KİTABA DAİR
— Yayınevi
Prof. Dr. Necmeddin Erbakan
Milli Nizam Partisi Genel Başkanı
Konya Milletvekili
DOĞU’DA BATI’DA VE İSLÂM’DA KADIN KONFERANS
2. BASILIŞ
Konyalı ve İlçe Gençlik Teşkilâtı Neşriyatı
(Bu konferans Prof Dr. Necmeddin Erbakan, Türk Ev kadınları Derneğinin Davetiyle 1967 de vermiştir.)
Dizgi - Baskı: ANADOLU MATBAASI
KONYA – 1971
— Takdim
Muhterem Okuyucularımız,
Milli Nizam Partisi Gençlik Teşkilâtı olarak milletimize faydalı olabilmek gayesiyle, verilen bazı konferansları neşretmeyi uygun gördük. Bu cümleden olarak Milli Nizam Partisi Genel Başkanı Sayın Prof. Dr. Necmeddin Erbakan’ın DOĞU’da BATI’da ve İSLÂM’da KADIN isimli konferansını neşrediyoruz.
Bu küçük eserde Doğu’nun Materyalist, Batının Kapitalist düzenini yıkan nadide İslâm esaslarını bulacaksınız. Burada Doğu ve Batı’da yaşanılan ibret verici hadiseler ince bir tenkid süzgecinden geçirilerek ve müşahadelere dayanılarak anlatılmaktadır. Böylece bize övülerek anlatılan Doğu ve Batının gerçek yüzü açıklanmaktadır.
Son bölümde yüce dinimiz İslâm’ın Cemiyet nizamı ve Kadın mevzuunda koyduğu esaslardan belgeler gösterilerek gerçekler dile getiriliyor.
Bizce mühim olan bu küçük eseri azami dikkatle okuyup kendimize bir fayda temin edebilmektir. O zaman konferansın basılışındaki gayeye ulaşılmış olacaktır. Allah’ın rahmati hakka tabi olanlar üzere olsun.
Milli Nizam Partisi
Konya İl ve İlçe Gençlik Teşkilâtı
— Makikina Yüksek Mühendisi Profesör Doktor Necmeddin Erbakan
Profesör Dr. Necmeddin Erbakan, 1926 yılında Sinop’ta doğmuştur. Babası Kozanoğulları’ndan Rahmetli Ağır Ceza Reisi Mehmet Sabri Efendidir. Mehmet Sabri Bey, Anadolu’nun muhtelif vilâyetlerinde 40 yıl Hakimlik yapmıştır.
Profesör Dr. Necmeddin Erbakan, 1948 yılında İstanbul Teknik Üniversitesi Makina Fakültesinden mezun olarak Yüksek Makina Mühendisi olmuştur. Aynı yıl Teknik Üniversite Makina Fakültesi Motorlar Kürsüsüne Asistan olmuş ve 1951 yılına kadar bu kürsüde Motorlar üzerine bir tez hazırlamıştır. Bu tezdeki büyük başarısı üzerine Üniversite tarafından Almanya’ya gönderilmiştir.
Almanya’da Aachen şehrindeki Aachen Technische Hochschule’si Yüksek Mühendis mektebinde Doktora tezini hazırlamış ve Almanya’da Doktor - Mühendis ünvanını almıştır.
Profesör Dr. Necmeddin Erbakan, Doçentlik tezini de Almanya’da hazırlamıştır.
1953 yılında İstanbul Teknik Üniversitesi Motorlar Kürsüsü Doçenti olmuştur. Bu Kürsüdeki başarılı çalışmaları neticesinde 1965 yılında Profesör ünvanını kazanmıştır.
1965 yılından beri Teknik Üniversite Motorlar Kürsüsü Profesörüdür.
Profesör Dr. Necmeddin Erbakan, evlidir ve bir çocuk babasıdır (1971 yılında), Almanca ve İngilizce bilir. Bugüne kadar gerek Türkçede ve gerekse Almanca ve İngilizce lisanıyla yazılmış birçok İlmî ve teknik kitap, makale ve broşürleri neşrolunmuştur.
Almanya, İngiltere, Fransa, İsviçre İtalya, Amerika Kanada, Pakistan ve İran’da ilme, tekniğe, mühendisliğe, ticarete ve sanayiye ait birçok kongre ve çalışmalara iştirak etmiş, müteaddit dış memleket toplantılarında Türkiye’yi temsil etmiştir.
Profesör Dr. Necmeddin Erbakan, Üniversitedeki çalışmalarının yanısıra bugüne kadar önemli birçok memleket meselelerinde çalışmış ve yurdumuzun kalkınmasında mühim rol oynamıştır Bu meyanda 1956 yılında İstanbul'da GÜMÜŞ MOTOR Fabrikasının kurulmasına başlamış ve bu fabrikayı 1960 yılında tamamlıyarak, Türk Malı Dizel Motorlarını seri halinde imal edip piyasaya vermeye muvaffak olmuştur.
1961 yılından itibaren 15 beygirden küçük Dizel Motorlarının yurdumuza ithali men edilmiş ve yurdumuzun ihtiyacı dahilinden temin edilmeğe başlanmış ve bu sayede Türkiye’de TRAKTÖR, KAMYON ve OTOMOBİL imal edilebileceği de anlaşılmıştır. GÜMÜŞ MOTOR Fabrikası bugün de Türkiye’nin Özel Sektöre ait en büyük Makina Fabrikasıdır.
GÜMÜŞ MOTOR Fabrikasını Profesör Dr. Necmeddin Erbakan 300 kadar imanlı insanı ortak olarak kurmuştur. Profesör Dr. Necmeddin Erbakan, 1966 yılı başında Türkiye Ticaret Odaları, Sanayi Odaları ve Ticaret Borsaları Birliği Sanayi Deiresi Başkanı olmuş, 1966 yılı sonunda bu teşkilâtın umumi katipliğine getirilmiştir.
1968 yılı Mayıs’ında Türkiye Odalar Birliği İdare Heyeti Üyeliğine, 1969 yılı Mayıs’ında ise Türkiye Odalar Birliği Başkanlığına seçilmiştir. Prof Dr. Necmeddin Erbakan’ın Odalar Birliğindeki politikası; Anadolu’nun kalkınması ve iktisaden güçlenmesi politikasıdır.
1970 de idealist arkadaşları ile Milli Nizam Partisi’ni kurarak, Genel Başkanlığına seçilmiştir.
Milli Nizam partisi, hak davanın müdafii; hak ve milli olmayan her türlü batıl ideolojilerin karşısında olan tek partidir.
DOĞU’DA BATI’DA VE İSLAM’DA KADIN
— 1967 — Konferans Konuşması
Sözlerime başlarken böyle çok muhterem bir topluluk huzurunda bendenize sizlere hitap etmek şerefini ve imkânlarını bahşetmiş olmasından dolayı «TÜRK EV KADINLARI DERNEĞİ»ne huzurlarınızda teşekkürü bir borç bilirim.
Konuşmam belki biraz zaman alacaktır. Onun için oturmama müsaadelerinizi rica edeceğim. Benim ayakta duruşum belki sizi rahatsız edebilir.
Efendim, bugün burada hep birlikte Doğuda, Batıda ve İslâm’da Kadın mevzuu üzerinde bir görüşme yapacağız.
