KİATABA DAİR
— Yayınevi
NECÂTÜ’L-MELHÛF
Mahzunların ve Şaşıranların Kurtuluşu
Yazan
Mehmed Osman
Derleyen ve Sadeleştiren
Mehmed Zahid Kotku
NECÂTÜ’L-MELHÛF
— Giriş
Bismillâhirrahmânirrahîm.
Ve’s-selâtü ve’s-selâmü alâ Seyyidinâ Muhammedin ve alâ Âlihî ve sahbihî ecmaîn.
Bu risalemizde «Necâtü’l-Melhûf» adlı eserden aldığımız dört kısımdan ibaret olan ve her Müslüman için lüzumlu bilgileri, mümkün olduğu kadar günümüzün diline çevirerek sunacağız. Cenâb-ı Hak, tevfîkını refîk buyurarak bu hâlis emelimizde muvaffak kılsın.
— 1 — Geçim darlığını gideren, aile ve yuvayı bereketlendiren, geçime maddî ve manevi kolaylıklar getiren vesilelerdir
Geçim zorluğunu ve maişet darlığını gideren sebeblerden biri, her gece devamlı olarak (Sûre-i Vâkı’a)’yı okumaktır.
Bu hususta Cenab-ı Peygamber (S.A.S.) Efendimiz
(Men kare’e külle leyletin sûrete’l-Vâkı’ati lem tusîbhü fâkatün) buyurmuşlardır. Manası: «Her gece sûre-i Vâkı’âyı okuyana fukaralık isabet etmez» demektir. Eshâb-ı Kiram arasında bu Sûre-i Celileyi her gece okumanın, rızık ve maişeti kolaylaştırdığı ve genişlettiği pek ziyade şöhret bulmuştu.
Hazret-i Osman (R.A.) Efendimiz, Abdullah İbn-i Mes’ûd hazretlerine, çoluk çocuğunun maişetine medâr olmak üzere bir mikdar ihsanda bulunmak istemiş de İbn-i Mes’ûd buna karşılık: «Biz her gece çoluk-çocuk Sûre-i Vâkı’ayı okumağa devam ederiz. Hal böyle iken bizim fukaralığa duçar olacağımızdan korkuyor musunuz?» cevabında bulunmuşlardır.
Bir diğer sebeb de her sabah Yâsin-i Şerifi okumağa devam etmekdir.
Cenâb-ı Peygamber (S.A.S.) efendimiz bu sure-i celilenin fazilet ve tesiri hakkında
(Yâ-sîn limâ kurie lehû) buyurmuşlardır.
Meali, «Yâsin-i Şerif, hangi niyet için okunursa onu husule getirir» demektir.
Gavs-i Azam, Seyyid Abdü’l-Âzîz-i Debbâğ Hazretleri de Tebâreke Süresindeki
(Ela ya’lemü men halaka ve hüve’l-latîfu’l-habîr) Ayet-i Kerimesini devamlı okumak, fakırdan ve her türlü musibetten insanı korur demişdir.
Dünya ve ahiret sâadet ve selâmetini te’min eden sebeblerin en büyüklerinden biri de, beş vakit namazı cemâatle kılmaktır. Cemâat ile namaz kılmayı terk edenler hakkında vârid olan tehdidler pek çokdur.
Abdullah ibn-i Abbas (R.A.) Hazretlerine, filan kimse gündüzleri oruçlu, geceleri namazlıdır, lâkin cemâate devam etmez demişler de, cevaben «onu cehennemle müjdeleyin» buyurmuştur.
İslâm Dininin büyüklerinin, umumî olarak cemâat hakkında inançları budur. Cenâb-ı Peygamber (S.A.V.) efendimiz
(Men sallâ salât el hamsi maa’l-cemâati felehû hamsetü eşyâe: El-evvelü, lâ yusîbuhu fakrün fi’d-dünyâ; ves-sânî yer-feullahü ânhü âzâbe’l-kabri; ves-sâlisü yu’tâ kitâbehû bi yemînihi; ver-râbi’u, yemürrü âle’s-sırâtı ke’l-berkı’l-hâtifi; ve’l-hâmisü yüdhılüllahhü Teâlâ’l-Cennete bilâ hısâbın ve lâ azâbin) buyurmuşlardır.
Manası: «Beş vakit namazı cemâatle kılanlara beş türlü nimet vardır.
demektir. Bu müjdelere göre, beş vakit namazı cemâatle kılanlar Sâbıkîn ve Mukarrebînden olduklarına göre, Cennet ehlinin eşrafı olmaları lâzım gelir.
Rızık bolluğunu te’min eden manevi sebeblerin en mühimlerinden biri de, istiğfara devam etmekdir. İstiğfarın fazileti hakkında vârid olan Kur’ân âyetleri ve hâdîs-i şeriflerden başka, Ümmetin sâlih kişilerinin tecrübeleri de pek çoktur.
İstiğfar kuvvetiyle bir kaç gün zarfında, senelerce giderilmesi mümkün olmayan belâ ve musibetler zail olur. Çünkü musibetler çok kere, isyan neticesidir.
(Ve mâkânallâhü muâzzi behüm ve hum yestağfırûn) âyet-i kerîmesinin manası, istiğfara devam edenlere Allahü Teâlâ Hazretleri âzâb edici değildir, demektir.
Hiç şüphesiz ki, rızık ve maişet darlığı, sefalet, gam, keder ve hüzün gibi her türlü musibet, bunları giderici olan, istiğfar ile bertaraf edilir.
Cenab-ı Peygamber (S.A.V.) Efendimiz
(Men lâzeme’l-istiğfâre caalallâhü lehû min külli hemmin ferecen ve min külli dıykın mahrecen ve razakahû min haysü lâyahtesib) buyurmuşlardır.
Manası: «İstiğfara devam edene Cenab-ı Hak, her kederden ferahlığa, her darlıkdan bolluğa kavuşturan çareyi ihsan eder ve ummadığı bir taraftan onu rızıklandırır». demektir.
Bereketi ve rızkı çeken ve kolaylaştıran sebeblerden biri de, iffet ve namusunu muhafaza ve Sünnet-i Nebeviyyeyi ihyâ niyetiyle evlenmektir. Nitekim mal ve güzellik amacıyla evlenenler ekseriyyâ bereketsizliğe düşerler.
Müslümanların çokluğunu göz önüne alan sevgili Peygamberimiz (S.A.S.) Efendimiz
(Men tezevvece İmreeten lem yürid bihâ illâ en yağuzza basarahû ve yühassıne fercehû ve yasıle rahımehû bârekallâhü lehû fîhâ ve bâreke lehâ fîhi) buyurmuşlardır.
Manası: «Gözünü yasaklara bakmakdan men ve fercini haramdan muhafaza ve akrabalarına yardım kasdıyla evlenene, Cenâb-ı Hak o kadını o erkeğe ve erkeği de o kadına mübarek kılsın» demektir.
Cenâb-ı Paygamber (S.A.S.) Efendimizin dualarının kabulünde şüphe olmadığındandır ki, bu maksatlarla evlenen basiret ve imân sahiplerinin, evleneceği kadının sâdece ahlâk ve dindarlığını tahkıyk ile yetinerek, mal ve cemâlini bir tarafa bırakıp «tevekkeltü alâllah» diyerek, kendilerini dâmadlığa reva görmelidirler.
İnsanın rızık ve malı, Cenâb-ı Hak tarafından ihsan buyurulacağına göre, bu hususda zihin yormağa lüzum yoktur. Bilindiği gibi elde edilen her mal rızık olmaz. Belki de bazısı emanet veya başka birinin rızkıdır.
Aile ve ev bereketini muhafaza eden sebeblerden biri de, yemeğe başlamadan önce ve unuttuğu takdirde yemek arasında veya sonunda besmele çekmektir.
Hazret-i Huzeyfe (R.A.) dan mervidir.
«Cenâb-ı Peygamber (S.A.S.) Efendimize bir yemekte beraber bulunduğumuz vakit, Efendimiz başlamadan önce hiç birimiz başlamazdık. Bir gün İslami edeblerden bilgisi olmayan bir köylü, Efendimizin başlamasını beklemeden ve Besmele de çekmeden elini uzatınca, Efendimiz hemen elini tuttu. Başka bir çocuk da elini uzattı; onun da elini tuttu» ve buyurdu ki, «Besmele ile başlanmayan yemeğe şeytanın müdahalesine mâni kalmayacağından, şeytan yemeğe elini uzatabilir. Yemeğimizden yiyebilmek için bu köylüyü ve bu çocuğu bilhassa getirdi. Ben de onun bu hilesine mâni olmak için ellerini tuttum. Nefsim kudret elinde olan Allah hakkı için, ben onların elini tuttuğum zaman şeytanın eli de beraberdi».
Bu hadis-i şerifi, İmâm-ı Müslim ve Ebû Dâvûd rivayet ettiklerinden, sahîh hadiselerdendir. İmânı kuvvetli olan basiret sâhibleri bir çok tecrübelerine dayanarak aile ve hane bereketlerini gözleriyle görmüş gibi itikad ederler.
Her şeyi madde ile ölçen bir takım bilgin taslağı veya filozof meşrebli kimselerin bu gibi şer’î esasları inkâr ve tahrif etmeğe yeltenmeleri mutlak cahilliklerinin neticesidir. Onlar ne derlerse desinler biz Müslüman olarak, maneviyat ve tabiat üstü alemin varlığına inandığımızdan bu hususda tereddüt etmeyiz.
Filozoflar tabiat üstü âlemi bazen kabul bazen de inkâr ederler ve kendilerini hayret ve tereddüdden kurtaramazlar. Kuvvetli îmân sahibi Müslüman, Şerîat-i Muhammediyye’ye îmânı sayesinde bir dağ gibi sarsılmadan tereddüd ve hayrete düşmekten kendini kurtarır.
Yemeklerin bereketini artıran sebeblerden biri de, edeb ile büyüklerin yemeğe başlamasını bekleyerek sırayla ve kendi önünden yemekdir.
Alemin terbiyecisi olan Efendimiz Hazretleri: «Bereket taamın ortasına iner; önlerinizden yiyin, ortaya uzanmayın» emr-i şerifinde bulunmuşlardır.
Hâne bereketini artıran diğer bir sebeb de sirkedir. Âlemlerin sırlarına vâkıf olan Peygamber (S.A.S.) Efendimiz «Sirke ne güzel katıkdır. Ey Allah’ım, sirkeye bereket ihsan et. Sirke, benden evvel bütün büyük peygamberlerin kullandıktan bir katıkdır. Sirke bulunan evde fukaralık olmaz» buyurmuşlardır. Bu duanın sebebi de yetmiş Peygamber-i Zîşân (A.S.)ın sirkeye bereket ile dua etmiş olmalarıdır.
Yemeğe bereket veren manevi sebeblerden biri de, toplu halde yemek yemekdir. Bazı Eshâb-ı Kiram:
«Yâ Rasûlallah, yemek yiyoruz. Lâkin doymuyoruz» diye hallerini arz ettiler. (S.A.S.) Efendimiz de:
«Yemeklerinizi yerken toplu olarak mı yersiniz? Yoksa ayrı ayrı mı yersiniz?» diye sordular. Onlar da:
«Ayrı ayrı yiyoruz» deyince:
«Toplu halde yiyin ki yemeklerinize bereket gelsin» buyurdular.
