Müsbet İlim ve İslam

KİTABA DAİR

— Yayınevi

  • Prof. Dr. NECMETTİN ERBAKAN

     

    MÜSBET İLİM ve İSLÂM

    KONFERANS

     

    K Y.T.T.B. Neşriyatı No: 1

     

    Kapak Kompozisyonu: M. Celaleddin Hidayetoğlu
    Dizgi ve Baskı: Denizkuşları Matbaası

     

    KONYA – 1970

  • Yayınevi

    — Takdim

  • İslâm, dünya nizamları içinde üç esaslı doktrine sahip olan teorilerin en kıymetlisi ve dayanağı İlâhi vahy olan insanlığın saadet güneşi ve biricik kurtarıcısıdır. Çünki diğer doktrinler gibi zamanın ilerlemesi ile kıymetini kaybetmiyen, felsefik doğmalar gibi, hakikati ararken; insanı hakikatten ayırmayan muhkem, çelişmeye düşürmiyen Allah (C.C.)’ın sağlam ipidir.

  • İslâm, ibadet ve ahirete ait hükümlerden başka fen, san’at, iktisat, ahlâk, hukuk ve siyaset görüşlerini sağlam temeline oturtmuş bir dindir ve hükmünü bütün insanlık üzerinde icra eden rejimdir.

  • Az. Peygamber (S.A.V.) in «Hiç ölmiyecekmiş gibi dünya için, yarın ölecekmiş gibi ahiret için çalış» hadis-i şerifini kendilerine düstur edinen İslâm dininin yüce salikleri, ilham aldıkları İlâhi kaynakların feyzi ile ilim, fen, san’at, teknik yönünden diğer dinlere mensup olan insanları kat kat geride bırakmışlar ve insanlığı hayran bırakacak üstün medeniyetler meydana getirmişlerdir.

  • Bir zamanlar Avrupa, zulmet ve cehalet karanlıklarında kıvranırken, ortaçağ zihniyeti ile hareket edip, alim ve kâşifleri, cani Engizisyon mahkemelerinin gaddar papasları,idama ve ölüme mahkûm ederken, öte yandan İlâhi kitabının emrine uyan müslüman din adamları ve âlimleri bütün dünyaya ışık saçan eserler, keşif ve icadlar meydana getirmişlerdir.

  • Her kemâlin bir zevali olduğu gibi sonunda bu üstün medeniyetlerin hakiki sahipleri, türlü sebepler, içlerine sokulan bozguncu ve misyonerler sayesinde öz yurtlarında parya muamelesi gördükleri gibi; medeniyet ve teknik sahasında da gerileyerek bir zaman gelmiş, isimleri anılmaz olmuş ve eserleri, keşifleri, icatları İslam alemini Hristiyan Avrupa ve Eski Yunan (Judeo Grek) kültürü ile istilâ edip kültür emperyalizmi meydana getirmek isteyenler tarafından kendilerine mal edilmiş ve maalesef bunlar Müslüman Türk münevverlerine de empoze edilmeye çalışılmıştır.

  • Muhterem hocamız Prof. Dr. NECMETTİN ERBAKAN’ın derin bir vukufla ele alıp, konferans haline getirdiği bu küçük eseri kıymetli okuyucularımıza takdim ederken devletli hocamıza Cenab-ı Hak’tan uzun ömür, açmış olduğu mücadelede muvaffakiyet, vatan ve millet yolunda daha nice hizmetler temenni ederek hürmetlerimizi sunarız.

  • Sahipsiz olan memleketin batması haktır,
    Sen sahip olursan, bu vatan batmıyacaktır.

  • 16 Kasım 1970

  • K. Y. T. T. B.

    KONYA

    Yüksek Tahsil Talebe Birliği Adına

    AHMET ŞEREF CERAN

  • Takdim

    — Makine Yüksek Mühendisi - Profesör Doktor Necmettin Erbakan

  • Profesör Necmettin Erbakan 1926 yılında Sinop’ta doğmuştur. Babası Kozanoğulları’ndan Rahmetlik Ağır Ceza Reisi Mehmet Sabri Efendidir, Mehmet Sabri Bey Anadolu’nun muhtelif vilâyetlerinde 40 yıl Hakimlik yapmıştır.

  • Profesör Necmettin Erbakan 1948 yılında İstanbul Teknik Üniversitesi Makina Fakültesinden mezun olarak Yüksek Makina Mühendisi olmuştur. Ayni yıl Teknik Üniversite Makina Fakültesi Motorlar Kürsüsüne Asistan olmuş ve 1951 yılına kadar bu kürsüde Motorlar üzerine bir tez hazırlamıştır. Bu tezdeki büyük başarısı üzerine Üniversite tarafından Almanya’ya gönderilmiştir Almanya’da Aachen şehrindeki Aachen Technische Hochschule’si Yüksek Mühendis mektebinde Doktora Tezini hazırlamış ve Almanya’da Doktor-Mühendis Ünvanını almıştır.

    Profesör Necmettin Erbakan Doçentlik tezini de Almanya’da hazırlamıştır, 1953 yılında İstanbul Teknik Üniversitesi Motorlar Kürsüsü Doçenti olmuştur. Bu Kürsüdeki başarılı çalışmaları neticesinde 1965 yılında Profesör ünvanını kazanmıştır. 1965 yılından beri Teknik Üniversite Motorlar Kürsüsü Profesörüdür.