Bu kelimeler biraz umumî kelimeler. Böyle bir isim altında konuştuğumuz mevzuun ne olduğunu baştan tam manası ile kestirmek mümkün olmuyor. Ama müsaade buyurur iseniz ben bu mevzuun içerisine gireyim. Neyi belirtmek istediğimiz, tahmin ediyorum ki konuşmalarımız esnasında ve sonunda daha iyi anlaşılmış olacaktır.
Bugün bütün dünyaya baktığımız zaman hakikaten iki ayrı blok göze çarpıyor. Bunlardan bir tanesi Doğu Bloku dediğimiz memleketlerin teşkil ettiği bir âlem; diğeri de Batı Bloku gediğimiz memleketlerin teşkil ettiği bir âlem.
Biz bu konuşmamızda önce bu iki blokun içerisinde kadının yerini inceleyeceğiz; sonra da bu tetkikimizden bazı neticeler çıkartmağa çalışacağız. Bu tetkiki yaparken, blokların temel yapılarını ele alıp bu temel yapılar nezdinde kadının yerini belirtmek mecburiyetindeyiz.
Bir blokun temel yapısını şu üç yönden incelemek faydalı olur:
İktisadi sistem, sosyal yapı ve dünya görüşü. Tetkikimizde böyle İktisadî bir sistemin, böyle sosyal bir yapının, böyle bir dünya görüşünün, netice itibariyle cemiyet içerisinde şöyle bir kadın ortaya çıkarmış olduğunu belirtmek istiyorum.
Önce Doğuyu ele alalım.
Efendim, bugün Doğu Blokuna dahil komünist memleketler hakikaten İktisadî sistem, sosyal yapı ve dünya görüşü bakımından başlı başına bir âlem ifade etmektedirler.
Bu alemin teşekkülüne bir vesile, bildiğimiz gibi bundan takriben 100 sene kadar önce Karl Marks isimli bir Yahudi hahamının orta yere atmış olduğu iktisadi nazariyeler sebep olmuştur. Bu zatın malûm nazariyeleri ortaya atmakta sadece iktisadî bir görüş mü belirtmek istediği, yoksa daha başka neticelere varmak mı istediği münakaşa götüren bir husustur. Kendisinin yetişme tarzı, ideolojik dâvaları göz önüne alınacak olursa meselenin sadece İktisadî açıdan ele alınması biraz safdillik olabilir.
Takriben 100 sene kadar önce ortaya atılan bu fikirler bundan elli sene önce Rus ihtilâlinde kendisine bir vatan buldu. Rusya’da bu fikirler komünizm rejiminin yerleşmesine yol açtı; böylece komünist sistem kendisine bir tatbik sahası bulmuş oldu. II. Cihan Harbinden sonra Rusya’nın bir takım memleketleri işgal etmiş olması neticesi bu sistem muhtelif ülkelere yayıldı, en aşağı 8 ülkede tatbik sahası buldu ve bu tatbikat bugüne kadar aşağı yukarı 25 senelik bir devre geçirdi.
Dolayısıyla bugün artık bir takım faraziyelerin insanları hangi neticelere götüreceği hususu bariz bir şekilde ortaya çıkmıştır, öyle ki vaktiyle sırf nazari olarak ortaya atılan bir takım iddiaların tatbik sahasına konulduklarında ne gibi neticeler verebileceği hususu bugün artık bir kehânet olmaktan çıkmış, gözle görülür bir hakikat halini almıştır.
Bu hakikatin içerisine girmek bugün mümkündür. Yakın vakte kadar Doğu memleketlerine seyahatler yasaktı. Bilindiği gibi yakın vakte kadar ancak çok mahdut bazı yerlere seyahate müsaade olunduğu halde, yavaş yavaş bu müsaadeler genişletilmiş ve bu ülkelerin durumlarını mahallelerinde incelemek bugün artık imkân dahiline girmiştir.
Bendeniz Doğu Bloku memleketlerine müteaddit seyahatleri bilfiil yapmış bulunuyorum. Hatta bir ay kadar önce bir fuar münasebetiyle Batıdan Doğuya geçmek, kısa bir zaman fasılası içinde Leipzig ve Münih Fuarlarını gezmek imkân ve fırsatını buldum. Daha önceden de Doğu Blokuna çeşitli münasebetlerle seyahatim oldu. Bu münasebetle huzurunuzda rivayetlere istinat ederek değil, fiili müşahedelerime dayanarak konuşuyorum.
Doğu Blokunda ana fikir kominizm fikridir. Bu fikrin tatbikatında fert diye bir unsur kabul edilmiyor. Tek gaye olarak toplum menfaati adı altında bir gaye ortaya konuluyor ve bu gaye uğrunda icabında her türlü ferdi haklar rahat rahat feda edilebiliyor. Bu memleketlerde İktisadî hayat tamamen plânlanmış durumdadır. Ve plân mecburî bir plândır. Plân her şeye kumanda eden bir baskı, bir tevcih vasıtasıdır. Bu plânın hangi maksatlarla hazırlandığı, her vakit münakaşa edilebilir. Ama orta yerde bir vakıa vardır. Bu memleketlerde idare eden ve idare edilen diye iki ayrı zümre vardır. İdare edenler idare edilen zümreyi bu plânın tatbikine mecbur tutar.
Bundan başka Doğu Blokunda kâr mefhumu diye bir mefhum yoktur. Mülkiyet diye bir mefhum yoktur, mal cemiyetindir, para cemiyetindir. İnsanlar ancak zarurî miktarınca bunlardan faydalanabilirler. Yaşamak için zaruri olan miktarın fazlası mutlaka cemiyete aittir. dolayısıyla insanlar daha fazla çalışıp, daha fazla kazanmak istedikleri zaman kazanacakları bir şey yoktur. Elde edebilecekleri her şey tahdit edilmiştir. Fazla istihsal cemiyetin malıdır denilir ve istihale edenin elinden alınır. Kimsenin malı mülkü yoktur. Taksi şoförü kendi taksisinde bir memurdur, sürücüdür. Herkes evinde kiracıdır ve bir şeye sahip olmak isteseniz olamazsınız.
Bu durum tabii cemiyette çok mühim neticeler doğurmuştur. Böyle bir durum insan tabına, insan yaradılışına uygun olmadığından dolayı derhal cemiyet hayatında aksaklıklarını göstermektedir. Geçen sefer yapmış olduğumuz seyahat bunu çok açık şekilde gösterdi.
Batı Berlin’den Doğu Berlin’e geçişimiz esnasında gördüğümüz manzara şu oldu:
Doğu Berlin’de şehir sanki alarm düdüğü çalmış, herkes mahzenlere kapanmış, caddelerde ancak üç-beş tane kalan kimse geziyormuş manzarasında idi. Vitrinler fevkalâde sönük, eşyalar üst üste atılmış durumda bulunuyordu ve insanların da yüzleri gülmüyordu. Bu manzaranın, rejimin tabiî bir neticesi olarak telâkki edilmesi lâzım gelir. Çünkü o vitrini hazırlayan insanın daha iyi hazırlamakla elde edeceği netice yoktur.
Bütün mesele kendisine verilmiş olan görevi şeklen yapmış görünmesinden ibarettir. İnsan şevkinin, insanı daha iyiye, daha güzele, daha yükseğe sevk edici tesirinden bu rejimde faydalanılamıyor, Çünkü daha iyiye gitmekte ferdin elde edeceği hiçbir ilâve netice yoktur. Böyle bir rejimin iktisadi hayatta büyük ve vahim neticeleri kendisini açık bir şekilde göstermektedir.