Cömertliği ve bereketi öğretmek için diğer bir hadîs-i şerif de: «Bir kişinin yemeği iki kişiye, iki kişinin yemeği dört kişiye, dört kişinin yemeği de sekiz kişiye yeter», diye işaret buyurmuşlardır.
Haneye bereket veren sebeblerden biri de, kab, tabak ve tencereleri güzelce sıyırıp, yemeği israf etmemek ve tabaklarda artıkları bırakıp çöplerin içine atmamaktır. Efendimiz (S.A.S.):
«Yemek bittikten sonra tabaklarınızı güzelce sıyırınız. Tâki hiç bir tane veya kırıntı kalmasın. Çünkü bereketin, yemeğin hangi kısmında olduğunu bilemezsiniz» irşadında bulunmuşlardır.
Hatta o zamanın âdetlerine göre tamamen el parmaklarıyla yemeğe bulaşması zaruri olduğundan bereketin zayi olmaması için parmaklarınızı yalayın diye tavsiye buyurmuşlardır. Gerçi bugün artık yemekler, çatal kaşık gibi araçlarla yenmekte ise de sünnet-i seniyyeye uymak için elleriyle yiyenlerde bulunacağından bu peygamber emrini belirtmekte fayda gördük. Bugünün insanlarına belki bu parmak yalama işi pek hoş görünmezse de, hakikî Müslümanın yemekden evvel ve yemekden sonra ellerini yıkaması bir Sünnet-i Seniyye olduğu unutulmamalıdır. Böyle olunca bu günün insanının en önce hatırına gelen sıhhî tehlike kendiliğinden ortadan kalkmış olur.
Yemeklerin israfı konusunda bugünün Müslümanına düşen çok büyük vazifeler vardır. Başta ekmek israfı gelir. Sofraya konan ekmekler aile efradı tarafından küçük parçalara bölünerek yendiği için bir çok parçacıkların yenmeden kalması, bundan başka bayatlayan ekmeklerin, büyük parça halinde de olsa, yenmeyerek çöplere atılması, kalan yemeklerin de bayatladı diye çöplere dökülmesi, zamanımızda çok görülen hallerdendir.
Aile reisleri yani ana ve baba, sofrada ekmek kırıntısı artırıp bırakmanın, İslamiyet’in reddettiği israf faslına girdiğini, bunu yapanların günah işlediklerini, bu nimetleri bizlere bol bol veren, Allahü Teâlâ’ya karşı nankörlük ettiklerini çocuklara güzel bir dille anlatıp öğretseler, ailenin ve evin bereketini te’min etmiş olurlardı. Ne yazık ki, bu hususda, Hristiyanların çocuklarına verdikleri terbiye, bizleri imrendirecek durumdadır.
Bir gün bir Alman’ın tabağındaki son pirinç danelerini de birer birer çatalla toplayıp yediğini görmüşdüm de kendimi tutamayıp sormuşdum. Bir kaç dane pirinçten ne olacak, onlar da tabakda kalıversin demişdim. Cevaben dedi ki: «Alman milleti seksen milyondur. Eğer her Alman, tabağında on pirinç danesi bıraksa, bir öğün yemekde 800 milyon pirinç danesi çöplere atılmış olur. Bu da demekdir ki, bir öğün yemekde 8.000 ton pirinç çöplere atılır».
Vakı’â onların millî terbiyesi tamamen iktisadî temellere göre ayarlanmıştır. Fakat bizim ki ise, dinî ve aynı zamanda da iktisadîdir. Lâkin zamanımızda ne yazık ki bu terbiyeyi de diğer millî ve dinî ahlâk ve terbiyelerimiz gibi ihmal etmiş bulunuyoruz.
Yukarda söylenenlere uygun bir hadîs-i şerifinde, Efendimiz (S.A.S.): «Evinin hayır ve bereketini artırmak isteyen kimse yemekden evvel ve sonra ellerini güzelce yıkasın» buyurmuşlardır.
Hane bereketini artıran sebeblerden biri de, misafiri çok sevmek ve yemek yedirmekdir. En ince işlerin sırlarını bilen (S.A.S.) Efendimiz Hazretleri
(El-hayrü esre’u ile’l-Beyt’illlezî yü’kelü fîhi min’eş-şefrati ilâ senâm’il-ba’îri) buyurmuşlardır.
Manası: «Hayır ve bereket, içinde yemek yenilen haneye, yüzülmekde olan devenin hörgücüne giren kasabın bıçağından daha çabuk girer» demekdir. Malûm olduğu veçhile devenin hörgücü tamamıyla yağ parçası olduğundan, bıçağın onu kesmesi diğer uzuvları kesmesine nisbetle çok daha kolay olacağından ona kıyâs edilmişdir.
Rızkı genişleten manevi sebeblerden biri de, Cenâb-ı Hakk’a kalbini bağlayıp her işte ve her halde doğruluğu elden bırakmamakdır. Âlemin terbiyecisi olan Efendimiz (S.A.S.) bir hadîs-i kudsîde
(Yekûlü Rabbüküm y’ebne âdeme, teferreğ li-ibâdetî; emleü kalbeke ğınen ve emleü yedeyke rızkan y’ebne Âdeme lâ tebâad minnî emleü yedeyke şuğulen)
Manası: «Ey Âdem oğlu, ibâdetime vakit ayır ki kalbini zenginlik (kanaat)’le, ellerini rızıkla doldurayım». buyurmuşlardır.
Şeriat dilinde ibâdete vakit ayırmak sadece namaz, oruç ve Kur’an okumak demek değildir. Bunlarla beraber ticaret, sanat, zirâat velhasıl ailesinin maişetini te’min edecek bir işle uğraşmak da makbul bir ibâdettir. Yoksa yalnız namaz kılıp, Kur’an okumakla gününü geçirip boş vakitlerini de havâiyyat ve tembellikle heba etmek Müslümanlığın gaye ve esaslarına uymayan şeylerdir.
Allah (C.C.) indinde de, Resulü (S.A.S.) katında da, hatta kullar arasında da, makbul olan budur. Meşru’ ve helâlinden kazanılan ve ailesinin ihtiyaçlarını te’min için sarf edilen emekler de ibâdettir.
Allah’a iyi kul olabilmenin şartları arasında doğruluk (yalandan uzak olmak), iyi ahlâk (ahlâk-ı hamîde), iyi niyet (Hüsn-ü niyyet), çalışkanlık (tembellik etmemek) de hep namaz, oruç, zekât, hac gibi farz ibâdetlerle yan yana gelmektedir.
Rızkı genişleten sebeblerden biri de, ihtiyaç ve zaruret hâlinde yalnız Cenâb-ı Hakk’a boyun büküp, ondan istemekdir. Kuldan istemek, Cenâb-ı Hakk’ı ihmal demekdir ki bu, kulun imânının zayıflığına delâlet eder.
Peygamberimiz (S.A.S.) Efendimiz
(Men nezelet bihî fâkatün fe enzelehâ binnâsi lem tüsed-dü fâkatühû ve men nezelet bihî fâkatün fe enzelehâ billâhi fe yûşikullâhü lehû bi rızkın âcilin ev âcilin) buyurmuşlardır.
Manası: «Her kime fukaralık isabet eder de insanlardan yardım ister ve onlara boyun bükerse, fukaralığı zail olmaz. Ve her kime fukaralık gelir de Allah’a (C.C.) yalvarır ve rahmetini umarak beklerse, Cenâb-ı Hak yakın zamanda veya hemen ona bir rızık ihsan eder» demekdir.
Diğer bir hadis-i şerifde:
(Men câ’a ev ihtâce fe ketemehü’n-nâse efdâ bihî ilallahi Teâlâ kâne hakkan alallâhi en yüfteha lehû kûte senetin min halâlin) buyurmuşlardır.
Manası: «Kim aç kalır veya muhtaç olur da insanlardan gizler, Cenâb-ı Hakk’a kalbini bağlayıp, yalnız ondan yardım beklerse, ona helalından bir senelik rızk ihsân etmek Cenâb-ı Hakk’a borç gibi olur» demekdir.
Rızkı kolaylaştıran sebeblerden biri de, Allâh-ü Teâlâ Hazretlerine mütevekkil olmakdır. Cenâb-ı Peygamber (S.A.S.) Efendimiz:
(Lev tevekkeltüm alâllâhi hakka’t-tevekküli lerezekaküm kemâ yerzuku’t-tayre, tağdû hımâsan ve terûhu şibâ’an) buyurmuşladır.
Manası: «Eğer siz, Cenâb-ı Hakk’a hakkıyla tevekkül etmiş olsanız, kuşları merzuk ettiği gibi sizi de merzuk ederdi. Kuşlar sabah aç giderler; akşam tok olarak dönerler» demekdir.
Bereketi olmayan mallardan biri de, cebir ve ikrah ile ve bilhassa yemin ettirerek ve sık boğaz ederek elde edilen mallardır. Süfliliği her şeyden ziyade ayıp sayan yaratıkların en kamili (S.A.S.) Efendimiz
(Lâ tahlifû fi’l-Mes’eleti fe vallahi lâ yeselünî ahadün minküm şey’en fe tuhricü lehû mes’eletühû minnî şey’en ve ene lehû kârihün fe yübârekü lehû fimâ a’taytühû) buyurmuşladır.
Manası: «Bir şey istediğiniz vakit yemin etmeyin; Allah hakkı için içinizden biriniz benden bir şey ister de yemin sebebi ile onu koparırsa, vermiş olduğum şeyde ona bereket olmaz» demekdir. Fakat Cenâb-ı Hakk’ın şevkiyle, kendi kendine gelen helal malı reddetmek kötü belki de kibirden sayılır. Meğer ki almasında şer’î bir mâni’ bulunsun.
Cenâb-ı Hakk’ın bu türlü gönderdiği malı mütevâzi’âne kabul etmeli ve bunu Hakk’dan bilerek gönderene de dua etmelidir. Bu mal bereketli oldukdan başka kabul edenin sevabı da gönderenin sevabından aşağı değildir.
Ahlâkların en güzeli ile ahlaklanmış Peygamberimiz (S.A.S.) Efendimiz
(inne hâze’l-mâle hâzıratün, hulvetün; fe men â’taynâhü şey’en bi tıybi nefsin minnâ ve husni ta’metin minhü min gayri şerehi nefsin bûrike lehû fîhi; ve men â’taynâhü minhü şey’en bi ğayri tıybi nefsin minnâ ve husni ta’metin minhü ve şerehi nefsin kâne ğayre mübârekin lehû fîhi) buyurmuşlardır.
Manası: «Bu dünya malları beşer tabiatı icabı güzel ve tatlıdır. Her kim haris olmayarak edeb ve terbiye dairesinde bizden ister de biz de gönül hoşluğuyla ona verirsek, aldığı şeyde ona bereket hasıl olur. Her kim haris olarak edeb dışı bir şey ister de biz de gönüllü olmayarak ona istediğini verirsek o şeyde ona bereket olmaz» demekdir.
Diğer bir hadis-i şeriflerinde:
(Mellezî yu’tâ bi siatin bi a’zame ecran min-ellezi yakbelü izâ kâne muhtâcen) buyurmuşlardır.