  • Profesör Necmettin Erbakan evlidir ve bir çocuk babasıdır (1970’de), Almanca ve İngilizce bilir. Bugüne kadar gerek Türkçe ve gerekse Almanca ve İngilizce lisanıyla yazılmış birçok İlmî ve teknik kitap, makale ve broşürleri neşrolunmuştur.

  • Almanya, İngiltere, Fransa, İsviçre, İtalya, Amerika Kanada, Pakistan ve İran’da ilme, tekniğe, mühendisliğe, ticarete ve sanayiye ait birçok kongre ve çalışmalara iştirak etmiş, müteaddit dış memleket toplantılarında Türkiye’yi temsil etmiştir.

  • Profesör Necmettin Erbakan. Üniversitedeki çalışmalarının yanı sıra bugüne kadar önemli birçok memleket meselelerinde çalışmış ve yurdumuzun kalkınmasında mühim rol oynamıştır. Bu meyanda 1956 yılında İstanbul’da GÜMÜŞ MOTOR Fabrikasının kurulmasına başlamış ve bu fabrikayı 1960 yılında tamamlayarak Türk Malı Dizel Motorlarını seri halinde imal edip piyasaya vermeye muvaffak olmuştur.

  • 1961 yılından itibaren 15 beygirden küçük Dizel Motorlarının yurdumuza ithali men edilmiş ve yurdumuzun ihtiyacı dahilinden temin edilmeğe başlanmış ve bu sayede Türkiye’de TRAKTÖR, KAMYON ve OTOMOBİL imal edilebileceği de anlaşılmıştır GÜMÜŞ MOTOR Fabrikası bugün de Türkiye’nin Özel Sektöre ait en büyük Makina Fabrikasıdır.

  • GÜMÜŞ MOTOR Fabrikasını Profesör ERBAKAN 300 kadar imanlı insanı ortak olarak kurmuştur.

  • Profesör Necmettin Erbakan 1966 yılı başında Türkiye Ticaret Odaları, Sanayi Odaları ve Ticaret Borsaları Birliği Sanayi Dairesi Başkanı olmuş 1966 yılı sonunda bu teşkilâtın umumi katipliğine getirilmiştir.

  • 1968 yılı Mayıs’ında Türkiye Odalar Birliği idare Heyeti Üyeliğine 1969 yılı Mayıs’ında ise Türkiye Odalar Birliği Başkanlığına seçilmiştir. Prof. Dr. Necmettin Erbakan’ın odalar birliğindeki politikası; Anadolu’nun kalkınması ve iktisaden güçleşmesi politikasıdır.

  • 1970’de idealist arkadaşları ile Millî Nizam Partisi’ni kurarak, Genel Başkanlığına seçilmiştir.

  •  Makine Yüksek Mühendisi - Profesör Doktor Necmettin Erbakan

    MÜSBET İLİM VE İSLÂM

    — Konferans konuşması

  • Muhterem Konyalı Kardeşlerim,

  • Sözlerime başlarken önce Cenabı Hakk’a hamd-ü senalar ederim ki; bendenize çok sevdiğimiz Konya’da, bir hafta gibi kısa bir müddet içerisinde iki kere sizlere hitap etmek şerefini bahşetmiştir.

  • Bugün, size çok önem vermemiz icap eden bir konu üzerinde arkadaşlarımızın daveti üzerine aranıza gelmiş bulunuyorum. Bundan dolayı büyük bir bahtiyarlık içerisindeyim.

  • Sözlerime başlarken her şeyden önce bu güzel akşamı meydana getirmek hususunda gayret sarf eden Konya Yüksek İslâm Enstitüsü Talebe Cemiyetine teşekkürü bir borç bilirim.

  • Bugün size çok önem vermemiz icap eden bir konu üzerinde konuşmak için huzurlarınıza gelmiş bulunuyorum. Bu konunun adını kısa olarak «Müsbet ilim ve İslâm» diye adlandırdık. Bu ismi niçin koyduğumuzu konuşmamızı yaptığımız zaman inşaallah hep birlikte görmek imkân ve fırsatını elde edeceğiz.

  • Böyle bir konuyu aramızda konuşmaya çok büyük ihtiyacımız var. Çünkü Müslümanlar olarak dünyanın gelmiş geçmiş, en büyük düşünce sistemine sahip bulunuyoruz. Fakat bu büyük düşünce sisteminin ve Müslümanların —mücadele suretiyle sevapları ve şerefleri artsın diye— karşılarında daima bâtıl fikirler olagelmiştir.

  • Bu bâtıl fikirler, bir Müslüman diyarı içerisinde bizleri, kendi dinimizi, kendi Müslümanlık hakikatlarımızı öğrenemeyecek hale getirmişlerdir. Bakın, ben bugün size dinimizin verdiği hızla yazılmış olan İlmî çalışmaların bazılarından bahsedeceğim. Eminim ki, çoğumuz bu çalışmalar hakkında fikir sahibi değiliz Niçin? Çünkü kendi kendimizi öğrenmeğe imkân bulamamış bulunuyoruz.