Bu memleketlerde bazı evlerin inşa edildiklerini görüyoruz. Nitekim bizleri de gezdirdiler, bunları gösterdiler. Yalnız bunlar hakikatte birtakım zaruri icapların ortaya koymuş olduğu neticelerdir. İnsanın kendi insanlığını duyarak, şevkle yaparak şu eser benimdir, şu neticeyi ben yaptım diyebileceği bir esere rastlanamıyor. Elde edilen neticeler insanoğlunun yaradılışına uygun olmayan ve dolayısıyla her türlü hissiyattan yoksun bir nevi makineleşmiş mekanik hareketlerin toplamı ruhsuz neticelerdir.
Evet, evler yapılmış fakat altı çocuklu bir aileye 48 metrekarelik yer reva görülerek yapılmış! ’Fabrikalar yapılmış, fakat bu fabrikalar istihsali arttırsın, refah seviyesini yükseltsin, dolayısıyla fertlere bir şey getirsin diye değil! İdare eden zümreye filânca maksat için şu imkân lâzımdır, o imkân doğsun diye yapılmıştır. Bu telâkki tarzının insan saadetine vurduğu darbeyi her köşede, her bucakta ve her çevrede görmek mümkündür.
Vaktiyle yapmış olduğumuz bir seyahatte eski büyük fabrikalardan birinin umum müdürünün bugünkü rejimde bir dairede kâtip olarak kullanıldığını gördük. Çünkü bugün umum müdür yapılmış olan kimse eski bir kazancı çırağı idi ve herhangi bir yazıyı yazmaktan aciz olduğu için yanında eski umum müdür seviyesindeki bir insanı bir uşak, bir kâtip gibi kullanıp yazılarını yazdırmak’ ihtiyacındaydı. Eskiden umum müdür olan zat gayet kültürlü ve eski devri görmüş bir kimse olup cari baskı rejimine rağmen yabancılarla gelip konuşacak kadar da cesur idi.
Hâdise Çekoslovakya’da geçmiştir. Bu zata sordum:
— Bugün memleketinizi eski haline nazaran gerilemiş görüyorum. Bütün bu gayretlerle elde etmiş olduğunuz neticeler nereye gidiyor?
Bu tecrübeli zatın verdiği cevap çok veciz oldu:
— Bizde elde edilen neticeler kontrolün kontrolüne gidiyor. Çünkü dedi;
— Bizde işçilerimiz çalışmaz, bunların başında bir kontrol vardır. O Kontroller de çalışmaz, bunların başında da bir kontrolün kontrolü vardır. Aslında kontrolün kontrolü hiçbir iş yapmayan torpilli kimselerdir. Çok yüksek ücret alırlar. Dolayısıyla bizde iktisadi hayatın manası tek kelime ile hülâsa edilecek olursa kontrolün kontrolüne gider.
Oradan bazı makinalar satın alıyorduk. Bu hususta da ayrıca önemli tavsiyelerde bulundu.
— Sizden bir ricam var. Ben memleketini, vatanını seven bir insanım. Buradan aldığınız malların bilâhare aleyhimize netice vermesini istemem. Burada bu mallar paketlenirken, sandıklanırken lütfen başında kendi adamlarınızı bulundurun. Çünkü bizim işçimiz makinaların bir cıvatasını sıkarsa öbür cıvatasını sıkmaz. Zira her iki cıvatayı da mükemmel sıkmış olması veya sıkmaması arasında bir fark yok.
Bu rejim aslında işçiye refah getirmek için ortaya çıktığını iddia eden bir rejimdir. Halbuki hakikatte işçiye bir refah getirmemiştir. İşçinin birtakım haklarını gasp etmek ve onun normal ihtiyaçlarını karşılıyamadığı halde, işçiyi baskı altında tutmak tatbikatı içerisindedir.
Bu memleketlerde işveren ve devlet aynı kimsedir. İşçinin kendisine tatbik edilen ücret sistemine çalışma sistemine itiraz mercii yoktur. İşveren ve devlet aynı kimse olduğu için bütün sınıfsızlık iddialarına rağmen bu rejimdeki insanlarda yine bir idare eden ve idare edilenler zümresi tabiî olarak teşekkül etmiştir. Yalnız tek fark idare edenlere karşı bir itiraz mercii ve bir itiraz imkânı yoktur. İdare edenler rahat rahat bu rejim içerisinde her türlü zulmü, işkenceyi tatbik edebilmektedirler.
Demin söylediğim, uzun yıllardan sonra varılan iktisadî neticeler maalesef Doğu Blokunda sadece birkaç cümleyle hülâsa ettiğim neticeler olmuştur. Bu rejim insan tabiatına uygun değildir ve yürümüyor. Nitekim bu kadar senelik tecrübeden sonra bu rejimin en koyu iddiacıları dahi mutlaka geriye ricat etmek zaruretini duymuşlar ve yavaş yavaş kendi ideolojik dâvalarından fedakârlık edip memlekette doğan iktisadî müşküllere çare bulmak zorunda kalmışlardır. Nitekim Kuruşçef’in başkanlığı zamanında yaptığı bir konuşma çok enteresandır ve mühim bir dönüm noktasını teşkil ediyor.
Söylediği söz şu:
— Rusya’da zirai istihsal istediğimiz neticeleri vermeyecek. Komünist rejimi iyi bir rejim ama insan tabiatına uymuyor. Nitekim bizim köylülere kendi evinin geçimini temin etmek için kendine ait olmak üzere evinin etrafında çok mahdut arazi ayırıyoruz. Bir de köyün müşterek, büyük arazisini ayırıyoruz. Köylüler kendilerine ait olan kısmı çok iyi ekip biçiyorlar. Müşterek kısmı ekmiyorlar. Dolayısıyla esas hâzineye gelecek olan kısımdan iyi netice alamıyoruz. Öbür kısımlarda istihsal yürüyor. Eğer biz Rusya’da zirai istihsali artırmak istiyorsak gelin arkadaşlar, köylülerin evlerinin etrafındaki kendilerine ait bu arazi bölümlerini büyütelim.
Bunun manasını köylülere mutlaka mülkiyet tanımak mecburiyetindeyiz, demektir ve bu yolda bir çok adımlar atmağa mecbur kaldılar. Zira İktisadî hayat arz ettiğim gibi insan tab’ına uygun olmayan bir prensibin kurbanı haline gelmiş idi. Bundan başka fabrikalarda prim sistemleri, para sistemleri ve birbirine rakip fabrikalar sistemlerine dönmeye mecbur kaldılar ki biri istihsal etmezse öbürü ediyor, bak sen niçin istihsal etmiyorsun diye bir bahane bulup itip, kakma imkânı elde etsinler diye. Bunun da manası tekrar yavaş yavaş kâr sistemine dönmek demektir.
Bu günkü hakikatlere dayanarak artık gayet rahat bir şekilde ifade etmek mümkündür ki, bazı tesadüflerle kendisine bir yurt bulmuş olan komünizm sistemi insanlık tarihinde muayyen bir devir yaşamak imkânını elde etmişse de, insan tab’ına uymayan bu düşünce ve sistem bir müddet yaşama, ondan sonra kaybolup gitmiştir.
Diyeceğimiz seneler uzak değildir. Bir dönüş başlamıştır ve bu dönüşün sonu bu çeşit memleketlerde normal metodlara, sistemlere gelinmesiyle neticelenecektir.