Manası: «Mal çokluğu sebebiyle, verenin sevabı, ihtiyaç yüzünden kabul edenin sevabından daha büyük değildir» demekdir.
Hane ve aile bereketini artıran sebeblerden biri de, oruç tutmak istendiği zaman sahura kalkmakdır. Müslümanların bu cihetten kusurları, çokdur. Cenâb-ı Peygamber (S.A.S.) Efendimiz
(Es-sahûrü küllühû bereketün, fe lâ tede’ûhü ve lev en yetecerra’a ahadeküm cür’aten min mâin; feinnallâhe ve melâiketehû yusallûne âle’l-müsahhırîne) buyurmuşlardır.
Manası: «Sahur yemeğinin tamamı berekettir. Velev ki bir yudum su olsun için de sahuru terk etmeyin. Cenâb-ı Hak ve melekleri sahur yiyenlere salavat getirirler» demektedir.
Fakr ve ihtiyaç belasını gideren sebeblerden biri de, hac ve Umreyi beraberce yapmakdır. Efendimiz (S.A.S.)
(Tâbiû beyne’l-haccı ve’l-Umreti; fe innehümâ yenfiyâni’l-fakre ve’z-Zünûbe ke mâ yenfi’l-kîrü habese’l-hadîdi vez’zehebi ve’lfıddati ve leyse li’l-hacceti’l-mebrûreti sevabün ille’l-Cennetü) buyurmuşlardır.
Manası: «Haccı yaptığınız vakit Umreyi de daima hacdan evvel veya sonra yapmağa çalışın. Körüklenen ateşin, demir, altın ve gümüşün pasını aldığı gibi, bir arada yapılan hac ve umre de, fakrı ve günahları giderir. Makbul bir haccın sevabı ancak Cennettir» demekdir.
Bir hac mevsiminde sevdiğimiz bir kardeşle beraberdik; ibâdet aşkı ve hulûsu çok olan bu zât, durmadan umre tavafı ve sa’yi yapmakda idi. Bunları yaparken de eminim ki, fakirlikten kurtulup bir servete kavuşmak cihetini düşünmüyordu. Fakat memleketine döner dönmez hiç ummadığı bir yerden ve ehemmiyetsiz bir sebeble oldukça mühim sayılabilecek bir servete kavuşduğunu bizzat gördüm.
Şüphesiz ki her ibâdette ihlâs şart olduğundan, dünya malı kasdıyla işlenen ameller makbul olmadığı gibi, büyük bir ihtimalle tesiri de görülmez.
Bereketi artıran sebeblerden biri de, Bakara Sûresini çok okumakdır. Cenâb-ı Peygamber (S.A.S.) Efendimiz hazretleri
(Ikreû Sûrete’l-Bakareti; fe inne âhzehâ bereketün ve terkehâ hasretün ve la testetî’uhâ el-batâletü) buyurmuşlardır.
Manası: «Sûre-i Bakara’yi okuyun. Onu okumak bereket, terki de pişmanlıktır. Onu okumaktan sizi alıkoyan tembelliktir». demekdir.
Zaruret ve fakirlik belâsını gideren sebeblerden biri ve belki de en büyüğü
(Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh) zikr-i şerifine devam etmekdir. Maddî ve manevi bilcümle musibet ve zararlardan kurtulmak ve bütün istekleri elde etmeğe kuvvet kazanmak, ancak Allâhü Teâlâ Hazretlerinin yardımıyla olur, demektir. (S.A.S.) Efendimiz
(Eksirû min kavli lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâhi; fe innehâ min Kenzi’l-Cenneti) buyurmuşlardır.
Manası: «(Lâ havle ve lâ kuvvete) kavl-i şerifini çok okuyun. Çünkü o Cennet hazinelerinden bir hazinedir» demekdir.
(Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billahi, ve lâ Mencee minallâhi illâ ileyhi)
Manası: «Güç ve kuvvet ancak Allah sayesindedir. Onun azabından kurtuluş yine O’na dönmekledir» demektir. İmam Makhûl: «Bu zikre devam edenden Cenâb-ı Hak yetmiş türlü mazarrat ve belâyı defeder. Bunların en ehveni fukaralıktır» buyurmuşlardır.
Diğer bir hadîs-i şerifde
(Men en’amallâhü aleyhi ni’meten fe erâde bekâehâ fe’l-yüksir min kavli lâ havle ve Lâ kuvvete illâ billahi) buyurmuşlardır.
Manası: «Cenâb-ı Hak bir kimseye nimet ihsan eder de o kimse de nimetin bekasını dilerse, (Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billahi) zikrine çokça devam etsin», demektir.
Diğer bir hadîs-i şerife
(Men kâle lâ havle ve lâ kuvvete illâ billahi miete merretin fî küllî yevmin lem yüsibhü fakrün ebeden) buyurmuşlardır.
Manası: «Her gün yüz kere (Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billahi) zikr-i şerifini kim okursa bütün hayatında fukaralık yüzü görmez» demekdir.
Hane ve aile bereketini artıran sebeblerden biri de, evine girip çıkarken ev halkına selâm vermekdir. Alemin terbiyecisi Cenâb-ı Peygamber (S.A.S.) Efendimiz, Hazret-i Enes (R.A.)’e hitaben
(Yâ büneyye! İzâ dahalte âlâ ehlike fe sellim, fetekûnü bereketen aleyke ve âlâ ehli beytike) buyurmuşlardır.
Manası: «Ey oğulcağızım, ailenin yanına vardığın vakit selâm ver ki, sana ve ailene bereket olsun» demekdir. Evden çıkarken de selâm vermek lâzımdır. Unutmamalıdır ki, Nâfile ve sünnet namazlarını evde kılıp da farzı câmi’de kılmak ve işrâk (kuşluk) namazına devam etmek, Kur’ân’ı çok okumak, rızkı genişleten ve bereketlendiren mühim sebeblerdendir.
— 2 — Servet ve zenginliğe gidişi kolaylaştıran, fukaralık ve sair belâ ve musibetleri doğuran sebebler
Servet ve zenginliği kolaylaştıran ve celb eden evrâdı, fakirliği ve belâyı mucib olan sebebleri beyan eder.
Servet ve zenginliği kolaylaştıran en mühim sebeblerden biri, sabahın erken vaktinde işe başlamakdır. Cenâb-ı Peygamber (S.A.S.) Efendimiz
(Allahümme bârik li ümmeti fi bükûrihâ) buyurmuşlardır.
Manası: «Ey benim Allah’ım, Ümmetimin sabahleyin işlerine bereket ihsan et» demekdir.
Efendimiz (S.A.S.) muharebeye asker göndereceklerinde sabahın erken saatlerinde gönderirlerdi. Bu Hadîs-i şerifi rivayet eden (Sahr ibn-i Vedâa) hazretleri ticaretle meşgul olduğundan, daima ticaret mallarını sabahın erken saatlerinde sevk ederdiler. Kendisi Peygamber (S.A.S.) Efendimizin yukarıdaki duâları sayesinde büyük servet sahibi olmuş zatlardandır.
Servet ve zenginliği celb eden sebeblerin en mühimlerinden biri de, sıla-i rahimdir. Yani akraba ve dostlara mâlen, bedenen, kalben, huzurlarında ve gıyablarında, derece ve lüzumuna göre, her türlü iyiliği yapmağa çalışmakdır.
Sıla-i rahim dost ve akrabaları bizzat veya mektubla ziyaret ve hatırları almak manasına gelirse de, onların yardımlarına koşmak ve her vesile ile hediyeleşerek, gönüllerini kazanmak da, sıla-i rahmin manasında mündemicdir.
Sıla-i rahim en büyük farzlardan olub terk edenleri Cenâb-ı Hak Sûre-i Muhammed’de lanet etmişdir.
Cenâb-ı Peygamber (S.A.S.) Efendimiz Hazretleri, sıla-i rahimin ömür ve servetin artmasına sebeb olacağını şu hadîs-i şerifle beyan buyurmuşlardır.
(Men serrehû yümedde lehû fî umurihî ve yüzâde fı rızkıhî, fe’l-yeberre vâlideyhi ve’l-yasıl rahımehû).
Manası: «Her kim ömrünün uzun ve rızkının genişliğinden sevinç duyarsa, anasına ve babasına itaat ve akrabalarına iyilikde bulunsun» demekdir.
Diğer bir hadîs-i şerifde, «birbirleriyle hüsn-ü muaşeret de bulunan aileler, ihtiyaç belâsını görmezler» buyurulmuşdur. Ne yazık ki, bugünün Müslümanlarını, en çok fakirliğe ve geçimsizliğe düşüren, bol kazançlardan mahrum eden şey, sıla-i rahmi ihmâl etmeleridir.
Bir çokları yakın akrabalarını zaruret içinde gördükleri halde, sefahate sarf ettikleri paraların onda birini bile onlara vermeğe kıyamazlar. Yakınlarına karşı olan bu alakasızlık ve duygusuzluk yüzünden, kendilerinin gerilemede ve akrabalarının da sefalet içinde bulundukları ve bu sebeble milli iktisâdiyâtın çok zarar gördüğü inkâr edilemez bir hakikatdır.
Bu yüzden millî servet ve ticaretin büyük kısmı, gayrı Müslimlerin ellerine geçmişdir. İstanbul’a hicret eden beyaz Rusların sefaletini gören Hristiyan dindaşları kârlarından bir kısmını onlara terk ederek Müslümanlara sattıklarından daha ucuza bunlara mal vermek suretiyle yardımda bulundukları, çoklarımıza malumdur.
Müslüman ahlâk ve adâtından olan bu hal, bu asırda gayr-i Müslimlere intikal ederken, İslam’ın her bakımından mükemmel olan meziyyetlerini idrakden gâfil, kalın kafalı, inat cahiller bu geriliği İslâm Dinine yükleyip hâlen uğradıkları zilletin nereden geldiğini idrâkden âcizdirler.
Malı ve bereketini artıran sebeblerden biri de, sadakayı muhtaç olanlardan esirgememekdir. Nitekim muhtaç olmadığı halde dilenmenin fakirliği davet ettiği aşağıdaki hadîs-i şerifde pek açık görülmektedir.
Cenâb-ı Peygamber (S.A.S.) Efendimiz
(Mâ nakase mâlü abdin min sadakatin ve lâ zulime abdün mazlemeten sabere aleyhâ illâ zâdehul-lâhü ızzen ve la fete- ha abdün bâbe mes’eletin illâ fetehallâhü aleyhi bâbe fakrin) buyurmuşlardır.
Manası: «Hiç bir kulun malı, sadaka vermekden dolayı eksilmez. (Kuyunun suyu çektikçe arttığı gibi, mal sadaka verdikçe artar). Bir kul zulme maruz kalır da sabr ederse, Cenâb-ı Hak bu sabırdan dolayı o kulun itibarını artırır. Bir kul da ihtiyacı olmadan dilenciliğe devam ederse, Cenâb-ı Hak ona fakirlik kapısını açar» demekdir.
Ticaret, sanayi ve zirâatde, Müslümanların ilerlemesine engel olan başlıca sebeblerden biri de, fukaranın hakkını saklamakla ellerindeki malın telef olmasına ve hiç değilse, bereketinin zayi olmasına sebep olmalarıdır. Gayr-i Müslimlerin terakki ettikleri gibi, biz de zekat vermeden terakki ederiz hülyası, cehil ahmaklıkdan ileri gelmekdedir. Çünkü gayr-i müslimler zekât ile mükellef değildirler ki bu yüzden zarar görsünler.
