyarak, kullarına muhtaç oldukları kadar ve emirleri, yasakları yapabilecek kadar kuvvet ve kudret yani enerji vermiştir.
Meselâ, sıhhati ve parası olan hacca gidebilir. Gökte Ramazan ayını görünce, oruç tutabilir. Yirmi dört sâatta beş vakit namaz kılabilir. Nisâb mikdârı malı, parası olan, bir hicri yıl sonra bunun belli miktarın ayırıp Müslümanlara zekât verebilir.
Görülüyor ki, insan kendi istekli işlerini isterse yapar, istemezse yapmaz. Allahü Teâlâ’nın büyüklüğü buradan da anlaşılmaktadır.
Cahil ve ahmak olanlar, kaza, kader bilgilerini anlayamadıkları için, ehl-i sünnet âlimlerinin sözlerine inanmaz. Kulların kudret ve ihtiyarlarında şüphe ederler. İnsanı, istekli işlerinde âciz ve mecbur sanırlar. Bazı işlerde kulların ihtiyâri olmadığını görerek, ehl-i sünnet âlimlerine dil uzatırlar. Bu bozuk sözleri, kendilerinde irâde ve ihtiyâr bulunduğunu göstermektedir.
Bir işi yapıp yapmamağa gücü yetmeğe (Kudret) denir. Yapmağı veya yapmamağı istemeğe (İrâde) dilemek denir. Bir işi kabul etmeğe, karşı gelmemeğe (Rızâ) beğenmek denir. İşin yapılmasına tesir eden irâdeye (Halk) yaratmak denir. Tesir şart olmayarak bir iş irâde olunursa (Kesb) denir. Tesir etmek ve etmemek şart olmazsa (İhtiyâr) denir.
Her ihtiyâr edenin, hâlık olması lâzım gelmez. Her irâde edilen şeyden; razı olmak lâzım gelmez. İhtiyâr ve kesb, birlikte bulunabilir. Bunun için, Allahü Teâlâ’ya hâlık ve muhtâr denir. Kula, kâsib ve muhtâr denir.
Allahü Teâlâ, kullarının tâ’atlarını ve günahlarını irâde eder ve yaratır. Fakat, tâ’atdan râzıdır, beğenir. Günâhdan râzı değildir, beğenmez. Her şey, onun irâde ve halk etmesi ile var olmaktadır. En’âm sûresinin yüz ikinci âyet-i kerîmesinde (Ondan başka ilâh yoktur, Her şeyin hâlıkı odur) buyuruyor.
Mu’tezile fırkası, irâde ile rızâ arasındaki ayrılığı göremediklerinden, şaşkına döndü, insan, dilediği işi, kendi yaratır dedi. Kazâ ve kaderi inkâr etdi.
Cebriyye fırkası da büsbütün şaşırdı, insanda ihtiyâr yok sanarak, insanı taşa, oduna benzetti, insanlar hâşâ, günah sâhibi değildir. Bütün kötülükleri yaptıran Allah’tır dediler. Cebriyye mensuplarının dediği gibi, insanda irâde ve ihtiyâr olmasaydı, kötülükleri, günahları, Allahü Teâlâ zor ile yaptırsaydı, eli - ayağı bağlanıp, dağdan aşağı yuvarlanan kimse ile, yürüyerek, etrafını seyr ederek inen kimsenin hareketleri başka olmamak lâzım olurdu. Hâlbuki, birincinin yuvarlanması cebr ile, İkincinin inmesi, irâde ve ihtiyâr ile olmaktadır. Aralarındaki ayrılığı göremeyenlerin görüşleri kısadır. Hem de âyet-i kerîmelere inanmamış oluyor. Şeriatların enirlerini, yasaklarını lüzumsuz, yersiz görmek oluyor.
Mu’tezile veya kaderiyye fırkasının dediği gibi, insan dilediğini kendi yaratıyor zan etmek, (Her şeyi yaratan, Allahü Teâlâ’dır) âyet-i kerimesine inanmamak olduğu gibi, yaratmakta, insanlar Allahü Teâlâ’ya şerik, ortak edilmiş olur.