Efendim, bu tabloyla sizlere Doğu Blokundaki iktisadi manzarayı belirtmeye çalıştım. Doğu Blokunda sosyal hayat, böylesine bir iktisadi düşüncenin tatbikatından dolayı yine insana saadet getirmekten uzak bir manzara arz etmektedir.
Doğuda sosyal hayatta bir defa bizlerin anladığı manada bir aile mefhumu ortadan kalkmıştır. Kadın, erkek herkes hiçbir fark gözetilmeksizin en hafif işten en ağır işe kadar çalışmak mecburiyetindedirler. Sadece kadınların biraz daha az ücret alması sureti ile aynı ağır işi yapmaları tatbikatı olarak.
Çocuklar aslında ailenin malı sayılmaz. Bunlar cemiyetin birer elemanı telâkki edilerek, çok rahatlıkla daha küçük yaşta hatta doğumundan itibaren aileden uzaklaştırılmakta ve hususi yetiştirme yerlerinde birtakım; şöyle terbiye edersek cemiyete daha faydalıdır, böyle terbiye edersek daha faydalıdır gibi nazariyelerle çeşitli yollardan yetiştirme kampları içerisine gönderilmektedir. Normal bir aile hayatı yoktur.
Ayrıca çok mühim bir hususu tespit etmeğe mecburuz. Böyle bir cemiyette mutlak manada birtakım kıymet hükümleri ve ulvî mefhumlar tamamen değersiz sayıldığı için cemiyette bizim anladığımız manada bir nizam, bir huzur ve bir manevi tatmin durumu mevcut değildir. Ayrıca her şey materyalist ve maddeci bir açıdan ele alınmış olduğu için insanların manevi tarafları dumura uğramıştır.
Bu son yapmış olduğumuz seyahatte hakikaten insanlık mefhumlarını kaybetmiş, bir nevi robotlaşmış kimselerin içine düştüğümüzü hissettik.
Meselâ; arabayla herhangi bir yere gidiyorsunuz, şoför arabayı otelin önünde durduruyor. Normal bir insan müşterisinin bavuluna yardım eder. Ama Doğu Blokunda böyle bir şey katiyyen mevzuubahis değil. Şoför otelin önünde durduktan sonra çabucak alın bavulunuzu diyor, bir ihtarda bulunuyor ve ondan sonra yoluna devam ediyor. Çünkü insanlık mefhumu orta yerden kalkmıştır ve şoför kendine verilen mekanik vazifeyi ifa etmiştir. Bundan ötesinde menfaatini düşünmektedir ve içerideki müşterisine bavulu çabuk alın filânca yere gideceğim demekten çekinmemektedir. Şoförü, odacısı, kapıcısı müdürü her şeyi böyle maddî olan bir cemiyet meğer insanı ne kadar çok müteessir edecek bir cemiyet imiş. Bunu fiilen içine düşenler açık bir şekilde görmektedirler.
Cemiyette insanı esas tatmin eden, huzur, karşılıklı sevgi, muhabbet ve manevî kıymetler orta yerden kalkarsa nasıl huzursuz bir manzara meydana gelir, bunu Doğu’da görmek mümkündür. Hakikaten saadetten uzak bir yer. Mesele bununla da kalmıyor. Bu İktisadî güven böyle bir sosyal hayatı orta yere koyduktan başka birde insanlara gayet tatminsiz bir dünya görüşü getiriyor.
Bir defa bu sistem, tamamıyla maddiyatçı bir sistem materyalist bir sistemdir ve ahiret mefhumuna kendi düşünce sisteminde katiyyen yer vermemiştir. Dolayısıyla her şeyin bu dünyadaki gelip geçici esaslarına göre tanzimi orta yere çıkmaktadır.
Gelişmiş, olgun bir insanın yalnız böyle gelip, geçici şeylerle tatmin olmasına imkân yoktur. Sadece bu bakımdan bu sistemi ele alırsak insanlara saadet getiremez, insanları tatmin edemez, kabule şayan bir netice ortaya koyamaz.
İktisadî hayatıyla, sosyal bünyesiyle ve böylesine tatminsiz bir dünya görüşüyle kurulmuş ve bazı tesadüflerle meydana gelmiş ve mutlaka muvakkat gözüyle bakmak mecburiyetinde olduğumuz bu âlemde, kadının yerini ararsak onun için hususî bir yer bulmamıza imkân yok.
Bu âlemde kadın, erkekten hiç bir farkı olmayan ve her meselede daha az işi başardığı için daha az ücret almağa mahkûm bir varlıktır. En ağır işlerde çalıştırılmaktadır. Buralardaki fabrikaları gezerken çok defa, ağır tezgâhların başında kızgın demirleri eldivenleri içinde elleriyle, kan-ter içerisinde, kıvırıp bükmeğe mecbur, mahkûm kadın tipleriyle karşılaşılmaktadır. Haddehanede, kadın, gelen kızgın demiri maşayla tutup, ikinci haddeye vermek mükellefiyeti ile karşı karşıyadır, Kan, ter içindedir, akşama evine geç saatte dönecek ve ertesi sabah tekrar bu işin başına gelecektir. Kendisine manevi bakımdan hiçbir şey gösterilmemektedir. Bilâkis erkekten daha az ücret almak durumundadır.
Yine doğudaki kadın dediğimiz zaman size bu tablonun yanında bir diğer tablo daha tarif edeyim.
Leipzig’de bir müze gezdik. Bu müzede izahat veren bir kadın tipi gördük. Bu kadın; her saat başı aynı sözleri tekrar etmek suretiyle gelenlere izahat vermek görevini almış bir kadın! Yüz elli sene önce bir halk isyanındaki kahramanları, bunlara ait bir heykeli anlatırken 45 dakikalık konuşmasının yarım saatinde hiç alâkası olmadığı halde Rusları methetmeğe mahkûm kadın.
Görüyorsunuz Ruslar o zamandan beri bizi kurtarmak için ne büyük fedakârlıklarda bulunmuşlardır demeğe mahkûm bir Alman kadını. Konuşmasında yüzünün ifadesi öyleydi ki lisanıhal ile;
— Ah, ben normal, serbest bir yerde olsam size bu abidenin tarihçesini ve bizim hikâyemizi o kadar güzel anlatmasını bilirim, amma... ne yapayım ki burada şu tekerlemeyi aynen tekrar etmeğe mecburum, demekteydi.
Efendim, müsaade buyurursanız projektörlerimizi doğudan, Batıya çevirelim:
Batıda aynı ölçüler içinde ele alındığı zaman durum şöyle; İktisadî sistemi ele alalım. Batıda iktisadi sistem, demin Doğuda söylediğimizin aksinedir.
Batıda bir mülkiyet esası vardır. Bir kâr sistemi mevzuubahistir. İnsanlar kendileri için bir takım neticeleri elde edebilirler. Ve bunlarla diledikleri şeylere sahip olabilirler.
Batıda kapital vardır ve para parayı çeker sistemi bütün hükmüyle caridir. Kuvvetli kapital, iyi iş bilir organizasyon daha büyük kazançlara geçebiliyor. İnsanlar diledikleri kadar eşyaya, mala, mülke sahip olabiliyorlar. Bu durumun verdiği çok faydalı bir netice var. O da insan tab’ını, insan şevkini çalışmaya şevketmiş olduğu için Batıda, istihsal fazladır. Bu fazla istihsal daha fazla kazancı daha yüksek hayat standardını getirmiştir.