  • Mevzua girmeden önce, mevzuun ehemmiyeti hakkında bir noktayı belirtmek istiyorum: Bizim düşünce sistemimizde aslında hiç bir noksanımız yoktur. Ancak yetiştirilme tarzımız dolayısıyla yanlış düşüncelere düşebiliyoruz. O da şu: Efendim, ortada bir Müslümanlık var. Müslümanlık bilhassa âhirete, manevî ilimlere, ahlâka ve diğer ilimlere ait birçok esaslar getirmiş, biz bunları öğrenmişiz, fakat zannediyoruz ki, Müslümanlık dışında başka hakikatlar da vardır. Neymiş bu hakikatlar? Efendim, bakınız el oğlu çalışıyor. Amerikalı, Avrupalı ne büyük mamureler meydana getiriyor; aya ve yıldızlara gidiyor. Bu insanların çalışmaları Kur’an-ı Kerim’e istinat eden ilimler münasebetiyle midir, değil midir? Bunu iddia edecek vaziyette değiliz, diye düşüyor ve diyoruz ki, bunlar böyle güneşin tutulmasını saniyesi saniyesine hesapladıklarına göre aya şu dakikada gideceğim, deyip de o dakikada gittiklerine göre, onların da istinat ettikleri bir hakikat kaynağı var diyoruz. Ve böylece Müslümanlık dışında sanki başka bir hakikat kaynağı olabilirmiş gibi, Avrupalıların düşünce sistemine bir pay ayırmağa kalkıyoruz.

  • Şimdi biz, bu akşamki konuşmamızda bilhassa belirtmek isteyeceğiz ki, «Müslümanlık dışında başka bir hakikat kaynağı olamaz.» Peki bu Avrupa’da gördüğümüz adamların yaptıkları işler nedir? Bunlar nereden meydana geliyor? İşte Avrupa’daki insanların düşünce sistemleriyle, yaptıkları çakışmalarla Müslümanlık arasındaki münasebeti belirtmeğe çalışacağız.

  • Bugünkü mevzuumuza girerken müsaadenizle önce şöyle bir noktadan başlayalım. Sizinle beraber çıksak, dünyanın muhtelif yerlerinde çalışmalar yapılan yerleri gezsek, dışardan baktığımız zaman, «Aman ne büyük binalar, ne büyük köprüler yapmışlar, bu jetlerle bu roketlerle nasıl uçuyorlar, aya nasıl gidiyorlar? Bu laboratuvar çalışmalarındaki karmakarışık âletler üzerinde nasıl çalışıyorlar» diye hayretle bunları seyrederiz.

    Amerika’da aya giden herhangi bir füzenin hareketini kontrol eden bir gözetleme merkezinde çalışan insanın yanına yaklaşırsak, bu adamın bilgi muhtevası nedir, diye incelemeye başlasak, önce şunu belirtmek lâzımdır ki, bizler öyle bir yetiştirilme tarzının içerisine konulmuşuz ki: bu laboratuvarlarda çalışan insanlara ister istemez büyük bir hayret hissiyle bakıyoruz, onları kendimizden çok büyük görüyoruz. Şimdi biz bu büyük görme meselesinin tahliline girişmek istiyoruz. Onun için bu laboratuvarda çalışan büyük âlimlerden bir tanesinin yanına yaklaşsak ve desek ki: «Beyefendi, siz burada ne yapıyorsunuz?» Diyecektir ki, «Ben burada şu füzenin aya gidişini kontrol ediyorum. Nasıl kontrol ediyorsun?» «İşte sadece şu âleti kontrol ediyorum» diyecek. Alet nasıl yapılmış, desek, adam bize birtakım formüller yazar. Bu formüllerin baş taraflarına birtakım harflerle rumuzlar koyar. İçimizden deriz ki, bu adam bilmediğimiz ve hiç bir zamanda bilemeyeceğimiz mevzulardan bize bahsediyor.

    Halbuki bir Müslümanın böyle bir durumla karşılaştığı zaman bunları çok büyük bir mesele olarak görmemesi lâzımdır. Laboratuvarda çalışan âlime bu işleri nasıl yaptığını sorduğumuz zaman, o da bize birtakım formüller göstermeğe başlayacaktır.

  • Şimdi biz bu formül meselesinin girip bunlardan ne kastedildiğinin bir hülâsasını yapmak istiyoruz:

    Asasını alıp dışarı çıkmak istiyor. Bakın, bu adam bize hangi formülden bahsederse bahsetsin, bunun bahsetmiş olduğu formülün şekli ve muhtevası mühim değil. Aslında formül diye yapmış olduğu şeyler bunun bir takım fikir silsilelerini, ve düşünce silsilerini rümuzlarla yürütmekten başka bir şey değildir. Meselâ bu adamın aya füzenin gidişiyle yapmış olduğu hesap ile mahiyet itibariyle şöyle bir pencereden aşağıya bir taş atsak bu attığımız taşın ne kadar zaman sonra yere geleceğini hesaplama arasında bir fark yoktur.

  • Prensipleri itibariyle niçin mi? Şimdi arkadaşlarımızın çokları bilhassa lise seviyesine kadar mekanik ve fizik dersi okumuş olanlar, içinizde biz şu pencereden bir taş atsak aşağıya bu taşın ne kadar zaman sonra düşeceğinin hesabını çok iyi bilirler.