Şimdi Alevî denilen kimseler de Mu’tezile gibi, insan dilediğini yaratır diyor, eşeğin sopa yediği hâlde sudan geçmediğini buna sened gösteriyorlar. Allahü Teâlâ, böyle bozuk inanışlardan Müslümanları muhafaza buyursun! Âmin.
Bunlar düşünmüyor ki, insan bir iş yapmak istese, Allahü Teâlâ da, o işin yapılmasını istemese, Allahü Teâlâ’nın dilediği olunca, Alevîlerin sözünün yanlış olduğu anlaşılır. Yani insan, her dilediğini yapamaz, yaratamaz. Onların dediği gibi, insan o işi yaparsa, Allahü Teâlâ âciz, başarısız olur. Allahü Teâlâ, aczden, her ayıp ve kusurdan münezzehtir, uzaktır. Ancak, onun irâde ettiği olur. Her şeyi yaratan, var eden, yalnız odur. Allahlık böyle olur, insan şunu yarattı, şunu yarattık, bunu yarattılar gibi söylemek, yazmak çok çirkindir. Allahü Teâlâ’ya karşı edepsizlik olur. Küfre sebep olur. Allahü Teâlâ, hepimizi ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiği doğru yoldan ayırmasın! Âmin.
— İmâm-ı Rabbani Ahmed Fârûkî mektûbâtından BİRİNCİ CİLD, 80. ci MEKTÜB
Bu mektûb, mirza Fethullah Hakîm’e yazılmış olup, yetmiş üç fırka içinde, kurtulan bir fırkanın, ehl-i sünnet fırkası olduğunu bildirmektedir:
Hak Teâlâ, şerîat-ı Mustafaviyye «âlâ sâhibihissalâtü vesselâm» caddesinde yürümek nasip eylesin!
Fârisî mısra’:
İş budur. Bundan başkası, hiçdir!
Yetmiş üç fırkadan her biri, şeriata uyduğunu iddia etmektedir. Cehennemden kurtulan, kendi fırkası olduğunu söylemektedir. Mü’minûn sûresi, elli dördüncü ve Rum sûresi otuz ikinci âyetlerinde (Her fırka, doğru yolda olduğunu sanarak, sevinmektedir) buyurmaktadır. Hâlbuki, bu çeşitli fırkalar arasında, kurtuluşu olan birinin alâmetini, işaretini, Peygamberimiz «sallallahü aleyhi ve sellem», şöyle bildirmektedir: (Bu fırkada olanlar, benim ve eshâbımın gittiği yolda bulunanlardır).
Şeriatın sâhibi, kendini söyledikten sonra, eshâb-ı kiramı da söylemesine lüzum olmadığı halde, bunları da söylemesi, (benim yolum, eshabımın gittiği yoldur. Kurtuluş yolu, yalnız eshabımın gittiği yoldur) demek olabilir.
Nitekim, Nisâ sûresi, yetmiş dokuzuncu âyetinde: (Resûlüme itâ’at eden, elbette Allahü Teâlâ’ya itâ’at etmiştir) buyurmaktadır.
Resûle itâ’at, Hak Teâlâ’ya itâ’at demektir. Ona «sallallahü aleyhi ve sellem» uymamak, Allahü Teâlâ’ya isyandır. Allahü Teâlâ’ya itâ’atın, Resûlüne itâ’atdan başka olduğunu sananlar için, Nisâ sûresi, yüz kırk dokuzuncu âyetinde (Allahü Teâlâ’nın yolu ile, Resûlünün yolunu bir-birinden ayırmak istiyorlar. Senin söylediklerinin bazısına inanırız, bazısına inanmayız diyorlar. İkisi arasında ayrı bir yol açmak istiyorlar. Bunlar elbette kâfirdir) buyurarak, bunların kâfir olduklarını bildiriyor.