Refah ve hayat standardı yükselince devlet mekanizması o cemiyetin çalışamayanlarına, düşkünlerine, fakirlerine bu yüksek muhassaladan rahatlıkla büyük imkânlar ayırabilmekte, fakire, fukaraya devlet eliyle büyük yardımların yapılması mümkün olabilmektedir.
Fakat bu İktisadî hayat, bana sorarsanız, ideal bir hayat değildir. Zira Batıda böylesine bir gidiş aynen Doğudaki gibi materyalist esaslara göre tanzim edilmiştir. Bunun neticesi olarak Batıdaki zenginler, fakirlerle ilgilenmek hususunda kendilerinde bir mecburiyet duymamaktadırlar. Onlar da çalışıp kazansın demektedirler.
Fakirlerin kazanması devletin zoruyla, devletin elindeki daha rahat imkânlarla kolaylıkla yapılabilmektedir. Ama bu kazanma, bu alâka, manevî bir açıdan meydana gelmemektedir. Dolayısıyla Batıda, insanların büyük kazançlar karşısında kendi nefislerini frenleyememek gibi bir tehlike mevcuttur. Ve bu gidişin neticesi olarak da Batı’da her şey kârla, parayla ölçülmüş olduğu için insanlarda insaf dediğimiz hassa kısmen dumura uğramıştır. Batı’da öyledir ki, bir insan bir kuruş için karşısındaki insana en büyük eziyeti verir, o kuruştan fedakârlık yapamaz.
Bu noktayı size bir misalle arz edeyim.
Bir profesör arkadaşım, geçenlerde Fransa’da bir otele gitmiş. Bu arkadaşım: Gençliğimde Fransa’da uzun müddet kaldım. O zaman onları çok pembe gözlükle görmüştüm. Şimdi bir müddet yaşlandıktan sonra tekrar gittim. Fransa’da o zaman görmediğim birtakım hususlar gözüme çarptı.
Bir pazar günüydü, kaldığım otelin parasını verecektim. Para, farz edelim 791 lira ödemesi lâzım, 790 liralık bozuk ve 1 000 bütünüm vardı 790’1 veriyorum otelciye illâ 1 lirayı istiyor. Al şu 1.000 lirayı bozdur dedim. Peki dedi ve uşağını koşturdu, koşturdu, yarım saat. Pazar günü, herhangi bir yer de bozduramıyor, o bir liradan fedakârlık yapamıyordu.
Batı’da hakikaten böyle materyalist bir yapı ve insaf bakımından kısmen dumura uğramış bir bünye vardır, ve bunu Batı memleketlerine seyahat eden arkadaşlarımız, kardeşlerimiz birçok misalleriyle görmüşlerdir.
Realiteleri tespit ederek yürüyelim. Batıda sosyal hayata gelelim. Batıda sosyal hayatla bir aile mefhumu mevcuttur. Mülkiyet vardır. Herkes çoluk-çocuk sahibidir. Ve bunlarla teşekkül etmiş düzenli bir aile sistemi vardır. Ancak bu tam saadet getirecek bir yapı içinde değildir. Çünkü Batı mutlaka kadının da erkek gibi aynı şartlarla çalışmasını zarurî görmektedir.
Yine Batıda büyük bir bölgeyi kaplayan Katolik mezhebine göre ayrılma boşanma yoktur. Bir defa evlendikten sonra ayrılma yoktur. Boşandıktan sonra da başkasıyla evlenmek mümkün değildir. Bundan başka yine bu âlemde ailede her iki taraf da tamamen eşit şartlarla çalışmağa mecburdur. Herhangi bir boşanma halinde kadına nafaka diye bir şey Mevzubahis değildir.
Kadın da çalışabilir bir unsur kabul edildiği için onun da çalışıp kendisine kazanç temin etmesi zarurî görülür ve kadınla erkeğin çalışma hayatında her yerde tamamen eşit oldukları iddia edilirse de Doğu Blokuna nazaran Batıda kadınlara yine insafla, şefkatle muamele edilmektedir. Onlara ağır işlerin verildiği son derece nadirdir. Daha rahat, kadın bünyesine daha uygun işlerde çalıştırılmaktadır.
Batı Blokunun kısaca dünya görüşüne de bir göz atalım:
Batı Blokunda dünya görüşüne daha ziyade Hristiyanlık fikirleri hâkimdir. Bu fikirlere göre bir ahiret düşüncesi mevcuttur. Ancak bu düşüncede Müslümanlıktaki gibi bir berraklık yoktur.
Batıda bir defa esas itikadın temelini teşkil eden bir teslis nazariyesi vardır. Bir vahdet yoktur. Cenab-ı Hakkın birliğine, esâs mukaddes tek varlığın o olduğuna dair berrak bir inanış yoktur.
Bizler çok şükür Müslüman diyarında yetiştiğimiz için bu husustaki düşüncelerimize kendiliğinden sahip olmuşuz gibi geliyor bizlere. Ama bu âlemde yetişmeyen, Batılı insanların esas tefekkür sistemlerini, dünya görüşü sistemlerini nihai noksanını araştırdığımız zaman orada bir bulanıklık, orada bir keşmekeşlik görüyoruz ve bunun tabiî büyük neticeleri oluyor.
Bir Batılı asker hücuma kalktığı zaman kime yalvaracağını bilememenin tereddüdü içindedir, Meryem Anayı mı, İsa’yı mı, Cenab-ı Hakka mı yalvaracak? Bu durum karşısında tereddüttedir. Ama bir Müslüman için böyle bir durum mevzuubahis değildir. Cenabı hak birdir, tekdir, mukaddestir ve itikatta vahdaniyet prensibi esastır.
Batının ikinci büyük huzursuzluk kaynağı Ruhban sınıfı teşkil etmektedir. İnsanların kendi içerisinden bir gurup bir teşkilâta mensup olmakla kendilerine birtakım özellikler izafe etmektedirler. Meselâ, bu sınıfa mensup olmayan insanlar ruhban sınıfına günahlarını affettirmek mecburiyetindedirler. Bu sınıf insanların başına geçmiş olan bir papa dinî esaslarda dilediği gibi fetva vermeye yetkilidir. Onun sözü aynen bir kanun hükmündedir. Onun karşısına başka bir kuvvet kolay kolay çıkamaz. Ruhban sınıfı kendilerinin insanlarla Cenab-ı Hak arasında bir vasıta olduklarını kabul etmektedirler. Bu durum, Batıda manevî huzur ve saadetin teessüsüne mâni olan mühim bir unsur teşkil etmektedir.
Bu açı altında Batıya baktığımız zaman Batıdaki kadının rolünü kısaca şöyle hülâsa etmemiz mümkündür:
Doğuya nazaran tabiî fersah, fersah ilerde ve ona nazaran daha mesut bir durumda. Fakat tam bir tatmin edilmiş ve huzura kavuşmuş durum mevcut değildir. Çünkü kadın mutlaka erkekle eşit tutulma bahasına en ağır işlerde çalışmağa mecburdur.
Kadın mutlaka gelir getirmelidir. Gelir getirmediği takdirde aile yapısında bu bakımdan materyalist usulde kendisine küçük bir unsur gibi bakılmaktadır. Bir erkek ailede para kazanmakla aileye daha büyük menfaat getirdiği haleti ruhiyesi içindedir. Bu hakikî saadete geniş ölçüde mani olmaktadır.