    Bildiğiniz gibi meselâ, şimdi lisede belki arkadaşlarımıza bir sual olarak soruluyor. Sorulduğu zaman deseler ki, şöyle on metre yüksekliğinde bir penceremiz var. Bu on metre pencere; den bir taş attığımızda bu taş yere ne kadar sonra düşer? dese. Hemen arkadaşımız oturup ve o Amerika’da gördüğümüz beyaz gömlekli, makinanın başındaki âlime de aynı suali sorsak derhal karşımıza bir formül yazar. Bu yazmış olduğu formülde şöyle bir formül gösterir ve der ki, (t) eşittir, der. Asıl, bunun istifade etmiş olduğu H=1/2 GS2 formülü olduğu için S = : 2M/G (kara köküdür) şeklinde bir formül yazar ve bu formülde der ki, efendim on metreden mi taşı aşağı düşürüyorsunuz? der. O halde buraya 10 yazacağız, 2 ile çarpacağız, 20 olacak. Yerçekimi 9,81’dir. Buna böldüğümüz zaman 2 çıkacak. Karekökünü aldığımız zaman 1,41 çıkacak, 1,41 saniye sonra bu taş 10 metrelik bir yerden düştüğü zaman aşağı gelir. Hakikaten pencereden bir taşı bıraktığımız zaman bir kronometre tutarsak taşın aşağıya tam 1,41 saniyede indiğini görürüz.

    Şimdi tabiî biz bu manzarayı görünce «vay canına, bu adam bu işi biliyor» diyoruz. Bu adamın bildiği şey nedir? Bunu tesbit etmeğe kalkarsak, bakin bu adamın bildiği şey aslında, basit bir şeydir. O da şu: Bu hesap yapılırken, «bu hesabı nasıl yaptınız?» diye sorsak bu insana, «nereden çıkardın bu formülü?» desek, bize diyecek ki; «efendim bu taş buradan aşağıya doğru düşerken herhangi bir anda yer çekiyor. Bir çekim kuvveti var.» Kuvvet diye bir şeyden bahsedecek. Sonra diyecek ki, efendim «taş aşağı doğru inerken bir ivme kazandı. Bu ivmeden dolayı taşın bir atalet kuvveti var. Taş aşağı doğru inerken yerin çekmiş olduğu bu kuvvet yukarıya doğru mevcut olan atalet kuvvetine eşittir.» Niçin eşittir, dediğimiz zaman diyecek ki, daima her yerde, nerede karşılaşırsak karşılaşalım «tesir, aks-i tesire müsavidir». Sahi öyle midir? Başlayacak bize misal vermeğe. Diyecek ki, bakın ben şunu böyle itersem bir kilo ile, o da bir kilo ile bu tarafa doğru beni itmiş olacaktır. Ve nereye gidersek gidelim, tesir, aks-i tesire eşittir.

    Şimdi bugün bütün dünyada her sahada yapılmış olan çalışmalarda hakikaten bu hesapların sonunda meselâ şu hesapta, bize esas eşitliği veren, tesir müsavi, aks-i tesir, diye bir prensiptir. Tesir, aks-i tesire müsavidir (etki tepkiye eşittir.) Yani her hangi bir kuvvet daima karşısındaki başka kuvvetlerle dengededir.

  • Şimdi bu çeşit hesapları incelediğimiz zaman bir taşın düşmesinde «tesir aks-i tesire müsavidir» prensibinden faydalanıyoruz. Başka (hesaplarda faydalandığımız başka prensipler de vardır. Bu prensiplerden önemli diğer bir tanesi «Madde yoktan var edilmez, vardan yok edilmez» prensibi, (Maddenin tahaffuzu prensibi). Diğer bir prensip ise «enerji yoktan var edilmez, vardan yok edilmez» prensibi.

    Ve muhterem kardeşlerim, bugün bütün dünyada teknik sahada yapılmış olan çalışmaların hepsinde sonunda kullanılan asıl fikrî öz, fikrî muhakeme, asıl formülde hesabın temelini teşkil eden düşünce aslında işte bu üç düşünceden ibarettir. Bugün hiçbir fizik, hiçbir kimya, hiçbir mekanik meselesi yoktur ki, bu üç prensip vasıtasıyla hesaplanmamış olsun. Bunun dışında başka bir prensip yoktur.

    O halde bizim karşılaşmış olduğumuz herhangi bir Batılı ilim adamı bir hesap yapıp bize bir marifet gösterdiği zaman bilelim ki, bu marifetin altında ve arkasında yatan asıl insan oğlunun fikrî yapısı, düşüncesi, onun yapmış olduğu hesapların hepsini sıksak yere üç tane damla düşer:

    Biri «Tesir, aks-i tesire eşittir» prensibi.
    İkincisi «Madde yoktan var olmaz, vardan yok olmaz» prensibi.
    Üçüncüsü de «Enerji yoktan var olmaz, vardan yok olmaz» prensibidir.
    Bu üç prensibe istinaden bu hesaplar yapılır.