Zekât verenlerin bir çokları da nefislerinin arzusuna uyub, fukaranın hakkını unutarak, ellerinde kalmış satılmaz hâle gelmiş mallan zekât olarak verirler. Yine bir çokları da hakiki ihtiyaç sahiblerini bırakıp, dost ve sevdiklerine verirler. Bu suretle zekâtta dahî iltimas ederler. Bir kısmı da, zaruret içinde olan ve hâlini kimseye bildirmeyen, akraba ve komşuları olduğu halde, onları görmeyib, kendisine zilletle el açan ve dilenciliği meslek edinen yüzsüzlere, müstahak zannıyla verirler.
Halbuki, Efendimiz (S.A.S.) Hazretleri «Bir iki lokma ile geri çevirdiğin kimse fukara değildir. Belki fukara o tanınmayan kimselerdir ki kimseye el uzatmaz ve halini insanların bilmemesinden dolayı da faydalanamazlar. İşte Cenâb-ı Hak bu türlü fukarayı arayıp bulmayı ve bunlara ihsan etmeyi emir buyuruyor.
Efendimiz (S.A.S.) de,
(Men eddâ zekâte mâlihi fekad zehebe şerruhû) buyurmuşlardır.
Manası: «Zekâtı verilen malın şerri gider». Yani malın bereketini giderecek fena kısmı zail olur, demekdir.
Diğer bir hadîs-i şerifde
(Hassınû emvâleküm bi’z-zekâti) buyurdular.
Manası: «Zekâtını vermekle mallarınızı koruyunuz» demekdir.
Diğer bir hadîs-i şerifde
(Mâ hâlatat es-sadakatü evizzekâtü mâlen illâ efsedethü) buyurdular.
Manası: «Fukaranın hakkı olan sadaka veya zekât maldan ayrılmayıp da, malın içinde kalırsa, muhakkak o malı ifsad eder». Yani helakine sebeb olur, demekdir.
(Mâ telife mâlün fi berrin ve lâ bahrin illâ bihabsiz- zekâti) hadîs-i şerifi de bunu isbat eder.
Manası: «Karada ve denizde mal, ancak zekâtı verilmediği için telef olur». demekdir. Bu hadîs-i şerife ayrıca şu mana da verilmiş ve bunu İmâm-ı Ahmed İbn-i Hanbel Hazretleri de kabul etmişdir. (Sadaka ve zekâtı, müstahak olmayan biri alır da malına katarsa, malını ifsad ve mahv eder) demekdir.
Gerek bu manada ve gerek evvelki manada da olsa, ikisi de hakikate mutabıkdır. Zekât ve sadaka Allah’ın emirlerine uygun olarak verilirse malı artırır. Ve sahibini saadete kavuşdurur.
Peygamber (S.A.S.) Efendimiz, Eshâb-ı Kiramdan birine
(Enfık yünfıki’llâhü aleyke) buyurmuşlardır.
Manası: «Sen Allah rızası için ailene ve muhtaçlara ver ki, Allâhü Teâlâ da sana versin» demekdir. Bu emr-i peygamberîye uyan o zât-i şerif: «Bundan sonra bütün ailemin en zengini ben oldum» diye iddia ederdi.
Cenâb-ı Peygamber (S.A.S.) Efendimiz Esma bint-i Âmîsî Hazretlerine
(La tûkî fe yûkâ aleyke) buyurmuşlardır.
Manası: «Hasis (eli sıkı, cimri) olma ki Cenâb-ı Hak da sana ayni muameleyi yapar da, evinin bereketi gider» demekdir. Bundan maksad, israfa kaçmamak şartıyla ailenize sarf etmeğe teşvikdir. Bu ise büyük bir irade ve idare işidir.
Birçok müsrifler hayırlı işlere yüz lira vermeğe kıyamazlar da, lüzumsuz yerlere binleri vermekden sakınmazlar, bu halde de kendilerini, Cenâb-ı Hakk’ın mükrim ve hayır sever kullarından olduklarını sanırlar. Halbuki Kur’an-ı Kerîm bunlar hakkında şeytanın kardaşlarıdır buyurur.
Zenginliğin elde edilmesinde başlıca amil, ticaret ve sanayidir. Müslümanların sıkıntı ve felâket zamanlarında hazırlıklı ve kuvvetli olmaları için en çok önem vermeleri lâzım olan bir şey varsa o da ticaret ve sanayide ilerlemekdir.
Cenâb-ı Hak yer yüzünde, meşru ve zenginliğe giden yollardan en güzelini, dürüst ve doğru yapılan ticaret ve sanayinin yolu olarak halk etmişdir. Bu konuda efendimiz (S.A.S.) «Rızık on kısmıdır, dokuzu ticarette; biri de zirâattedir» buyurarak bizleri irşad ve ikaz buyurmuşlardır.
Bundan da anlıyoruz ki, ticaretin bereketi, zirâatten dokuz misli daha fazladır. Bu düsturu maalesef gayr-i müslimler bizden daha iyi anlamış ve takdir etmişlerdir ki, bu gün ticaret ve sanayi alanlarında bizi fersah fersah geride bırakarak, refah ve zenginliğin zirvesine ulaşmışlardır. Bizler ise hâlâ babadan kalma kara sapanın peşinde ömür çürütüp gideriz. Onu da bugünün fennî usullerini rehber alarak yapabilsek ne mutlu.
Dünya zirâatının da tamamen makineleşmiş ve ilmî bilgilerle teçhiz edilmiş olarak sür’atle ilerlediği bu asırda biz hâlâ pulluk sapan devrini yaşamakla meşgulüz. Ne acı ne acı değil mi?
Sonra da kusur ve kabahatin dinde olduğuna hükmedenlere hak verilmesine sebep oluruz. Halbuki, Cenâb-ı Peygamber Efendimiz
(Fe in sadaka’l-bâyi’âni ve beyyennâ bûrike lehümâ fî bey’îhimâ ve in ketemâ ve kezebâ fe asâ en yerbehâ ribhan ve yümhakâ berekete bey’ıhimâ el-yemîmü’l-fâciratü münfi-katün li’s-sil’âti mümhıkatün li’-kesbi) hadîs-i şerifiyle beyan buyurmuşlardır.
Manası: «Satıcı müşteri ile alış verişlerinde doğrulukla hareket eder, malın ayıbını müşteriye bildirirse alış verişlerinde bereket hasıl olur. Doğrulukla hareket etmez, malın ayıbını gizlerlerse, ihtimal ki sûretâ bir kazanç elde ederler, fakat bu alış verişin bereketi gider. Bir de alışverişde yalan yere yemin etmekle belki bir kazanç sağlanırsa da, bu kötü amel hem ticareti ve hem de ticaret mallarının mahvına sebeb olur» demekdir. Ticaret mallarının mahvına sebeb olan hallerden biri de ihtikâr belasıdır.
Peygamber (S.A.S.) Efendimiz
(Ehlü’l-müdüni hümü’l-hubesâu fî sebîlillâhi, fe la tahtekirû âleyhimü’l-akvâte ve la teğullû âleyhimü’l-es’are; fe inne men ihtereke âleyhim ta’âme erbaine yevmen süm- me tasaddaka bihî lem tekün lehû kefaretün) buyurmuşlardır.
Manası: «Köylerin ve umumun menfaatine ilim, maarif ve sanayi, tahsili için habs-i nefs edenler ancak şehir ahâlîsidir. Bunların yiyecekleri erzakda karaborsa yapmayın. Ve malları saklayarak piyasayı bahaya çıkarmayın. Her kim elindeki yiyecek metaını kırk gün saklarsa ve sonra pişman olub, bu malın tamamını sadaka verecek olsa, yaptığı karaborsanın günahına kefaret olmaz» demekdir.
Diğer bir hadîs-i şerifde:
(Men ihtekere âle-l-müslimîne taâmehüm darabehu’l- lâhü bi’l Cüzâmi ve’l-iflâsi) buyurmuşlardır.
Manası: «Müslümanların yiyeceklerini ihtikâr kasdıyla saklayanları Cenâb-ı Hak, sârî hastalıkların en kötülerinden (cüzzam) illeti ile ve iflas zilletiyle zelil ve perişan eder» demekdir.
Diğer bir hadîs-i şerifde
(El Câlibü merzûkun ve’l-muhtekirü mel’ûnün) buyurmuşlardır.
Manası: «Müslümanların menfaatına hariçten mal getirenler servete nail olurlar. Karaborsacılar ise melundurlar» demekdir. Muhtekirlerin ekseriyetle iflâsa mahkum oldukları görülmüştür. Zamanımızdaki tüccarların büyük bir kısmının iflâs etmelerinin sebeblerinden başlıcası, harb senelerinde ve her fırsatta, ihtikâra sapmalarıdır.
Bir de ortaklık halinde ticaret yapanların iflâsını gerektiren mühim sebeblerin başında, ortakların birbirlerine karşı dürüst ve doğru hareket etmemeleridir. Bir çok ehâdis-i nebeviyyede, şirkete hıyanetliğin neticesinin iflâs olacağı açıklanmıştır. Müştereken iş yapan tüccar ve esnaf ve erbâb-ı san’at iflâsa duçar olmadan evvel içlerinde hıyaneti anlaşılan kimseyi çıkarmaları veya kendilerinin çekilmelerinin doğru olacağı misallerle sabittir.
İnsanları fakr ve musibete düşüren sebeblerin en mühimlerinden biri de, sabah uykusudur. Cenâb-ı Peygamber
(Nevmu’s-subhati yemneu’r-rizka) buyurmuşlardır.
Yani: «Sabah uykusu rızka mâni olur». demekdir.
Diğer bir hadîs-i şerifde Fâtıma (R.A.) Hazretlerine: «Ey kızcağızım, sabah uykusunu terk et, Rabbının rızıklarına hazır bulun. Gafiller zümresinden olma» buyurmuşlardır.
Manası: «Cenâb-ı hak insanların rızıklarını, tulû-u fecirle güneşin doğuşu arasındaki vakitte taksim eder» demekdir.
Fakr ve belayı davet iden en mühim sebeblerden bir de Yemîn-i fâcire, Yemîn-i gamus denmekle ma’ruf olan yalan yere edilen yeminlerdir.
Cenâb-ı Peygamber (S.A.S.) Efendimiz: «Yalan yere yemin, mal ve sermayeyi mahveder ve memleketleri harabeye döndürür» buyurmuşlardır.
İflâs ve fakrı davet eden mühim sebeblerden biri de, ribâ yani faizdir. Bir çok Müslümanlar bu yüce emr-i ilâhiyi bir takım yorumlarla ortadan kaldırmağa çalışırlar. Vaktiyle bu iddiada bulunan yahudileri Cenâb-ı Hak Kur’an-ı Keriminde ne kadar kötülemiştir.
Faizin iflâsı celb edeceği şu âyet-i kerîmeden de malumdur.
(Yemhakullâhü’r-ribâ ve yurbî’ s-sadakâti).