Hristiyanlığın birtakım kaideleri, kadına, onun tab’ına ve insan haklarına uymayan birtakım mecburiyetler ve mükellefiyetler yüklemektedir. Dolayısı ile Batıdaki kadın tam mes’ut bir kadın olarak telâkki etmemiz mümkün değildir. Sadece Doğuyla mukayese ettiğimiz zaman, daha refah içerisinde, daha fazla İnsanî muamele gören bir kadın durumundadır.
Bu iki sistemi, bu iki tabloyu belirttikten sonra hiç Şüphesiz hepiniz şimdi peki öyleyse hakikî saadet, kadının hakikî yeri, nerededir diye merak etmeye başladınız.
Bu merakınızı gidermek için hemen belirteyim ki kadının hakiki yeri Müslümanlıktır. Bu hakikati açıklayıcı bazı izahlarda bulunmamızın faydalı olacağı kanaatindeyim:
Bugün şu anda yeryüzünde, iktisadî sistemiyle, sosyal sistemiyle ve dünya görüşüyle tam manasıyla yerleşmiş bir İslâm âlemi yoktur. Ama bunun fiilen mevcut olmaması , Müslümanlığın hakikaten en ideal sistemi getirmiş olduğu hakikatini orta yerden kaldıramaz.
Dolayısıyla biz, falanca veya filânca memleketteki değil, Müslümanlığın getirdiği ölçüler içerisinde, İslâm aleminin İktisadî sistemini, sosyal sistemini, ve dünya görüşünü kısaca gözden geçirdikten sonra İslâm’ın, Müslümanlığın kadına verdiği kıymeti ve kadını saadete götürmek üzere getirdiği esasları belirtmeye çalışacağız.
Müslümanlığın kendine has mütekâmil bir İktisadî sistemi mevcuttur. Bu İktisadî sistem ne Doğudaki sistemdir, ne de Batıdaki sistem. Çünkü Müslümanlık iki kanatlıdır, daima maddiyatla maneviyatı bir birine paralel yürütmüştür. Bundan dolayı Müslümanlıkta hem maddiyat vardır, hem de bununla beraber her zaman her yerde hiç ayrılmayacak şekilde bir de maneviyat vardır.
Müslümanlığın iktisadî sistemi maddiyata hürmetkârdır. Herkesin malı, mülkü vardır ve herkesin mal ve mülke sahip olma hakkı mukaddes bir şeydir. Herkesin malı mülkü kendisine aittir, masundur, kimsenin buna yan bakmağa gözü ve hakkı yoktur. Ve bu hak o kadar mühim bir şeydir ki Peygamber efendimiz Aleyhisselâtı Vesselâm bir çok tavsiyelerinde; «Bana ahirete geldiğinizde başka türlü kusurla, günâhla gelin amma kul hakkıyla gelmeyin» buyurmuştur.
Bunun manası başkalarının her türlü malı, para vesaire gibi hakkına son derece riayetkâr olmamızın gerekli olduğudur. Müslümanlık aynı zamanda kâra ve kazanmaya da büyük yer vermiştir. «Veren el, alan elden üstündür. » buyurulmuştur. Bunun manası her Müslüman kazanmak için çalışmak ve başkalarına yardım etmekle görevlidir.
Yine Müslümanlıkta «Elkasibu habibullah» buyurulmuştur. Çalışanı Allah sever, çalışan Allah’ın sevgilisidir, denilmiştir. Binaenaleyh Müslüman behamahal çalışmak, bir istihsal yapmak ve iktisadî bakımdan faydalı bir unsur olmakla görevlidir. Bu bakımlardan baktığımız zaman Müslümanlık adeta Batı Blokuna benziyor, gibi geliyor. Mülkiyete hürmetkârlığı esas alıyor. Ama Müslümanlık sistemi Batının kapitalizm sisteminin ta kendisi değildir. Aradaki büyük fark şuradadır. Müslüman kazanacak, fakat Müslüman israf yapamaz. «İsraf haramdır».
Binaenaleyh Müslüman kazandığını mutlaka hayırlı bir sahaya harcamakla görevlidir. Batıdaki insanın böyle bir prensibi yoktur, o kazandıktan sonra parasını her türlü nefsanî arzusu uğrunda rahat rahat harcayabilir. Ama Müslümanlıkta, bütün bu kazançlardan sonra mütevazi olmak, israf etmemek, daima başkalarına faydalı olmak, fakirlere yardımcı olmak gibi bir amil bir esas mevcuttur. Bu Bakımdan İslâm sistemi Batı rejiminin mahzurlu taraflarını ortadan kaldırıp, kapitalizmin erişemediği ulvî gayeyi kendi ölçüleriyle manevî kuvvetlerden faydalanarak ihdas etmek imkânım bulmuş bir sistemdir. Bu sistemin meydana getirdiği iktisadî hayatta hakikaten maddiyatla maneviyat birbirinden ayrılmaz. Bunu birçok misallerle görüyoruz, biliyoruz.
Bundan birkaç yüz sene evvelki Osmanlı İmparatorluğuna seyahate gelmiş olan bir Batılı seyyahın müşahedeleri bu hususu bize kolayca açıklayan bir misal teşkil etmektedir.
Bu seyyah bir gün sabahın erken saatinde bir Müslüman mağazasından alışveriş yapmaya gelmiş, sormuş bir malın fiyatını, şu kadardır demişler. Fiyatı münasip görmüş ve peki öyleyse bu malı almak istiyorum dediği zaman, Türk dükkân sahibi kusura bakmayın şu karşıdaki komşumda aynı mal, aynı fiyata mevcuttur, acaba mümkün müdür bu malı ondan satın alsanız.
Batılı afallamış ve sormuş: Niçin bana bunu tavsiye ediyorsunuz? Türk mağaza sahibi: Sabahtan beri dikkat ediyorum, karşıdaki komşum hiç satış yapmadı, siftah bile etmedi. Halbuki ben birkaç satış yaptım. Gidiniz ondan alınız da onun gönlünü hoşnut ediniz.
Müslümanlıkta iktisadî sistem maddiyatın yanında mutlaka maneviyatı da beraber yürütmüştür. Bu ne Doğunun, ne de Batının erişemeyeceği ulvî bir neticedir.
Bundan bir müddet önce İstanbul’da bir akşam toplantısında davet edildim. Yaşlı bir hanım Müslümanlığı kabul etmiş, Yunanistan’dan gelmiş. Kendisi uzun seneler Yunanistan’da kalmış, 40 sene Müslüman olmak için çırpınmış ve nihayet İstanbul müftülüğünde Müslümanlığını resmen tescil ettirmiş.
O günün akşamı akrabasının evine gitmiş. Biz de bu günün akşamında yapılan toplantıda bulunuyoruz. Kadın bu güne eriştiğinden dolayı son derece memnun. Çünkü belli halinden. Biz daha söze başlamadan önce dedi ki, tabiî buraya geldiniz, toplandınız. Benim niçin Müslüman olduğumu merak ediyorsunuz. Siz sormadan ben size kısaca anlatayım.