  • Şimdi bu hesapları yapıp birtakım neticeleri ortaya koyan âlime desek ki, «beyefendi sen bu hesapları yaparken birtakım tabirlerden bahsediyorsun. Kuvvet diyorsun, enerji, madde diyorsun. Nedir bu söylediğin şeyler?» Batılı bir alim bütün bu hesapları yaptığı halde kuvvetin ne olduğunu, enerjinin ne olduğunu, maddenin ne olduğunu bize tarif edemiyor. Bu mefhumları alıyor, kullanıyor da, bunlar nedir, dediğimiz zaman anlatamıyor, gösteremiyor.

    Bakınız meselâ madde dediğimiz zaman, efendim insan maddeyi gösteremez olur mu? Nedir madde? İşte, şuradaki masa, direk v.s. görüyoruz madde işte budur. Mesele İlmî açıdan bakıldığı zaman bu kadar basit değil. Madde nedir dediğimizde şu masadır, diye bize gösterdiği takdirde acaba bu masa nedir? diye bir incelemeye başlayacak olursak masanın üzerine çok büyük bir mikroskopla yaklaşmaya başlayım. Maddenin ne olduğunu anlamak için, İlk önce masanın üst yüzünde bir takım pürüzler görürüz. Sonra bu pürüzlerin içerisine girdiğimiz zaman ayağı nebattan yapılmış bir ahşap masa ise bu nebatın hücrelerini görürüz. Bu hücrelerin içine yavaş yavaş girdiğimiz zaman hücrenin kendi içerisinde birtakım organik maddeler ve bu organik maddelerin de bir takım moleküllerden yapıldığını görürüz. Bu moleküllerin içerisine bir elektron mikroskobu ile bakacak olursak, bir de bakıyoruz ki, maddenin içindeki bu en küçük parça dediğimiz molekül birtakım atomlardan yapılmış. Atom nedir deyip atomun içerisine girdiğimiz zaman görüyoruz ki; atom bizim güneş ve etrafında dönen yıldızlara benzeyen bir yapıya sahip. Merkezinde tıpkı güneş gibi bir merkezî kısım vardır. Buna proton deniyor. Bunun etrafında dünyanın ve diğer yıldızların dönüşü gibi bir takım elektronlar dönüyor. Tıpkı dünya ve diğer yıldızlar güneşin etrafında nasıl dönüyorlarsa şu masanın içerisindeki her bir atomda da bu dönmeler var. Pekiyi, bu atom dediğimiz şey nasıl bir şeydir? Elektron mikroskobu ile gelip bunun içerisine girdiğimiz zaman, şimdi nasıl güneşi dünyadan pek çok uzaklarda görüyorsak, bunun gibi atomun protonu ile elektronu arasında (yani güneşi ile arzı arasında) da çok büyük bir boşluğun olduğunu görüyoruz.

    Öyle ki, biz dünya ile güneşin arasına on bin tane dünya sığdırabiliriz. On bin tane dünya koyarsak güneşe erişiriz. Halbuki atomun içerisinde elektron ile protonun arasına yani oradaki dünya ile güneşin arasına yüz bin tane koyduğumuz zaman erişiriz.

    Bunun mâniası şudur: Biz şuradan madde diye her tarafını dolu olarak görmüş olduğumuz cismin içerisine gittiğimiz zaman bir boşlukta kalıyoruz. Halbuki bunun aslı dolu değil. Ya neymiş. Boşluk... Ama ne boşluğu? Efendim işte bir elektron var, bir de proton var madde dediğimiz şeyin içerisinde. Ve bunların arasında da arz ile güneşin arasındaki boşluğun daha on misli büyük boşluk var. Ve biz bunu dolu zannediyorduk. Evet dışarıdan baktığımız zaman dolu zannediyoruz. Çünkü içerisini göremiyoruz. Görme kabiliyetimiz yetmiyor. Bunun içerisinde boşluk var.

  • Şimdi bu Amerikan laboratuvarında bize o hesaplarla fiyaka yapan insanı getirip de mikroskopla bu boşluğun içerisine soktuğumuz zaman, «Beyefendi sen demin hesaplarında maddeden bahsettin, o halde nerede bu madde?» dediğimiz zaman bu insan bu boşluğun içerisine gelip kayboluyor. Çünkü bunun içerisindeki elektron ve proton dediği şeyin kendisi de aslında bir ağırlık veya her hangi bir şeyi olan bir şey değil.

    Dünyadaki bütün altınların hepsini eğer atomları içindeki boşlukları çıkartacak kadar bunları sıkabilsek, ancak bir yüksüğün içerisini doldurur. Dünyadaki bütün altınlar bir ucu Lizbon’da olursa öbür ucu Sibirya’ya kadar uzanan bir katarı doldurur. Düşünün, bütün Avrupa’yı boydan boya katedecek bir katarı doldurur. İşte bu katarın içerisini dolduran bütün dünyadaki altın madeninin molekülü ile atomu arasındaki mesafeyi sıktığımız zaman bütün bu kadar altını bir yüksüğün içine sığdırmak mümkündür.

    Yani bizim gördüğümüz altın gibi en ağır bir madde dahi büyük boşluklardan meydana geliyor. İşin içerisine gelip girdiğimiz zaman orta yerde madde diye bir şey kalmıyor. Hatta diyor ki, «Efendim bu kenardaki elektron aslında yoktur.» Ya ne varmış? Şöyle bir şey varmış: Yeni modern düşüncelere göre, burada elektron yok. Şöyle bir dalga var. Bu dalga böylece dönüyor. Bir madde yok diyorlar. Nasıl bir dalga? Meselâ şu salonun şu ucundan buraya kadar bir ip gersek şuradan bir dalga versek bu ipe. Bu dalga buradan oraya kadar yürür gider. İşte siz elektron dönüyor diye kabul ediyorsunuz. Halbuki aslında dönen elektron değildir. Dönen neymiş? Dönen bu dalgadır. Madde diye bir şey yoktur.