Eshâb-ı kirâmın «rıdvânullahı teâlâ aleyhim ecmaîn» yolunda gitmeyip de, Peygambere «aleyhissalâtü vesselâm» uyduğunu söyleyen, yanılıyor. Ona «sallallahü aleyhi ve sellem» uymuş değil, isyan etmiş oluyor. Böyle yol tutan, kıyamette kurtulamayacaktır.
Mücâdele sûresi, on sekizinci âyetindeki (Doğru bir şey yaptıklarını sanıyorlar. Biliniz ki, onlar yalancıdır, kâfirdir), bu gibilerin hâlini gösteriyor.
Eshâb-ı kirâmın «aleyhimümdvân» yolunda giden, hiç şüphe yok ki, ehl-i sünnet ve cemâ’at fırkasıdır. Allahü Teâlâ, bu fırkanın, yorulmadan, yılmadan çalışan büyüklerine, bol bol mükâfat versin!
Kurtulan fırka, yalnız bunlardır! Çünki, peygamberimizin «sallallahü aleyhi ve sellem» eshâbına «aleyhimümdvân» dil uzatan, bunlara uymaktan, elbette mahrumdur. Rafıziler ve haricî denen kimseler böyledir.
(Rafızîler, on iki kısımdır. Çoğu abdestsiz, gusülsüz gezer, namaz kılanları azdır. Kılanları da, birbirlerine uymaz. Fakat, hepsinin i’tikâdı, inanışı bozuktur.
Rafıziler şimdi kendilerine Alevî diyorlar. Hâlbuki alevî, imâm-ı Alî’yi seven, onun yolunda giden kimse demektir. Bu şerefi ise, ehl-i sünnet kazanmış, onu sevmeği, onun yolunda bulunmağı, son nefeste iman ile gitmenin alâmeti, işareti demiştir. O hâlde Alevî olmak isteyen kimsenin, ehl-i sünneti sevmesi lâzımdır.
Bugün Rafıziler, kızıl başlar ve zındıklar bu kıymetli ismi ehl-i sünnetten almak, kendilerine mal ederek, Müslümanları bu güzel isim ile aldatmak istiyor. Bu konuda (Alevîye Nasihât) ve (İslâma Hizmet) adındaki kitaplarımızda geniş bilgi vardır).
Mu’tezilî ise, sonradan meydana çıkmıştır. Bunun kurucusu olan, Vâsıl bin Atâ (80-131), Hasen-i Basrî’nin «rahmetullahi aleyh» talebesinden idi. İman ile küfür arasında, bir üçüncü kısım bulunduğunu söyleyerek, Hasen-i Basrî’nin yolundan ayrıldığı için, Hasen-i Basrî, buna (i’tezele annâ) buyurdu ki, bizden ayrıldı demektir. Diğer bütün fırkalar da sonradan meydana çıktı.
Eshâb-ı kirâma dil uzatmak, Allahü Teâlâ’nın Peygamberine «sallallahü aleyhi ve sellem» dil uzatmak olur. (Eshâb-ı kirâma saygı göstermeyen, Allahü Teâlâ’nın Resûlüne iman etmemiştir) buyuruldu. Çünkü, onların kötülenmesi, sahiplerinin, efendilerinin «sallallahü aleyhi ve sellem» kötülenmesi olur. Böyle kötü i’tikada düşmekten, Allahü Teâlâ’ya sığınırız.
Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i şeriflerden çıkan şeriatı, bizlere getiren, eshâb-ı kirâmdır. Onlara dil uzatılınca, onların getirdiği şey de kıymetten düşer. Şeriatı bizlere getiren, eshâb-ı kirâm arasından, belli kimseler değildir. Bunda, her birinin hizmeti, payı vardır. Hepsi adalette, doğrulukta, öğretmelide müsavidir. Eshâb-ı kirâmdan «aleyhimürridvân», herhangi birine dil uzatılınca, dîn-i İslâm, kötülenmiş, sövülmüş olur. Allahü Teâlâ bu çirkin hâle düşmekten, hepimizi korusun!