Biz dedi, Konyalı zengin, Müslüman bir ailenin yanında idik. Babam, annem ve kardeşlerim bu evde hizmetçilik yapıyorduk. Bu ailenin son derece zengin bir efendisi vardı. Bu efendi memleketin sayılı zenginlerinden olmakla beraber son derece mütevazi bir insandı. Ben çocukluğumda hiç bir bayram hatırlamam ki diyor, bu kadın, bu Müslüman efendisi kendisinin hizmetçisi olduğumuz halde önce bayramlarda bize, hizmetçisinin çocuklarına iyi, yeni hediyeleri, ayakkabıları kendi öz çocuklarından daha sonra alsın. Her bayram önce bize alır, ondan sonra kendi çocuklarına en fazla aynı kalitede ayakkabıyı alır getirirdi. Çok zengin bir insana bu tutumu veren böyle bir dine kırk seneden beri ben hayran kalmayayım da kim kalsın? Bugün böyle bir dinin mensubu olmak şerefine eriştiğim için hayatımın en mesut gününü yaşıyorum.
Hakikaten Müslümanlık sistemi, Müslümanlık yolu zenginliktir, insanı zenginleştirir, fakat sonunda manevî bakımlardan da yetişmiş bir insan ortaya koyar.
Müslümanlık ticarete büyük bir ehemmiyet vermiştir. Tüccarların hakikî tüccarların peygamberlerle, şehitlerle beraber haşr olacağını bildirmiştir. Ama bundan daha büyük ehemmiyeti cömertlere vermiştir. «Cennete ilk girecek olan cömertlerdir».
Cömertliğin manası kendi hoşuna giden şeyi kendi nefsi için ayırdığı, seçtiği şeyi başkasına verebilmek, hediye edebilmek, feragatkâr insan olmak demektir.
Müslümanlık daima manevî hedefleri maddî hedeflerin üzerine yerleştirmek suretiyle hakikî saadeti, hakikî nizamı ihya etmiş, ihdas etmiştir.
Sosyal hayata geldiğimiz zaman Müslümanlıkta aile cemiyetin esasını teşkil eder. Çoluğuyla, çocuğuyla bütün haklarıyla nizamlı, sistemli, birbirine hürmetkar, sevgi içerisinde bir aile vardır. Komşuluk hakkını son derece üstün tutmuştur. 40 ev ilerisine kadar komşu saymıştır. İnsanların birbirlerine iyilikle, şefkatle, rahmetle kolaylıkla muamele etmelerini emretmiştir. Böyle birbirlerine ulvî bağlarla bağlı bir insan cemiyeti sosyal bakımından en huzurlu cemiyet olmak durumundadır.
Hattâ eski büyüklerin bazı tavsiyeleri şöyledir:
İki Müslüman birbirine giderken, ben şimdi şu yaklaştığım arkadaşımdan ve menfaat elde edeceğim diye bir araya gelirse o buluşmalarından hayır gelmez, bilâkis ben şimdi şu gitmiş olduğum kardeşime hangi hususta faydalı olurum diye yaklaşırsa o buluşmadan, o bir araya gelip görüşmeden büyük faydalar çıkar demişler ve bu tavsiyelerde bulunmuşlardır.
İnsanlar hep başkalarına yardım etmek için içlerinde manevî bir imkâna, manevî bir kuvvete sahip olurlarsa böyle bir sosyal düzende hiç şüphesiz mutlak saadet meydana gelir.
Dünya görüşünü ele alacak olursak, Müslümanlık mutlaka her hususta ahireti gözetmeyi emretmiştir. Zira, hakikaten normal yeteri derecede gelişmiş bir insan bu dünyadan ibaret bir hayat ile tatmin olamaz. Mutlaka ahirete inanmak, ahiretin varlığını bilmek mecburiyetindeyiz. Çünkü bu dünyada eğer her şey ölümle bitecek olursa bütün bu yaradılışın heyeti umumiyesi bir abesten başka bir şey olamaz. Mutlak adaletin tecelli edeceği gün bu dünyanın içinde de vardır. Arkasından da gelecektir. Ve bu yaradılışlar geçici değildir, insan mutlaka sonsuza kadar gidecek bir yaradılıştadır. Cenab-ı Hak bunları tahakkuk ettirecek kudrettedir. Dolayısıyla Müslüman sadece maddiyatını düşünen bir insan değildir. Birçok hususlarda ahiretini de düşünür. İktisadî nizamda da bu düşünce nazım rolünü oynar.
Hatta hakiki bir Müslüman tacirin şöylesine bir sıfatı vardır. Bilfiil cereyan etmiş hâdise ile arz edeyim.
Bir gün Peygamber Efendimiz Aleyhissalatü vesselam sabah namazından sonra bir pazar yerini gezerlerken, orada bir tüccarın bir malı diğerlerine nazaran daha ucuz fiyatla sattığını görmüşler ve kendilerine sormuşlar ki, ’bu malı böyle ucuz fiyatla satıyorsunuz, az kâra kanaat ediyorsunuz, sırf Müslüman pazarında ucuzluk olsun ve Cenap-ı Hak ahirette sizin bu hareketinizden dolayı size büyük sevap versin diye mi bunu yapıyorsunuz? O da demişti ki; evet ya Resulâllah ben bunun için yapıyorum. Yoksa herkes yüksek fiyata satıyor, ben de satabilirim, ama az kârla kanaat ediyorum. Pazarımızda ucuzluk olsun, burası Müslüman diyarı, benim bu harekâtımın sevabını Cenap-ı Hak mutlaka bana verir. Onun üzerine Peygamber Efendimiz ellerini açıp, böyle bir tüccar, böyle bir satıcı için çok büyük dualarda bulunmuştur.
Binaenaleyh, hakikî Müslüman tacir, böyle hareket edince, tüccardır. Bu tüccarların doğuracağı İktisadî hayatta da mutlaka bereket vardır. Şimdi bu dünya görüşü bu sosyal yapıya sahip olan Müslüman alemi içerisinde kadının yerine bir göz atalım.
Efendim bir Müslüman hanımı, iktisadî hayatta çalışabilir, çalışır. Hatta bazı hizmetlerin kadınlar tarafından görülmesi teşvik edilmiştir. Hatta bazı yerlerde hanımların çalışması zarurî bile görülmüştür. Meselâ, hemşirelik görevinde, Bir Müslüman diyarında hâstahanelerde hemşirelik, hastabakıcılık görevinin bilhassa kadınlar tarafından yapılması tercih edilmiştir, teşvik edilmiştir.
Yine kadın hastalıkları doktorluğu gibi birtakım görevlerin kadınlar tarafından yapılması, hatta önemle üzerinde durulması gereken bir husus addedilmiştir. Bundan başka kadın Müslüman yapısında, başka hususlarda çalışır.
Belki Sümerbank Umum Müdürünün odasına gitmiş arkadaşlar vardır. O odada bir dokuma fabrikasının resmi var. 150 sene önceki bir dokuma fabrikası. Birçok Müslüman hanımlar bu dokuma fabrikasında gayet güzel bir çalışma havası içerisinde bulunuyorlar. Merak eden arkadaşlar gidip görebilirler. Ve Müslümanlıkta kadın çalışabilir ve İktisadî hayatta bir unsur olabilir.
Kadın Müslümanlıkta aynen erkek gibi ilimle, ibadetle mükellef tutulmuştur. Cenab-ı Hak insanları kadın, erkek, siyah, beyaz diye ayırmıyor. Kimin Allah’tan korkusu en fazla ise insanların içerisinde en efdali odur diyor. Herhalde kadının erkeğe, erkeğin kadına Allah indinde hiçbir üstünlüğü mevzuubahis değildir.