Meâl-i şerifi: «Fâiz ve fâizin içine girdiği malı Allâhü Teâlâ mahveder ve kendisinden sadaka (zekât) verilen malı artırır» demekdir. Cenâb-ı Peygamber (S.A.S.) Efendimiz (Er-ribâ ve inkesüre fe âkıbetühû ilâ killin) buyurmuşlardır.
Manası: «Faiz başlangıçta çoğalır gibi görünürse de neticesi azlıktır. Malı mahveder ve mahrumiyyeti celb eder.
Fakr ve iflâsı celb eden sebeblerden biri de, Müslümanların ihtiyacı olduğu vakit onları hakir görmek ve yardımdan kaçınmaktır.
Efendimiz (S.A.S.)
(İnne li-llâhi inde akvâmi niâmen ekarrehâ indehüm mâ kânû fi havâic’i’l-müslimîne mâ lem yemellûhüm: Fe izâ mellûhüm nakalehâ ilâ gayrihim) buyurmuşlardır.
Manası: «Cenâb-ı Hak bazı kimselere öyle değerli nimetler bahşetmişdir ki, bunları muhtaç olan Müslümanlara usanmaksızın yardıma sarf ettikleri müddetçe, yanlarında bırakır. Eğer müracaatlardan usanç getirirlerse, emaneten verilmiş olan o nimetleri başka ellere nakil ile onları iflâsa mahkum kılar» demekdir.
Müslümanları fakr ve iflâsa sürükleyen en büyük sebeplerden biri de, ölçü ve tartıda hile yapmak ve sattığı malın kusurunu müşteriden gizlemeğe çalışmaktır. Efendimiz (S.A.S.)
(Ve lâ nakasa kavmün el-mikyâle ve’l-mîzâne illâ ka-ta’âllâhü anhümü’r-rızka) buyurmuşlardır.
Manası: «Ölçü ve tartıda hile yapan milletin rızkını Cenâb-ı Hak muhakkak keser» demekdir. Maalesef zamanımızda bu cihete riayet edenlere pek az rastlanmaktadır. Bilhassa seyyar esnaf arasında.
Cenâb-ı Hak Kur’an-ı Kerimde, Şuayb aleyhisselâmın kavmini bu yüzden ne kadar zemm etmişdir. En doğru çalışan esnaf bile, kese kâğıtlarından dahi menfaat teminine çalışmaktadır. Kasabların hâli ise bilhassa dikkate değer bir haldir.
Bu zavallılar dinini ziyan ettiğinden mâada, hilekârlık yüzünden kazandığı bir kaç kuruşa mukabil, başına ne kadar masraf açıldığının farkında bile değillerdir.
Terazinin kirlerini silmeyen ve Müslümanların hukukunu bu cihetten gözetmeyen bir esnafa, sekerât-ı mevtinde (Lâ ilâhe illallâh) kelime-i şerifi, ne kadar telkin edilse, o bir türlü bunu söylemeğe kadir olamaz. Çünkü o esnada terazinin kefesi dilinin üstüne bastırır da kelime-i şehadet getirmesine mâni’ olur. Hal böyleyken tartıda ve ölçüde hile yapanların ve yalan yere yemin edenlerin akıbetlerinin nasıl olacağını artık siz kıyâs edin.
Ticaret ve sanayi’ büyük bir ibadettir. Alış verişde doğrulukdan ayrılmayan tüccarın evliyalar zümresinden ve ağniyây-ı şâkirinden (şükreden zenginler) sayıldığı hadîs-i şerifle sabit olduğu cihetle bunlar bir çok ulemaya göre fukarây-ı sâbirînden (sabreden fakirler) daha hayırlıdır, denilmişdir. Cenâb-ı Hak doğru olan tüccarları Sûre-i Nûr’da, herkesin gıbta edeceği şekilde övmüşdür. Buna mukabil hilekâr tüccar ve esnaf cehennemden en son çıkacak olan Müslümanlardır.
— 3 — Borçlu mü’minlerin borçlarını kolaylıkla ödemelerine vesile olacak âyet, hadîs ve dualar
Borcunu kolaylıkla ödemenin esbabını beyan eder.
Borç, insanların felâketini gerektiren en şiddetli sebeblerden biridir. Cenâb-ı Peygamber (S.A.S.) Efendimiz, borçdan daima Allah’a sığınırlar ve borçlu adam verdiği sözde durmaz, borçlu olduğu kimseye doğruyu söyleyemez buyururlardı. Bir hadis-i şeriflerinde
(Ed-deynü râyetullahi fi’l-ardı fe izâ erâdellâhü en yüzille abden vazaahû fî unukihî) buyurmuşlardır.
Manası: «Borç, yer yüzünde Cenâb-ı Hakk’ın bir zillet bayrağıdır. Bir kulu zelil etmeği isterse boynuna yükler» demekdir.
İmâm-ı Ahmed’in rivayet etmiş olduğu bir hadîs-i şerifde Cenâb-ı Peygamber (S.A.S.) Efendimiz
(La tuhîfû enfüseküm ba’de emnihâ; kâlû ve mâ zâke yâ Rasûlallâhi, kale ed-deynu) buyurmuşlardır.
Manası: «Nefsinize emin olduktan sonra onu korkutmayın, buyurduklarında sahâbe-i kiram: Bu ne demekdir yâ Rasulullâh! dediler. Cevaben: Bu, zaruret olmadan borçlanmakdır». buyurdular.
Cenâb-ı Hakk’ın lütuf ve merhameti ile Peygamber (S.A.S.) Efendimizin yüksek hatırları hürmetine bütün kolaylıkları kendinde toplayan yüce dinimiz her türlü şiddet ve sıkıntılara bir çare tayin etmişdir. Yalnız lüzumsuz yere alınan ve bilhassa düğün dernek ve sair eğlencelere sarf olunan borçların ödenmesi pek de kolay olmuyor. Bu kabilden borçlar için, Cenâb-ı Hakk’ın rızası olmadığından her halde ciddî bir tevbeye ihtiyaç vardır.
Hazret-i Âişe (R.A.) borç almak âdeti olan birine ihtiyacın olmadığı halde niçin borç alırsın demişler ve Cenâb-ı Peygamber (S.A.S.) Efendimizin
(Mâ min abdin kânet lehû niyyetün fi edâi deynihî, illâ kâne lehû minallahi avnün) buyurmuş olduğunu haber vermişlerdir.
Manası: «Allah’ın her hangi bir kulu, borcunu ödemek niyetinde olursa, Cenâb-ı Hakk’ın yardımına mazhar olacağı muhakkakdır» demekdir.
Bedelini ödemek suretiyle, Efendisinden âzâd etmesini isteyen bir köle, Hazret-i Ali (R.A.) Hazretlerine müracaatle, âciz kaldığını haber verir ve yardım ister. Hazret-i Ali cevaben, «Cenâb-ı Peygamber Efendimizin bana öğrettiği bir duayı sana öğreteyim de Yemen diyarındaki Sabır Dağı kadar borcun olsa, Cenâb-ı Hak öder» buyurmuşdur.
(Allahümme ekfinî bi halâlike an harâmike ve ağninî bi fazlike ammen sivâke) duasına devam etmesini tavsiye eder.
Manası: «Yâ Rabbi helal nimetin yardımıyla haram olan şeylerden ve ikram ve ihsanın ile diğer mahlukatına boyun eğmekden beni müstağni kıl» demekdir.
Günün birinde, Cenâb-ı Peygamber (S.A.S.) Efendimiz mescide girerler. Ensâr-i Kiramdan (Ebû Ümâme) isminde bir zatı görür, kendisine hitaben, ne hikmete mebnî namaz vaktinin dışında mescidde bulunduğunu sorar, o da borç yüzünden uğradığı üzüntüsünü arz eder. Efendimiz (S.A.S.): «Sana bir dua öğreteyim de ona devam ettiğin takdirde, Cenâb-ı Hak sıkıntını alır ve borcunu ödemeğe yardım eder» buyurmuşlardır.
(Allâhümme innî eûzü bike min’el-hemmi ve’l-huzni ve eûzü bike min’el-aczi ve’l-keseli ve eûzü bike min-el cübni ve’l-buhli ve eûzü bike min galebeti’d-deyni ve kahr’ir-ricâli) duâsıdır.
Manası: «Allah’ım! Gam ve kederden, acizlik ve tembellikten, korkaklıktan, borcun çoğalıp, insanların baskısından sana sığınırım» demekdir.
Hazret-i Ebî Ümâme (R.A.) bu duanın hürmetine az bir müddet sonra Cenâb-ı Hakk’ın hem borçlarını ve hem de sıkıntılarını def ettiğini haber vermişdir.
Cenâb-ı Peygamber (S.A.S.) Efendimiz ashabın büyüklerinden Muâz İbn-i Cebel (R.A.) Hazretlerini bir Cuma günü aralarında göremez, namazdan sonra onu bularak neden görünmediğini sorarlar; Cevaben:
«Yâ Rasulallah, bir Yahudi’nin üzerimde kırk dirhem gümüş alacağı vardı. Yüce katınıza doğru gelirken o borç beni huzurunuza gelmekden alıkoydu» der. O zaman Efendimiz (S.A.S.):
«Yâ Muâz, sana bir dua öğreteyim de ona devam edersen, Sabir Dağı kadar borcun olsa, Cenâb-ı Hak onu ödemeği kolaylaşdırır» buyurmuşlardır.
(Allahümme mâlike’l-mülki tü’ti’l-mülke men teşâü ve tenzi’ul-mülke mimmen teşâü ve tü’ızzü men teşâü ve tüzil-lü men teşâü bi yedikke’l-hayru inneke âlâ külli şey’in kadîr. Tûlicü’l-leyle fı’n-nehâri ve tûlicün-nehâre fı’l-leyli ve tuhri-cü’l-hayye min’ el-meyyiti ve tuhricü’l-meyyite min’el-hayyi ve terzuku men teşâü bi gayri hısâb, Rahmâne’d-dünyâ ve’lâhireti ve rahî mehümâ, tu’tî men teşâü minhümâ ve temne’u men teşâü, irhamnî rahmeten tuğnîni bihâ an rahmeti men sivâk) duasını okumuşlardır.
Manası: «Allah’ım! Ey mülkün sahibi, sen dilediğine mülk verirsin, dilediğinden mülkü alırsın; dilediğini yükseltirsin, dilediğini alçaltırsın. İyilik senin elindedir. Sen her şeye kadirsin. Geceyi gündüze sokarsın, gündüzü geceye sokarsın; ölüden diri çıkarırsın, diriden ölü çıkarırsın, dilediğini hesapsız rızıklandırırsın». (Al-i İmran: 26, 27).
«Ey dünya ve ahiretin en merhametlisi. Sen dilediğine dünya ve ahiret mülkünü verirsin. Bana öyle rahmet et ki, senden başkasının rahmetine muhtaç olmayayım».
Cenâb-ı Peygamber (S.A.S.) Efendimiz, İsâ Aleyhisselam’ın eshabına (birinizin dağ kadar altın borcu olsa bu dua ile Allah’a yakarsın! Cenâb-ı Hak onu ödemesine yardım eder), buyurduklarını da Hazret-i Ebû Bekir’s-Sıddîk (R.A.) haber vermişlerdir. Dağı kadar borcun olsa, Cenâb-ı Hak onu ödemeği kolaylaşdırır» buyurmuşlardır.