Eshâb-ı kirâma söven eğer, (biz, yine eshâb-ı kirâma uyuyoruz. Onların hepsine uymak, şart değildir. Hattâ, mümkün değildir. Çünkü, sözleri birbirine uymuyor. Yolları başka başkadır) derse, bunlara deriz ki:
Eshâb-ı kirâmdan bazısına uymuş olmak için, hiçbirini inkâr etmemek lâzımdır. Bir kısmını beğenmeyince, başka kısmına uyulmuş olamaz. Çünkü, meselâ, Emir (Ali) «radıyallahü anh», diğer üç halifeyi büyük biliyor, hürmet ediyor ve uyulmağa lâyık olduklarını biliyordu. Bunlara, seve seve bî’at etmiş, hilâfetlerini kabul etmişti. Diğer üç halifeyi sevmedikçe, Emîre «radıyallahü teâlâ anhüm» uyduğunu söylemek yalan olur, iftira olur. Hatta, Emiri beğenmemek, onun sözlerini, hareketlerini, kabul etmemek olur.
Allahü Teâlâ’nın arslanı Ali «radıyallahü anh» için onları idare ediyordu, yüzlerine gülüyordu demek, cahilce bir söz olur. Allah’ın arslanının, o kadar ilmi ve kahramanlığı ile, tam otuz sene, üç halifeye karşı düşmanlığını saklayıp, dost göründüğünü ve onlarla yalandan arkadaşlık ettiğini hangi akıl kabul eder? En bilgisiz bir Müslüman bile, böyle iki yüzlülük yapamaz. Emîri «radıyallahü anh» bu kadar küçülten âciz, hileci ve münafık yapan, böyle sözlerin çirkinliğini anlamak lâzımdır.
Allah göstermesin, Emîrin «radıyallahü anh» böyle olduğunu, bir an kabul etsek bile, Peygamber efendimizin «sallallahü aleyhi ve sellem» bu üç halîfeyi medh etmesine, büyültmesine, bütün yaşadığı müddetçe, bunlara kıymet vermesine ne diyecekler? Peygamber «sallallahü aleyhi ve sellem» efendimize de iki yüzlü mü diyecekler? Hâşâ! Bu, hiç olamaz. Peygamberin «sallallahü aleyhi ve sellem» doğruyu bildirmesi vaciptir. İdare ediyordu diyen, zındık olur, dinsiz olur.
Allahü Teâlâ, Mâ’ide sûresi, yetmişinci âyetinde (Ey kıymetli resûlüm! Rabbinden sana indirileni herkese ulaştır! Bunları, doğru bildirmezsen, peygamberlik vazifeni yapmamış olursun! Allahü Teâlâ seni, düşmanlık etmek isteyenlerden korur) buyurmaktadır.
Kâfirler diyordu ki, Muhammed «sallallahü aleyhi ve sellem», vahy olunan şeylerden, işine geleni söylüyor, gelmeyenleri söylemiyor. Bunun üzerine, bu âyet-i kerîme gelerek, her şeyi doğru söylediği bildirildi.
Peygamberimiz «sallallahü aleyhi ve sellem», ahireti teşrif edinceye kadar, üç halifeyi hep över, başkalarından üstün tutardı. Demek ki, bunları övmek, üstün tutmak, hata olamaz, yanlış yol olamaz.
İman edilecek şeylerde eshâb-ı kirâmın hepsine uymak lâzımdır. Çünkü, î’tikad edilecek şeylerde, birbirlerinden hiç ayrılıkları yoktur. Fürû’da, yani yapılacak işlerde ayrılma olabilir.
Eshâb-ı kîrâmdan birine dil uzatan kimse, hepsini lekelemiş olur. Çünkü, hepsinin, imanı, i’tikadı birdir. Birine dil uzatan, hiçbirine uymamış olur. Birbirlerine uygun olmadıktan, aralarında birlik bulunmadığını söylemiş olur. Onlardan birini kötülemek, onun söylediklerine inanmamak olur.