Cemiyet içerisinde Müslümanlık kadına onun yaradılışına uygun görevler tevcih etmiştir. Hiçbir zaman onu ne Doğudaki, ne Batıdaki zoraki çalışma sistemlerine mecbur saymamıştır. Belki bazı erkeklerimizin şu anda hoşuna gitmeyebilir. Bir lâtife olarak söylüyorum.
Çok dikkatle açıklayalım ki, Müslüman bir ailede kadın hiç bir iş yapmağa mecbur değildir. Hâttâ çocuğuna bakmağa bile mecbur değildir. Bütün evin vazifesini görmek, evin kazancını temin etmek erkeğin vazifesidir. Müslümanlıkta kadına kendi yaradılışına uygun görevleri yapmak tavsiye edilmiş ve eğer o bunun fazlasını yaparsa bu onun hakikaten manevî arzusuyla yaptığı, dünyada ve ahirette bir mükâfatını göreceği bir ilâve çalışma olarak bir lütuf olarak telâkki edilmiştir.
Müslümanlıkta kadının ne Doğuda, ne de Batıda erişemeyeceği çok büyük yeri vardır. Bunu müsaade buyurursanız, birkaç âyeti kerime ve birkaç hadisi şerifle tarif etmeye çalışalım.
Nisa sûresi ismi altında Kur’an-ı Kerimde kadın sûresi denilen bir sûre vardır. Bu sûrenin 19 uncu ayetinde (kadınlara en iyi şekilde muaşerette bulunma) emrolunur. Bunun manası Müslümanlıkta kadınlara karşı hürmetkâr, yumuşak, haşin olmamak üzere muamelede bulunmak emrolunmuştur. Onların tabı yapıları bu istikamettedir. Böyle hareket etmek lâzım gelir.
Yine Bakara süresinin 187.nci âyeti kerimesinde (Onlar sizin libasınız, siz de onların libasısınız) buyurulmuştur. Libas elbise ve örtü manasındadır ve bunun da hakikî manası dış tesirlere karşı her türlü zarar verecek şeylere karşı onları korumak manasındadır.
Hadisi şeriflerde kadın Müslümanlıkta şöyle belirtilmiştir:
(Dünya bir metadır. Onun en hayırlı metaı da safiha bir kadındır.)
Diğer bir hadisi şerifte;
(Kadınlar hakkında hayırlı tavsiyelerde bulunmam için benden sorunuz, ne söylerseniz söyleyin bu hususta size tavsiyede bulunayım, yardımcı olayım.)
Diğer bir hadisi şerifte;
(Müminlerin kâmili ahlâkı en güzel olanıdır. Sizin en hayırlınız, kadınlara karşı en hayırlı olanınızdır) buyurulmuştur.
Diğer bir hadisi şerifte:
(Rabbının senin üzerinde hakkı vardır. Öz nefsinin senin üzerinde hakkı vardır, efradı ailenin senin üzerinde hakkı vardır, her hak sahibine hakkını ver) buyurulmuştur.
Diğer bir hadisi şerifte:
(İlim tahsil etmek kadın, erkek her mümine farzdır) denilmiştir.
Ve dolayısıyla onların da görevli oldukları ve esas Allah katında mühim olan görevler bakımından onların da aynen mükellef oldukları kendilerine hürmet gösterilmek, iyi muamele edilmek mecburiyetleri yanında erkeklerle tamamen eşit oldukları beyan edilmiştir.
Diğer çok mühim bir hadisi şerifte şöyle denilmektedir.
«Ya Resulullah, benim güzel sevgi ve bakımıma en çok muhtaç olan kimdir, kime bu hizmeti yapmalıyım? Peygamber Efendimiz Aleyhüsselatü Vesselam buyurmuşlardır ki; annen, sonra kime denilmiş, yine annene, sonra kime denilmiş, tekrar annene denilmiş, babana» buyurmuşlardır.
Binaenaleyh Müslüman ailesinde çocuk üzerinde annenin üç hakkı varsa, babanın bir hakkı vardır. Ve anne hakikaten muhterem, mukaddes, büyük bir varlık olarak Müslümanın dünya hayatında, sosyal görüşünde ve iktisadî varlığında çok mühim yeri olan bir varlıktır.
Kur’an-ı Kerim’de Nisa Sûresi isimli bir kadın sûresi olduğu gibi, Peygamber Efendimiz Alayhisselatu Vesselamın meşhur Veda Haccındaki hutbelerinde ki bu insanlara yaptığı bir hutbedir, mühim bir fasıl kadınlara ayrılmıştır. Son derece veciz, insanlara hakikaten en özlü, en güzel tavsiyeyi yapan, veda hutbesinde kadınlara ait kısım şöyledir:
İnsanlar kadınların hakkını gözetmenizi ve bu hususta Allah’tan korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınları Allah emaneti olarak aldınız, onların namuslarını ve iffetlerini Allah adına söz vererek helâl edindiniz. Sizin kadınlar üzerinde hakkınız, onlarında sizlerin üzerinde hakları vardır. Sizin kadınlar üzerinde ki hakkınızı, onların aile yuvasını sizin hoşlanmadığınız hiç kimseye çiğnetmemeleridir. Kadınlarında sizlerin üzerindeki hakları, memleket göreneğine göre her çeşit giyim ve yiyimlerini temin etmenizdir, duyurulmuştur.
Böylece Müslümanlıkta hakikaten kadın ne Doğunun, ne e Batının erişemediği son derece muhterem bir mevkie erişmiştir, sahiptir, yerleştirilmiştir.
Bu üç bahsi yaptıktan sonra, bir an bütün bu konuştuklarımızı unutalım ve bu üç alemde kadının yerini bir tablo halinde tasvir etmek suretiyle konuşmamıza son bitirelim.
Efendim, bir an için Doğuda kadını düşündüğüm hadde makinası zaman hatırıma, hakikaten bilfiil gördüğüm gibi bir hadde makinası başında kan, ter içinde en ağır hizmette, kendisine hiç bir karşılık vaad edilmeden çalışan, yorgun, bedbaht bir kadın tipi görüyorum, hayalimdeki tabloda.
Batıdaki kadını düşündüğüm zaman erkek kadar çalışan ve kendisinin birtakım haklarında v.s. mutlaka eşit tutulacaksın iddiası altında materyalist bir görüşle madde olarak tutulan bir kadın var. Kendi tab’ına kendi hususiyetlerine uygun bir muameleye tabi tutuluyor, lüzumlu hürmet, lüzumlu şefkat kendisine gösterilmiyor. Bu kadın çalışıyor, bu kadın tam manasıyla tatmin olunmuş değil, esas yerini bulmuş değildir.
Demin tarife çalıştığım İslâm âleminde kadını düşündüğümüz zaman ise, oradaki kadın muhterem bir kadındır, oradaki kadın hakikaten cemiyetin temelidir ve oradaki kadın temizliğin, terbiyenin örneğidir.
Hepiniz bizim ninelerimizin mis kokan tertemiz bohçalarını hatırlarsınız. Kadın hakikaten o bohçaları hazırlayan, temiz bir insandır. Cennete gitmeğe namzet bir insandır. Hatta İslâm tablosunda cennet annelerin ayağının altındadır. Cenneti ayağının altında tutan bir varlıktır.
Hepinizi hürmetle selâmlarım.