(Allâhümme fârice’l-hemmi ve kâşifel-ğammi, mucibe da’vet’il-muztarrîne. Rahmâne’d-dünyâ ve’l-âhirati ve rahîmehümâ, Ente terhamünî fe’rhamnî birahmetin, tuğnînî bihâ an rahmeti men sivâk).
Manası: «Ey üzüntüyü gideren, kederi dağıtan, çaresizlerin imdadına yetişen, dünya ve ahiretin rahman ve rahîmi olan Allah’ım! Bana öyle merhamet et ki, senden gayrinin rahmetine muhtaç olmayayım». demekdir.
Hazret-i Ebû Bekr-is-Sıddîk (R.A.) borcunun bir kısmı hâlâ zimmetinde bulunup da, çok rahatsız olduğu borçdan kurtulmak için bu duayı şerifi devamlı okumak sebebiyle, Cenâb-ı Hakk’ın kendisine büyük faydalar ihsan ederek borcunu ödediklerini haber vermişlerdir.
Hazret-i Aişe (R.A.) Validemiz, Esma bint-i Âmisî Hazretlerine bir dinar ve üç dirhem borçlu imişler, bir gün Hazreti Esmâ’nın ziyaret kasdıyla Hâne-i Saadete geldiğinde, Hazreti Aişe validemiz, mahcubiyyetinden dolayı yüzüne bakamadığından bu duaya devam ettiğini ve az bir müddet sonra sadaka ve miras cinsinden olmayan bir rızkı, Cenâb-ı Hakk’ın ihsan etmesiyle borcunu ödediği ve o mal ile de yakınlarına güzel bir sıla yapıp ihsanda bulunduğu biraderi Abdürrahman Hazretlerinin kızını yüz yirmi dirhem gümüşle süsledikten başka elinde kalan bir çok malı da fukaraya dağıtmış olduğu bildirilmişdir.
— 4 — Gam ve kederi gideren, rahat ve ferahlık içinde yaşamayı, dünya ve ahirette selâmet ve huzura kavuşmayı kolaylaştıran sebebler
Gam ve kederi izale eden sebebleri ve iki cihanda afiyetle ömür sürmenin sebeblerini beyan eder.
Bu sebeblerin en mühimi, Cenâb-ı Hakk’a yönelip, kalbi ona bağlamakdır. Cenâb-ı Peygamber (S.A.S.) Efendimiz
(Men kânet-id dünya himmetühû ve sedemuhû ve lehâ şahase ve iyyâhâ yenvî caalallahü’l-fakre beyne ayneyhi ve şettete aleyhi zay’âtehû ve lem ye’tihî illâ mâ kütibe lehû minhâ, ve men kâneti’l-âhiretü himmetühû ve sedemuhû ve lehâ şahase ve iyyâhâ yenvî caalallahü azze ve celle’l-ğınâ fi kalbihî ve cemea aleyhi zay’atehû ve etethü’d-dünya ve hiye sâğıretün) buyurmuşlardır.
Manası: «Bir kimse ki dünya onun derdi ve üzüntüsü sebebi olur, onun için uğraşır, her şeyde dünya menfaatini niyet ederse, Cenâb-ı Hak, fukaralığı onun iki gözü arasına koyar, onu aç gözlü eder, ve sermayesini, işlerini darmadağın eder, ve dünyâlıkda ne kadar kısmeti varsa, ancak onu alır. Bir kimse ki, ahiret onun derdi ve üzüntü sebebi olur, ahiret için uğraşır, her işte rızay-ı Bârîyi niyet ederse, Cenâb-ı Hak onun kalbini zengin ve gözünü tok eder, sermayesini ve işlerini toplu kılar, dünyayı hakir ve zelil kılarak ona getirir» demekdir.
Diğer bir hadîs-i şerifde
(Men caale’l-hemme hemmen vâhiden kefâhullâhü hemme dünyâhü, ve men teşe’abethü’l, hümûmü lem yübâlillâhü Teâlâ fî eyyi evdiyet’id-dünya heleke) buyurmuşlardır.
Manası: «Her kim derdini bir şeye hasr eder de onu ahiret derdi kılarsa, Cenâb-ı Hak onu, dünya derdinden kurtarır. Her kimin derdi dünya muhabbeti uğruna her tarafa dağılır ve dünyanın her hangi çaresiz bir yerinde helak olmasına Cenâb-ı Hak aldırış etmez» demekdir.
Bu hadîs-i şeriflerin delâlet ettiği mana, her işi terk edip, ibâdete koyulmak demek değildir, fakad her iş yapılmak istenildiğinde, Cenâb-ı Hakk’ın rızasını niyet edip, Şerî’âtın emirleri çerçevesinde yapılmalıdır, demekdir. Zira İslâm Dini kolaylık dinidir. Dünya ve âhiretle ilgili bir mazeret olmadıkça, hiç bir şeyden men etmez.
Gam, keder ve sıkıntıyı celb eden sebeblerden başlıcası, Cenâb-ı Hakk’a kulluk etmekde ve itâatde kusur etmekdir.
Cenâb-ı Peygamber (S.A.S.) Efendimiz, sabah namazını kazaya bırakan bir zat hakkında (Asbaha habîs’en-Nefsi) buyurmuşlardır.
Yani: «Mükedder ve neşesiz olarak sabahlar ve öylece de gününü geçirir» demekdir.
Musibeti def eden sebeblerden biri de, şu duadır. Efendimiz (S.A.S.)
(Allâhümme rahmeteke ercü felâ tekilnî ilâ nefsî tarfete aynin ve eslıh lî şe’nî küllehû la ilahe illâ ente) Bu dua sıkıntıda kalmış olanın duâsıdır, buyurdular.
Manası: «Allah’ım! Rahmetini umuyorum. Beni göz açıp kapayıncaya kadar nefsimle baş başa bırakma. Her işimi düzgün kıl, senden başka ilah yokdur». demekdir.
Cenâb-ı Merhamet-meâb (S.A.S.) Efendimiz Hazretleri, Esmâ bint-i Âmisî Hazretlerine, ya Esmâ, musibet ve şiddet vakitlerinde okunması lâzım olan duayı sana öğreteyim mi buyurarak şu duayı okudular.
(Allâhe Allâhe Rabbî la üşrikü bihî şey’en) ve yine Efendimiz (S.A.S.) Hazretlerini şiddet ve musibet vaktinde
(La ilahe illallahü’l-azîmü’l-halîm. La ilahe illallâhü Rab-bü’l-Arşi’l-azîm. La ilahe illallâhü Rabbü’s-semâvât’is-seb’ı ve’l-Ardı ve Rabb’ül-Arş’ıl-Kerîm) zikr-i şerifine devam ettikleri, muteber kitaplarda rivayet edilmişdir.
Ve yine Fahr-i Kâinat (S.A.S.) Efendimiz, Zünnun (Yûnus) (A.S.) in balığın karnında etmiş olduğu duayı
(Lâ ilâhe illâ ente sübhâneke innî küntü mine’z-zâlimîn). «Bu duayı her hangi bir mü’min bir şey hakkında okusa, Cenâb-ı Hak muhakkak onun duasını kabul eder» buyurmuşlardır.
Ayrıca bir de kime bir musibet ve şiddet isabet ederse, ezân-ı muhammediyi kollasın, müezzin tekbir alınca o da alsın, şehadet getirince o da getirsin, hayye al’l-salâh ve hayye ale’l-felâh deyince o da desin ve ezan bitince
(Allâhümme Rabbe hâzihi’d - da’vetit - tâmmeti’s - sâdı- kat’il-müstecâbet’il-müstecâbi lehâ da’veti’l-Hakkı ve keli-met’it-Takvâ, ahyinâ aleyhâ ve emitnâ aleyhâ ve’b-asnâ ve’c’alnâ min ehlihâ ahyâen ve emvâten) duâsını okuyub muhtaç olduğu şey’i Cenâb-ı Hakk’dan dilesin, buyurmuşlardır.
Manası: «Bu tam, sadık, makbul ve hak davetin, bu takva çağırışının sahibi olan Allah’ım! Bizi bu davet üzere yaşat, onun üzerine öldür ve dirilt, sağlığımızda ve ölümümüzde bu davet ehlinden yap». demekdir.
Ebû Hüreyre (R.A.) Hazretlerinin rivayet ettiği bir hadîs-i şerifde, Efendimiz (S.A.S.) her ne vakit başına bir musibet gelse Cebrail (A.S.) Hazretleri gelirler, bana
(Tevekkeltü ale’l-hayyi’l-llezî la yemûtü ve’l-hamdü- lillâhi’l-lezî lem yettehız veleden ve lem yekûn lehû şerîkün fî’l-mülkî ve lem yekûn lehû veliyyün mine’z-zülli ve kebbirh’ü-tekbirâ) duasını tavsiye ederler buyurduklarını, İmâm-ı Taberânî ve Hâkim rivayet etmişlerdir.
Manası: «Ölümsüz olan Allah’a dayandım. Çocuk edinmeyen, mülkte ortağı olmayan, acze düşüpde yardımcıya ihtiyacı bulunmayan Allah’a hamdolsun ve O’nu gereği gibi tekbir et». (İsra, 111)
Cenâb-ı Peygamber (S.A.S.) Efendimiz yeni bir elbise giyen adam
(El-Hamdü li’llâhillezî kesânî ma üvârî bihî avreti ve ete-cemmelü bihî fî hayatî) duasıyla Cenâb-ı Hakk’a hamd eder ve eskittiği elbiseyi çıkarır da fukaraya sadaka verirse, hayatında ve memâtında muhakkak Cenâb-ı Hakk’ın himaye, hıfz ve setrinde daim olur, müjdesini haber verdiler.
Manası: «Allah’a hamd olsun ki, avret mahallimi setr ettiğim ve hayatıma da güzellik veren elbiseyi bana giydirdi» demekdir.
Dünya ve ahiret selâmet ve rahatını te’min eden sebeblerden biri de, Müslüman kardaşlarının ve zayıfların yardımında bulunmağı bir vecibe bilmekdir.
Efendimiz (S.A.S.) Hazretleri
(Men kâne fî haceti ahîhi kânallahü fi hâcetihî ve men ferrece an müslimin kürbeten, ferrecallâhü anhü bihâ kürbeten min kürebi yevm’il-kıyameti) buyurmuşlardır.
Manası: «Müslüman kardaşlarının yardımında olanın, Cenâb-ı Hak her işinde yardımcısı olur. Ve bir Müslümanın sıkıntısını giderenden Cenâb-ı Hak kıyamet gününün şiddetlerinden bir şiddeti giderir» demekdir.
Cömertlik ve merhamet de, ebedî selâmeti ve saadeti te’min eden sebeblerdendir. Cenâb-ı Peygamber (S.A.S.) Efendimiz, Cömertlerin kusurlarına bakmayın, kusurları oldukça Cenâb-ı Hak onlara afv ile muamele eder buyurmuşlardır. Cömert demek malını lâzım olan meşru yerlere sarf etmekten kaçınmayan demekdir. Sefâhet yerlerine sarf olunan malların zarardan başka bir meyvesi olmaz.
Diğer bir hadîs-i şerifde
(İnnemâ yerhamullâhü min ibâdihi’r-ruhamâe) buyurmuşlardır.