  • O halde bugün Batı, birtakım hesaplar yapıyor, bir takım işler görüyor gibi gözüküyor. Ama kendisinin kullanmış olduğu mefhumların ne olduğunu kendisi bilmiyor. Bu gün Batıdaki bir insan, madde nedir bilmez. Batıdaki bir insan, enerji nedir bilmez. Batıdaki bir insan, kuvvet nedir bilmez.

  • Niçin bu mevzu üzerinde duruyoruz? Muhterem kardeşlerimiz, bu mevzu üzerinde şunun için duruyoruz. Şimdi mevzumuzu biraz inkişaf ettiriyoruz.

  • Müslüman kardeşlerimiz, yarım Batı ilimlerini okumuş insanlarla karşılaştıkları zaman bunların istihfaflarıyla karşılaşıyoruz. Bu insanlar Müslümanları küçük görmeye kalkışıyorlar. Kendi küçüklüklerini bilmedikleri halde, ben bu akşam size Müslümanları küçük gören insanların kendilerinin küçük olduğunu isbat etmek için huzurunuza geldim.

  • Şimdi bakınız, yarım yamalak tahsil edip gelmiş, Müslümanlığı küçük görmeye kalkıyor. Niçin? Efendim dünyada ilim var, fen var diyor. Nedir senin ilim dediğin? Bak aya gidiliyor, yıldızlara gidiliyor. Gel bakalım aya yıldızlara hangi hesaplarla gidiliyor? Onun bunların hiç birinden haberi yoktur. Bir an için olsa dahi bu hesaplar nereden çıkmış deseniz hesabın nereden çıktığını bilmez. Bildiği takdirde buraya gelmeye mecburdur. Diyecek ki; bir takım prensipler var. Bu prensipleri biz tecrübelerle tesbit ettik. Bu prensiplere inanıyoruz. Bu prensiplere istinaden hesaplar yapıyoruz. Nedir bu prensipler? İşte «Tesir aksi tesire eşittir. Madde vardan yok olmaz, yoktan var olmaz.» Pekiyi senin bu madde dediğin nedir? Enerji ve kuvvet dediğin nedir? Dediğimiz zaman bize karşı, o büyük pozları takınan insanlar bunların ne olduklarını izah edemezler, burada takılıp kalırlar. Niçin? Çünkü onlar asıl ilim nedir onu bilmezler. Bu basit tatbikatı ilim zannederler.

    Halbuki ilim, onların gelip tıkandıkları bu yer var ya, ilim ondan sonra başlar aslında... Sen madde nedir bilmeden gelip de ne yapıyorsun bizim kaşımızda? Sen enerji nedir, kuvvet nedir bilmeden gelip de ne yapıyorsun burada? Madde dediğin şey var mı? Yok mu? Daha bunu orta yere koyamıyorsun. Bak biriniz böyle söylüyor, biriniz böyle söylüyor. Biriniz diyor ki, «evet madde vardır; öbürünüz hayır madde yoktur, bu bir dalgadır, şudur, budur diyor.»

  • Şimdi bunların en büyük yetişmişlerinden bir tanesinin ismini işitmişsinizdir: Einstein adlı Yahudi alimi... Bir Yahudi alimi olan Einstein, bütün bu meselelerle senelerce uğraştıktan sonra ömrünün sonlarında şunları söylemiştir, «Ben ömrümde uzun müddet, hakikaten bu madde ile enerji ile, kuvvetle uğraşıp bir sürü hesaplar yaptım, ama bütün ömrüm boyunca bunların ne olduğunu anlayamadım. Hatta size bir şey söyleyeyim. Acaba biz hesaplar yaparken madde, enerji, kuvvet gibi mefhumları kullanacağımıza bunların yerine başka mefhumları kullanmış olsaydık, acaba daha mı kolay hesap yapardık? Bunu da bilemiyorum. Yalnız hissettiğim bir şey var, o da, böyle enerji, madde, kuvvet diye birbirinden ayrı üç mefhum olmadığıdır. Ben bu işte bir tevhit hissediyorum. Bir tek mefhum olsa gerek ki, bu bazan enerji haline, bazan da madde haline giriyor; bazan kuvvet haline giriyor. Fakat bunun ne olduğunu hissediyorum ama bir türlü bulamıyorum» diyor.

  • Nitekim atom parçalandığı zaman madde enerji haline geliyor. Yine enerjiyi bir yerde toplamak mümkün olduğu takdirde ondan da madde meydana geliyor. O halde madde nedir? Enerji nedir? Asıl olan bunların hangisidir? diye sorduğumuz zaman bu gün Batı ilmi, bunun en fazla yetişmiş olan alimlerinden meselâ Einstein, bunun cevabını veremiyor. Ve bu cevap verememe karşısında, kendi durumlarının bir çıkmaz içinde olduğunu kendileri itiraf ediyor.