Tekrar söyleyelim ki, şeriatı bizlere bildiren, onların hepsidir. Onların her biri âdildir, doğrudur. Her birinin şeriatta bildirdiği bir şey vardır. Her biri, âyet-i kerîmeleri getirerek, Kur’ân-ı kerîm toplanmıştır. Bir kısmını beğenmeyen, şeriatı bildireni beğenmemiş olur. Görülüyor ki, bu kimse, şeriatın hepsini yapmamış olur. Böyle olan da Cehennemden kurtulabilir mi?
Allahü Teâlâ, Bekara sûresi, seksen beşinci âyetinde (Kur’ân-ı kerîm’in bir kısmına inanıyorsunuz da, bir kısmına inanmıyor musunuz? Böyle yapanlarınızın cezası, dünyada rezil, rüsvâ olmaktır. Ahirette de en şiddetli azaba atılacaklardır) buyurmaktadır.
Kur’ân-ı kerîm’i Osman «radıyallahü anh» topladı. Hatta, Ebû Bekr Sıddîk ile Ömer Fârûk «radıyallahü anhüma» topladı. Emîrin «radıyallahü anh» topladığı Kur’ân-ı kerîm, bundan başkadır. Görülüyor ki, bu büyükleri kötülemek, Kur’ân-ı kerîm’i kötülemeğe kadar gidiyor. Allahü Teâlâ, bütün Müslümanları, böyle belâya düşmekten korusun!
Şîî mezhebinin müctehidlerinden birine sordular ki: Kur’ân-ı kerîm’i, Osman «radıyallahü anh» toplamıştır. Onun toplamış olduğu bu Kur’ân için ne dersiniz? Ona bir kusur bulmakta, hiç fâîde göremem. Çünkü, Kur’ân-ı kerîm’e dil uzatılırsa, din yıkılır, dedi.
Aklı olan kimse, Peygamber efendimizin «sallallahü aleyhi ve sellem» vefat etdiği gün, eshâb-ı kirâmın hepsinin, yanlış bir kararda birleşeceklerini, elbette söyleyemez. Hâlbuki o gün, eshab-ı kirâmdan otuz üç bin adedi, hep birden, istekle ve seve seve Ebû Bekr Sıddîkı «radıyallahü anh» halife yaptı. Otuz üç bin sahâbînin, yanlış bir işte, söz birliği yapması, olacak şey değildir. Nitekim, Peygamberimiz «sallallahü aleyhi ve sellem», (Ümmetim yanlış bir iş üzerinde, söz birliği yapmaz!) buyurmuştu.
Emîrin «radıyallahü anh» önceden, üzülmesi, o konuşmalar için, kendisi çağrılmadığından idi. Kendisi de böyle olduğunu bildirmiş ve (Konuşmaya geç çağrıldığım için üzülmüştüm. Yoksa, iyi biliyorum ki, Ebû Bekr «radıyallahü anh» hepimizden üstündür) buyurmuştu. Kendisinin geç çağrılmasının sebebi vardı. Yani, o zaman, ehl-i beytin arasında idi. Onları teselli ediyordu.
Peygamberimizin «sallallahü aleyhi ve sellem» eshâb-ı kirâmı arasında olan ayrılıklar, nefsin isteklerinden, kötü düşüncelerden değildi. Çünkü, onların mübarek nefsleri, tezkiye bulmuş, tertemiz olmuştu. Emmârelikten kurtulmuş, itmi’nâna kavuşmuştu. Onların bütün istekleri, şeriata uymaktı. Ayrılıkları, ictihâd ayrılığı idi. Doğruyu meydana çıkarmak içindi. Yanılanlarına da, Allahü Teâlâ bir derece sevâb verecektir. Doğru olanlara, iki derece vardır. O büyüklerin hiçbirini, dilimizle incitmemeliyiz. Her biri için, hep iyi söylemeliyiz!