Manası: «Cenâb-ı Hak, kullarından ancak merhametli olanlara merhamet eder». demekdir. Diğer bir hadîs-i şerif de: «Yerde olanlara siz merhamet ediniz ki, gökde olanlar da sizlere merhamet etsinler». buyurmuşlardır.
Musibet zamanlarında, yardım ve ilâhi rahmeti çekmeye muvaffak olamayanların en büyük kusurları, kendilerinde bulunan merhametsizlikdir. Bu gibiler ellerinde fırsat olduğu vakit hem cinsine iyilik yapmaya hiç yanaşmazlar; hele hayvanlara karşı yapmış oldukları zulüm ve insafsızlık, kâbil-i tarif değildir.
Diğer bir hadîs-i şerifde (S.A.S.) Efendimiz
(Hûsibe Racülün mimmen kâne kableküm felem yûced lehû mine’l-hayri şey’ün illâ ennehû kâne yuhâlıtu’n-nâse ve kâne mûsiran ve kâne ye’mürü ğılmanehû en yetecâvezû ani’l-mu’siri, kâlellâlü Teâlâ nahnü ehakku bi zâlike tecâvezû anhü) buyurmuşlardır.
Manası: «Sizden evvel geçen ümmetlerden servet ve sâmân sahibi bulunan bir adam, vefatından sonra hesaba arz olunur da, hiç bir hayır yapdığı görülmez. Yalnız ticaret sebebiyle, beraberlik ve ilişki içinde bulunduğu, hali vakti yerinde olmayan borçluları hakkında memurlarına, afv ve hilm ile muamele etmelerini emr ederdi».
Merhametlilerin en merhametlisi olan Cenâb-ı Hak da ona bu hareketinin mükâfatı olarak buyurdular ki, «Afv ile muamele yapmağa biz daha lâyıkız, binâen aleyh, onun kusurları afv edilmiştir». emir-i ilâhisiyle ihsan buyurdu demekdir.
Diğer bir hadîs-i şerifde, (S.A.S.) Efendimiz (Kim ki duâsı kabul olunsun ve sıkıntısı giderilsin isterse, borcunu vermeğe muktedir olmayanlara kolaylık göstersin) buyurulmuştur.
Diğer bir hadîs-i şerifde Müslüman kimsenin arkadaşının, kardaşlarının menfaatini menfaati gibi gözetmesi için
(Men nasare ehâhü’l-müslime bi’l-gaybi nasarahüllâhü fi’d-dünyâ ve’I-âhirati) irşadında bulundular.
Manası: «Gıyaben çekiştirilen veya başka bir zarar ve zulme duçar olan Müslüman kardaşlarının haklarını müdâfaa ve onlara yardım edenleri, Cenâb-ı Hak dünya ve âhirette mansur ve bahtiyar eder» demekdir.
Müslümanların dünya ve âhiret selâmet ve saadetini temin eden sebeblerden biri de, duayı çok yapmak ve Cenâb-ı Hakk’a kalbini bağlamakdır.
Cenâb-ı Peygamber (S.A.S.) Efendimiz
(Men serrehû en yestecîballâhü lehû inde’ş-şedâidi fe’l-yüksir min ed-duâi fı’r-rihâi) buyurmuşlardır.
Manası: «Şiddet zamanlarında, Cenâb-ı Hak tarafından duasının kabulüyle sevinmeği kim isterse, rahat zamanlarında çok dua etsin» demekdir. Lâkin duâların kabul şartları çokdur. Bu cümleden başlıcaları helal lokma yemek ve acele etmemekdir.
Cenâb-ı Peygamber (S.A.S.) Efendimiz acele etmedikçe ve şartlarına uygun duâ ettikden sonra her hangi birinizin duası kabul olur, buyurmuşlardır. Acele demek; duâ ettim de kabul olmadı diye sabırsızlanmaktır.
Bir de müsîbetden kurtulmaya çare bulamayan din kardaşları için, hâcet namazına ve hâcet duasına devam etmek, kendilerini musibetten kurtarmak için en kolay yoldur.
Cenâb-ı Hakîm-i Alem (S.A.S.) Efendimiz
(Men kânet lehû illallahi hâcetün ev ilâ ehadin min benî âdeme fe’l-yetevadda’ ve’l-yühsin’il-vudûe ve’l-yusalli rek’ateyni, sümme’l-yüsnî ala’llâhi ve’l-yusalli alle’n-nebiyyi, sümme’l-yekul la ilahe illallahü’l-hâlim’ül-kerîm, subhânallahi rabbi’l-arşi’l-azîm, es’elüke mucibâti rahmetike ve azâime mağfiretike, ve’l-ısmete min külli zenbin, ve’l-ganîmete min külli birrin, ve’s-selâmete min külli ismin, lâ teda’ lî zenben illâ ğaffertehû ve la hemmen illâ ferrectehû ve lâ kerben illâ neffestehû ve lâ hâceten hiye leke rıdan illâ kazaytehâ yâ Erhamerrahımîn, sümme yes’elü min emr’id- dünyâ ve’lâhıreti mâşâe fe innehû yukadderü) buyurmuşlardır.
Manası: «Cenâb-ı Hak (C.C.) Teâlâ’ya yahud benî âdemden birine ihtiyacı olan, sünnet üzerine güzelce abdest alsın, iki rekât namaz kıldıkdan sonra (Sübhâneke Allâhümme ve yâ Fâtiha-i Şerife) veya benzeri senalar ve bilhassa (Allâhümme ente halaktenî) senâ-i Şerifiyle Cenâb-ı Hakk’ı medh ve senada bulunub, Peygamber (S.A.S.) e salavât-ı şerife getirsin, ondan sonra da yukarıdaki duadan (lâ ilâhe illallahü’l-halim’ül-kerîm) den başlayarak (Yâ Erhame’r-Rahımîn) e kadar okusun ve ahiret işlerinden dileyeceği şeyi dilesin, Cenâb-ı Hak onun dileğini takdir buyururlar» demekdir.
Hacet duasının başında şu senâ-i celîl ile başlanırsa, bir mertebe daha tesirini artırır denilmişdir. Efendimiz (S.A.S.)
(Men kâle izâ esbaha ve izâ emsâ)(Allâhümme ente halaktenî ve ente tehdînî ve ente tut’ımüni ve ente tesgînî ve ente tümîttünî ve ente tuhyînî lem yes’ elillâhe şey’en illâ a’tâhü) buyurmuşlardır.
Manası: «Her kim sabah ve akşam bu duâyı şerifi (ente tuhyînî) ye kadar devam ederse, Cenâb-ı Hakk’dan ne isterse muhakkak Allâhü Teâlâ Hazretleri ona istediği şeyi verir» demekdir.
Dünya ve ahiret selâmetini te’min eden sebeblerden biri de, Cenâb-ı Hakk’dan daima tazarru’ ve niyazda bulunarak
(Mâ min da’vetin yed’û bihe’l-abdü efdale min) (Allâhümme innî es’elüke l-afve ve’l-âfıyete fi’d-dünyâ ve’l- âhireti) buyurmuşlardır.
Manası: «Kulların okudukları dualarda (Allâhümme innî es’elüke...) duasından daha faziletli bir dua yokdur»; «Ey benim Allah’ım! Zât-ı merhamet-i ilâhinden dünya ve ahirette kusur ve günahlarımı afv buyurmanı ve her türlü musibet ve hastalıklardan selâmette daim ve baki kılmanı niyaz ederim» demekdir.
Dünya ve ahiret saadet ve selâmetini te’min eden sebeblerden biri de, Cenâb-ı Peygamber (S.A.S.) Efendimize salavât-ı şerîfeyi çok getirmek ve getirdiği salavât-ı şerîfelerin sevabını umumiyetle zat-ı Pâkine hediye etmekdir.
Eshab-ı Kiramdan biri «Yâ Resulallah, Zat-ı Pâkinize getirdiğim salavât-ı şeriflerin üçde birini size hediye itsem olur mu?» dediler. Efendimiz de «dilersen olur» buyurdular. Sonra, «üçde ikisini hediye etsem» dediler, Efendimiz yine «olur» buyurdular, sonra «hepsini hediye etsem» deyince de, Efendimiz, «böyle yaparsan Cenâb-ı Hak dünyada ve ahirette seni düşündüren ve kederlendiren bütün musibetlerden kurtarır» buyurdular.
Müslümanların selâmetini te’min eden şeylerden biri de, evden çıkarken şu duaya devam etmekdir.
Cenâb-ı Peygamber (S.A.S.) Efendimiz
(İzâ harece’r-racülü min beytihî fe kale «bismillah tevek-keltü âlellâh; la havle ve la kuvvete illâ billâh» yükâlü lehû hesbüke hüdiyte ve küfıyte ve vukıyte ve tenehhâ anhü’ş-Şeytânü) buyurmuşlardır.
Manası: Bir kimse evinden çıkarken (bismillâhiden illâ billâh’e) kadar okursa, melâike-i kiram tarafından «sana okuduğun şey kifayet eder» hidâyete erişdin ve işlerin kemâl üzere husul bulacaktır. Korkduğun şeylerden de mahfuzsun, müjdesine nail olur ve şeytan çekilir gider.
Dünyâ âhiret selâmetini temin eden sebeblerden biri de,
(Hasbünallah ve ni’me-l-vekîl) kavl-i şerifine devam etmekdir. Kur’an-ı Kerimde bu kavl-i şerifin her bir musibete karşı kurtuluş çaresi olacağı bildirilmiştir. Bu dua ile ne kadar zâlim kahr olmuştur.
Ebü’d-Derdâ (R.A.) Hazretleri
(Men kale izâ esbaha ve izâ emsâ «Hasbiye Allâhü la ilahe illâ hû; aleyhi tevekkeltü ve hüve Rabbü’l-arş’ıl-azîm» seb’a merrâtin kefahullâhü mâ ehemmehû sadıkan kâne evkâziben) buyurmuşdur.
Manası: «Her kini sabah, akşam (Hasbiyallah’dan Rabbü’l-arşı’l-azînı’e) kadar (70 kere) okursa, Cenâb-ı Hak kendisini kederlendiren bütün şeylerden —ister ciddiyetle ister gayrı ciddi okusun— kurtarır demekdir.
Yine afet ve musibetlerden koruyacak sebeblerden biri de, sabah akşam (E’ûzü bi kelimât-illâhi’it tammâti küllihâ min şerri mâ halaka) isti’âzesine devam etmekdir.
Manası: «Allah’ın bütün yüce kelimeleriyle yarattıklarının şerrinden sığınırım». demekdir.
Ayrıca
(Bismi-llâhi’l-lezî lâ yadurru ma’asmihî şey’ün fı’l-ardı ve la fi’s-semâi ve hüve’s-semi’ul âlîm) bu duâ da ayni isti’âze duası gibidir.
Fakr ve iflâsı mucib olan en büyük sebeblerden biri de, nimeti hor ve hakir kullanıb tazim ve hürmette kusur etmekdir.