  • Hani gelip de bir Müslümana yukardan bakan bir insan var ya, o insan bilmelidir ki, kendisinin bir varlık olarak istinad etmiş olduğu Batı ilmi, bugün gelmiş, bir çıkmazın içine saplanmıştır. Bir tıkanıklığın içerisindedir. Bu tıkanıklık, mefhumların ne olduğunu bilmemekten ileri geliyor. Daha başka şeyden de ileri geliyor. Meselâ bakin bu prensipleri tatbik etmek suretiyle hesap yapmak istediği zaman bu Batılı insan bugün hesapları da yapamıyor. Bir çıkmazın içerisindedir.

  • Biz üniversitede doktoralar yaptırıyoruz. Bütün diğer Batı memleketlerinde de doktoralar yaptırılıyor. Yaptırmış olduğumuz doktoralarda, birazcık karışık bir mesele olduğu zaman, bu meseleleri biz halledemiyoruz. Bunları çok defa size bu açıklığı ile söylemezler, karşınıza gelen bu insanlar; fakat bunları biz aramızda itiraf etmeğe mecburuz.

    Şimdi şu anda ben çok arzu ederim ki, Batı üniversitelerinde doktoralar yaptırmış bir ilim adamı karşımızda olsada, bu meseleyi biz onlarla münakaşa etsek, siz aramızda hakem olsanız. Diyorum ki; «Batı bugün yapmış olduğu hesapların, kullanmış olduğu mefhumların ne olduğunu kendisi bilmez, bu bir. İkincisi, bu hesapları yaparken bir çıkmazın içindedir. Batının hesap ve riyaziye imkânları, bunları çözmeğe yetmez.» Peki ne yapıyorsunuz siz bu doktora çalışmalarınızda?

    Bakın, ben size anlatayım ne yapıyoruz. Meselâ farzedelim ki, doktora çalışmamızda şuradan bir gemi gidiyor, bir geminin arkasında acaba nasıl dalgalar meydana gelecek? Bunu hesaplayın deseler, şimdi bizim üniversitelerimizde ilim diye yaptığımız şey şudur: Bu gemiyi yürütüyoruz, geminin arakasındaki dalgaların, bir modelin üzerinde fotoğraflarını alıyoruz. Bakıyoruz ki; şöyle dalgalar meydana geliyor, geliyoruz masa başında biz bunu hesaplayacağız diyoruz. Hesaplamak için yaptığımız şey, şu üç tane prensibi formüllerle yazmaktır. Yazdıktan sonra diyoruz ki, bunları çöz bakalım, hallet. Çözemiyoruz, yani muhakeme silsilesini yürütemiyoruz, bir yerde tıkanıp kalıyoruz iyi mefhumlar seçmediğimiz için. Bundan sonra birtakım kolaylıklar yapıyoruz. Ama bu kolaylıklar ilim değildir. Bu kolaylıklar bir ressamın resim yapması gibi hususlardır. Üzerinde şu önemli değildir, bu önemlidir diye hesapları kendi elimizde oynayarak o fotoğrafını almış olduğumuz şekle benzetmeğe çalışıyoruz. Ve işitiyoruz ki, daha önce fotoğraftaki şekil buradaki hesabın neticesi olarak meydana gelsin. Neden böyle bir çalışma şekline giriyoruz, çünkü bu prensipleri, kullandığımız mefhumları çözmek için matematik bilgimiz yetmiyor. Çünkü bizim meseleleri çözmek için, içerisine girmiş olduğumuz yol çıkmaz bir yoldur. İşte Batıdaki alimlerin, siz bugün aya füzeyle gittiğine bakmayın, ilim sahasındaki çalışma itibariyle bir çıkmaz noktanın içerisine gelip saplanmıştır Batı.

  • Muhterem kardeşlerim, size şu misaller ile bize her zaman karşımıza bir kuvvetmiş gibi, Müslümanlığın karşısına bir kuvvetmiş gibi gösterilmek istenen, Batının bütün içinin, özünün ortasında ne var? Bunu açıklamak için bunları size anlattım. Bizim karşımızda birtakım fiyakalı duruşlar takınarak, bunların arkasından efendim bu hesaplar yapılır, siz bilmezsiniz diyenler aslında kendi kullandıkları şeyleri kendileri bilmezler ve girmiş oldukları şeyleri kendileri bilmezler ve girmiş oldukları yol da bir çıkmaz yoldur. Peki ne olacak? Şu çıkmaz yoldan çıkmak mümkün mü? Bu çıkmaz yoldan çıkmanın mümkün olup olmadığı meselesini görüşmek için Müslümanlığın bu ilimlere nasıl baktığı meselesini incelememiz gerekir. 