Ehl-i sünnetin en büyük âlimlerinden İmâm-ı Muhammed bin İdris Şâfi’î «rahmetullahi aleyh», buyurdu ki, (Allahü Teâlâ, ellerimizi, o kanlara bulaştırmadı. Biz de dillerimizi bulaştırmayalım!).
Yine buyurdu ki, (Resûlullahdan «sallallahü aleyhi ve sellem» sonra eshâb-ı kirâm «aleyhimürrıdvân» çok düşündü. Yer yüzünde Ebû Bekr Sıddîk’dan daha üstün kimseyi bulamayıp, onu halife yaptılar. Onun emrine girdiler). İmâm-ı Şâfi’înin bu sözü de, Hazret-i Alî’nin «radıyallahü anh», hiç de iki yüzlü olmadığını ve Ebû Bekr Sıddîk’a seve seve halife yaptığını göstermektedir. Vesselâm vel ikrâm!
— Ehl-i sünnet i’tikâdı, nazm üzere, ey civân oldu aşağıda sana, açık dil ile beyân:
Doğru olan i’tikâdı ister isen kardeşim,
gece gündüz bu kitâbı, oku hem de pek candan!
Sırrını takdis eylesin, Hak teâlâ Hâildin,
o veliyyi kâmil etdi, bu sözleri armegân!
İnsan birşey yaratamaz Alevîye aldanma!
Vehhâbîlik dahâ kötü, ehl-i sünnete inan!
Cennet, Cehennem şimdi var, tevbe kabul edilir,
şefâ’atla kurtulacak, çok günâhları olan.
Atomdan güneşe kadar, her ne varsa âlemde,
hepsi sonradan var oldu, hem de katkat âsümân.
Dünyâya gönül bağlama, akar ömür su gibi,
şeriata uyan kimse, her dem olur şâdüman.
önce ilmihâli öğren, çocuğuna da öğret,
din bilgisi öğrenmezsen, olursun sonra pişmân.
Düşmanlarımız sinsice, nasıl saldırıyor bak,
sen de dîni yaymak İçin, çalış, gaybetme zeman.
Kâfirler bin hiyle ile, İslâmî yıkmak için,
milyonlar sarf ediyorlar, artık gafletden uyan!
Mücâhidleri ara bul, yardım et bol onlara,
Cihâd sevâbuu kazan, olsun bunda mal revân!
Resûlulîah hiç durdu mu, eshâb-ı uyudu mu?
dîni yaymak için hepsi, olmuşdu bir kahraman.
Çalış, boş durma sen dahi, din düşmanı çok kavi
içilen dışdan ezecekler, gidecek dînle îmân.
Eshâba çirkin söyleme, hepsinin kadrini bil,
birbirini severlerdi, buna şâhiddir Kur’ân.
En üstün Ebû Bekir bil, Ömer, Osman, Alî, hem,
Muâviyeyi de çok sev, o dur Kur’ân-ı yazan.
Rabbimiz cisim değildir, zeman mekândan beri,
bir şeye hulûl eylemez, böyle olmalı îmân!
Birşeye muhtaç değildir, ortağı, benzeri yok,
her şeyi yokdan var etdi, o dur varlıkda tutan!
İyi, kötü, îmân, küfür, her şeyi o yaratır,
Hak Teâlâ dilemezse, bir şey yapamaz insan.
Herkese akıl irâde, verdi hem yol gösterdi,
kim iyilik diler ise, yaratır oldem Rahman.
Harâmlardan salan elbet, nemâzını bırakma!
seâdete kavuşamaz, şerî’atdan ayrılan.
Tâ ezelden âdet oldu, kim ekerse o biçer,
Pek aldandı, rezîl oldu, ekmeden buğday uman.
Yetmiş üç fırkadan ancak, ehl-i sünnet kurtulan,
Resûlullahın yolunu, onlar bizlere sunan!