Cenâb-ı Müeddib-i Âlem (S.A.S.) Efendimiz, Hazreti Ayşe Validemizin hane-i saadetlerine şeref verdikleri bir gün, raf üstünde tozlanmış bir ekmek parçası görürler, ve hemen ekmeğin tozunu silkerek gözlerine sürer ve yerler, sonra Hazreti Ayşe validemize,
(Yâ Âişetü ahsinî civâre niamillâhi; fc innehû kalle en tezhebe’n-ni’metü ân kavmin fe te’ûdü ileyhim) ihtarında bulundular.
Manası: «Ey Âişe, Allah’ın nimetlerine güzel hürmette bulun, hürmetsizlik yüzünden Allah’ın nimetleri bir kavmin elinden kaçtıkdan sonra tekrar ellerine geri gelmesi pek mümkün değildir» demekdir. Zamanımızda bir çok kibar ailenin bu yüzden bir kuru ekmeğe muhtaç olduklarına sebeb nimete hürmetsizlikdendir.
Bu gibiler kemik üzerinde kalan etleri de sıyırıb yemeyi ayıb ve kibarlığa aykırı sayarlar, ve yemeyib çöplüğe atarlar, evlerinde de ekmek parçalan ve sair nimetler ayaklar altındadır, hele bayatlayan yemekleri daha önce bir muhtaca vermeyib çöp kutularına attıkları maalesef çok görülen hallerdendir.
Musibetlerden korunmaya sebeb olan dualardan biri de, Cenâb-ı Hakk’a hamd ve şükretmekdir.
Cenâb-ı Peygamber (S.A.S.) Efendimiz
(Men reâ sahibe belâin fe kale «el-hamdü lillâhi-llezî âfânî mimmâ ibtelâke bihî ve fazzalenî âlâ kesîrin mimmen halaka tafdîlen lem yusıbhü zâlike’l-belâü») buyurmuşlardır.
Manası: «Her kim hastalık, hapislik gibi veya başka bir musibete uğrayan bir adamı görür de (El-hamdü’li’l-lah’dan tafdılen’e) ye kadar bu duây-ı şerifi okursa o adamın düşdüğü derde düşmez» demekdir.
Geçmiş bir zararı telafi etmek için Cenâb-ı Hakka teslim ve tefvız-ı umur edib,
(İnnâ lillâh ve innâ ileyhi râciûn) demekden daha güzel bir çâre bulunamaz.
Cenâb-ı Peygamber (S.A.S.) Efendimiz
(Mâ min abdin tusıybuhû musıybetün fe yekûlü «innâ lillâh ve innâ ileyhi râciûn, Allâhümme âcirnî fî musıybetî ve’hlüf lî hayren minhâ illâ âcerehullâhü teâlâ fî musıybetihî hayren minhâ») buyurmuşlardır.
Manası: «Kul bir musibete mübtelâ olduğu vakit (İnnâ lillahi’den hayren minhâ) ya kadar okursa muhakkak Cenâb-ı Hak o musibetin sevabını ve uğradığı zararların yerine daha hayırlısını ihsan eder» demekdir.
Cenâb-ı Hak Kur’an-ı Kerimde, musibet zamanlarında (İnnâ lillah ve innâ ileyhi râciûn) diyenleri fazlasıyla övmüşdür.
Diğer bir hadîs-i şerifde
(Û’tıyet ümmetî şey’en lem yu’tahu ahadün min ümmetin en yekûlû ınde’l-musıybeti innâ lillah ve innâ ileyhi râciûn) buyurmuşlardır.
Dünyanın rahat ve selâmetini te’min eden şeylerden biri de, güzel ahlâkdır. İmandan sonra hüsn’ü ahlâkdan daha büyük ibâdet olmadığı ve hüsn-ü ahlâkın bütün günahları afv ettireceği ve geceyi, gündüzü ibâdet ile ihya edenler gibi sevâba nail olub onlardan daha yüksek derecelere ulaşarak Cennet ehlinin eşrafından olacakları, sahih hadislerden anlaşılmakdadır.
Selâmet-i umumiyyeyi mucib olacak sebeblerden biri de, diliyle aşikare selâm vermek, sünnet-i seniyyesine devam etmekdir. Cenâb-ı Peygamber (S.A.S.) Efendimiz
(Efşü’s-selâme teslemû) buyurmuşlardır.
Manası: «Selâmı açıkça aranızda verip, yaygınlaştırın ki, selâmete vasıl olasınız» demekdir
Diğer bir hadîs-i şerifde «Yahudi ve nasârâ gibi ellerinizle selâm vermeyiniz» emr-i şerifinde bulundukları rivayet edilmişdir.
Yine diğer bir hadîs-i şerifde «îman etmedikçe Cennete giremezsiniz ve birbirinize muhabbet ve yakınlıkda bulunmadıkça mü’min olamazsınız. Ey Ümmetim! Ruhî ve kalbî hallerinizden bir hâl için sizi irşâd edeyim mi ki siz onu tatbik ettiğiniz zaman birbirinize karşı muhabbetiniz ve yakınlığınız artar, bu sebeble de düşmanlarınıza galebe ederek vatanınıza sâhib olursunuz» Bu haslet «selâmı aranızda açık yapın ve yayın» buyurdular.
Ne yazık ki ehl-i İslam arasında büyük bir nimet olan bu selâm alıb vermek âdeti azaldıkça, Müslümanların birbirlerine olan muhabbetleri ve bağlılıkları gevşemişdir. Bu sebeble de yabancıların ekmeklerine yağ sürülmekdedir.
Ruhî haller ve insan ahlâkı üzerinde büyük tesiri halk ve takdir eden Cenâb-ı Hak, bu türlü manevi sebebler sayesinde ehl-i İslam’ı muzaffer etmişken, maddiyata tapanlar, bir parçacık sathî bilgilerine mağrur olub akıllarının idrak edemediği manevi sebeblerin mevcudiyetini hiçe sayarak, ehl-i İslam’ı bir çok felâketlere ve zilletlere sürüklediler.
Musibetin en büyük ilâçlarından biri de, helal maldan sadaka vermekdir. Zira haram maldan verilen sadaka, zarardan başka bir netice vermez.
Cenâb-ı Peygamber (S.A.S.) Efendimiz
(Es-sadakatü tesüdü seb’îne bâben min’es-sûi) buyurmuşlardır.
Manası: «Sadaka, yetmiş türlü belânın kapısını kapar» demekdir.
Diğer bir hadîs-i şerifde
(Bâkirû bi’s-sadakati fe inne’l-belâe la yettehatta’s-Sadakate) buyurmuşlardır.
Manası: «Sadakayı erken verin (ihmal etmeyin), zira belâ sadakanın önüne geçemez» demekdir.
Sadaka musibete karşı kalkan vazifesi görür. Az çok demeyib velev ki yarım hurma olsun vermeli. Evliyâ-ı kiramın meczub kısımları bile, Müslümanlara yardım etmek isteseler, ekseriya sadaka yoluyla yardım ederlerdi.
Dünya ile alâkası hiç kalmayan meczublar bir kimseden bir şey istediklerinde sakın onu red etmeyin; meğer ki kudretinizin üstünde ağır bir şey olsun; o müstesna. Zira red edenler ehemmiyetsiz bir şey için büyük bir belâyı davet etmiş olurlar. Çünkü meczublar sadaka istedikleri kimselerin başlarına bir belânın gelmek üzere olduğunu basiretleriyle keşf ettiklerinden dolayı, onu bu belâdan korumak için müracaat ederler. Bunu böyle bilmeli ve inanmalıdır.
Kur’an-ı Kerim minnet ve eziyetle verilen sadakaların faydası olmayıb tatlı dille fukarayı çevirmeyi o şekilde vermekden daha hayırlı itibar etmişdir.
Rahat ve selameti te’min eden sebeblerden biri de, şu duâya sabah akşam devam etmekdir.
Cenâb-ı Peygamber (S.A.S.) Efendimiz
(Men kale izâ esbaha ve izâ emsâ «radıynâbillâhî rabben ve bi’l-islâmi dînen ve bi-Muhammedin (S.A.S.) resûlen, kâne hakkan ala’llâhi en yurdiyehû») buyurmuşlardır.
Manası: «Sabah akşam (Radıynâ billahi rabben’den Resûlen)e kadar bu duayı kim devam derse Cenâb-ı Hakk’a onu razı etmek gerekli bir iş gibidir» demekdir.
Nefsini, ehlini ve malını zarar ziyandan korumak isteyen kimse bunların cümlesini Cenâb-ı Hakk’a emanet edib, «Yâ rab! bu şeyler sana emanettir» demeli ve kalbi mutmain olduğu halde rahatına bakmalıdır. Lâkin her şeyi, yoluyla Allah’a emanet etmeli ki, muhafaza olunsun.
Cenâb-ı Peygamber ( S. A.S.) Efendimiz
(İz’estûdi’âllahü şey’en hafazahû) buyurmuşlardır.
Manası: «Cenâb-ı Hakk’a bir şey tevdi’ ve emanet olundu mu onu muhafaza eder» demekdir.
Büyük musibetler karşısında okunmasında faydası tecrübe ile sabit olan aşağıdaki duayı en az yedi ve en çok yüz yedi kere okuyarak kabulünü Allah (c.c.) dan ağlayarak dilemeli ve sabırla beklemelidir.
(Tahassantü bi zil-ızzeti ve’l-ceberût vâ’tasamtü bi zil-mülki ve’l-melekût ve tevekkeltü al’el-hayyil-lezî la yenâmü ve layemût; dahaltü fi hırzillâh ve dahaltü fi hıfzıllah ve da-haltü fi emânillâh ve bi kâf-hâ-yâ-ayn, sâd, küfıytû ve bi Hâmîm ayn-sîn-kâf humiytü ve la havle ve la kuvvete illâ billahi’l-aliyyi’l-azîm.)
Manası: «İzzet ve Ceberut sahibine sığındım. Mülk ve melekût sahibine sarıldım. Ölüm ve uyumakdan münezzeh daimi Hayat Sahibi olan Allah’a (c.c.) güvendim ve onun hırzına, hıfzına ve emânına girdim. Kâf-hâ-yâ-ayîn-sâd’ın kifayetini ve hâ-mîm-ayîn-sin-kaf ’ın himayesini kabul ettim. Havi ve kuvvet sahibi ancak Allah ü Azım’üş-şan’dır».
Cenâb-ı Hakk’ın yardım ve tevfîkıyla bu küçük eser burada son bulmuşdur. Ehl-i İslâmın zaman icabı çeşitli belâ, musibet ve ızdıraplara maruz kaldığı inkârdan varestedir. Bir çok kimselerin kendilerine Allah’ın emaneti olan vücudlarını cehalet ve yeis sebebiyle intihar ederek mahv ve ifnâ ettikleri maalesef görülmektedir. Halbuki intihar suretiyle duyanın derdlerinden kurtulurum diye bir bozuk fikre saplanan bu biçareler, ebediyen Cehennemde azaba duçar olacaklarını hiç hatırlarına getirmemişlerdir.
İşte Allah’a ve dine inananlar, bu risâlenin münderacâtını hüsn-ü niyyetle okuyub inancını takviye ettiği takdirde çok iyi tesirlerine nail olacağına ve çok yakın zamanda derdlerinden kurtulacağına hiç şüphesi olmadan, Cenâb-ı Hakk’ın sonsuz lütuf ve inayetini kuvvetle umub beklemelidir.
Tevfik ve inayet Allâhü Zü’l-Celal’dandır.