  • Bakın, bu formüllere ve bu hesaplara Müslümanlar nasıl bakıyorlar? Bunun için önce bu Batılı adamın birtakım fiyakalarla kullanmış olduğu şu formüllerin, bütün şu bilgilerin sahibi kimdir? Önce bunu araştıralım. Şu Batılı adam, ne biliyorsa getirsin hepsini üst üste yığsın karşımıza, «Ben şunu, biliyorum» desin. Bunların hepsini üst üste koyalım; bunun bir boyu var, şu kadar. İşte onun bildiğinin hepsi bu kadardır. Hepimiz iyi biliriz; insanların bütün bilgisin toplasak, Cenabı Hakk’ın sonsuz ilmi muvacehesinde denizdeki bir noktayı dahi tutmaz. Onun için bu adamın böyle bir fiyaka yapmaya aslında hakkı yok. O kulluğunu bilse Cenabı Hakk’ın ilminin genişliğini takdir ve tasavvur edebilse o pozların hiç birini yapmaz. Cenabı Hâk’tan sadece kendisine daha fazla ilim vermesini niyaz eder. Ve bunun bilgilerinin hepsini toplayıp üst üste koyalım, meselâ şu kadar bir boy atmış olsun bu. Şimdi bu bilginin sahipleri kimdir? Bu bilgi nasıl meydana gelmiştir? Bunu incelememiz gerekir.

    İnsanlığın bugün sahip olduğu bilgilerin hepsini insanlık tarihinde birbiri üzerine eklene eklene meydana geldiğini biliyoruz. Bugün elimizdeki yazılı vesikalar beş bin sene öncesine ait bir yazı olmadığı için acaba daha önce insanlar neler biliyorlardı? Bu hususta bir bilgimiz yok.

  • Onun için şimdi bugünkü durumdan geriye doğru gidelim ve insanlığın beş bin senelik tarihinde acaba ilim nasıl gelişmiş onu incelemeğe bakalım:

  • İlk insanı sıfır kabul edelim. Şimdiye kadar geçen beş bin senede insanlığın bilgisi acaba nasıl gelişmiş? Beş bin sene önceki insan, ilk insan taş devrinde, mağarada yaşıyor. Ateş nedir henüz bilmiyor. Yavaş yavaş Cenabı Hak, insanlara zekâ vermiş, akıl vermiş, birtakım nimetler vermiş.

    İnsan, diğer mahlûklardan farklı bir yaratıktır. Diğer hayvanlar meselâ bir arslan, maymun v.s. muayyen kabiliyetlerle teçhiz edilmiş. Fakat insanlardaki zekâ bunlarda yok. Meselâ bir insan, karşısındaki düşmanına bir taş atacağı zaman bu taşın ne büyüklükte olması lâzım ki o hayvanı devirebilsin, bunu aklıyla takdir edebiliyor. Hayvan karşısındaki düşmana ne büyüklükte ve ne atacağını akıl edemiyor. Ama Cenabı Hak, insanlara akıl vermiş, başka nimetler vermiş. Bu nimetler sayesinde muhtelif şeyleri takdir etmeğe başlamış.

    İnsanlık tarihinde bilgi bakımından mühim husus, ateşin öğrenilmesidir. Belki insanlar yanardağların lâvlarını gördüler, belki tahtalar, taşlan birbirine sürdüler, ateşi yaktılar. Bunun nasıl olduğunu bilmiyoruz. Ama insanlık yavaş yavaş ateşi öğrendi. Bundan sonra insanlar muhtelif tarihlerde muhtelif şeyler öğrendiler. Öğrene öğrene bugüne kadar geldiler. İlk insanın bilgisini, ilk çağlardaki insanın bilgisi olarak söylemekten çekiniyorum. Çünkü Adem (a.s.)’ın bilgisinin ne olduğunu biz bilemiyoruz. İlk insanları biliyoruz, taş devrinde yaşayan insanların bilgisini biliyoruz.

  • Acaba beş bin senelik insanlık tarihinde, ilk noktadan zamanımıza kadar insanlar bugünkü bilgilerini nasıl elde ettiler? Tabiî olan izah, insanlar bugünkü bilgilerini, zamanla öğrene öğrene, merdivenden çıka çıka elde ettiler demek olacaktır. Fakat ilimler tarihinde yapılmış olan incelemeler gösteriyor ki, insanlar ilk bilgilerinden bugünkü böyle basamak basamak muntazam bir merdiveni çıkarmış gibi gelmemişlerdir. Ya nasıl gelmişlerdir? Bunu incelediğimiz zaman şöyle bir gelişme görüyoruz: İlk devrin insanları yavaş yavaş bilgi sahibi olmuşlardır. Bir yere gelmişler, bu yerden sonra birdenbire artmış. Ondan sonra bu artış yine yavaşça cereyan etmiş. İnsanlık tarihinde bilgilerin birdenbire arttığı başlangıç nokta neresidir? İki tane mühim nokta var (B ve C noktaları), nereleridir bu yerler? Bugünkü ilimler tarihi diyor ki, insanların bilgilerinin artmaya başladığı birinci nokta Asr-ı saadettir. Bu nokta 7. asra rastlıyor. Asr-ı Saâdette insanların ilimleri birdenbire artmaya başlıyor. Nereye kadar gitmiş? (C) noktasına kadar bitmiş. Burası milâdî 14. ve 15. asır (Hicrî 7. ve 8. asır)

  • İlim tarihindeki tetkikler, insanlığın bilgisinin bu şekilde geliştiğini gösteriyor. Bu noktadan bir (B), Müslümanların ilmi bütün insanlardan teslim alıp inkişaf ettirmeğe başladıkları tarihtir. Diğer nokta (C), Haçlı seferlerinden sonra, Rönesans’ta Avrupalıların ilimleri Müslümanlardan aldıktan sonra yürütmeğe başladıkları tarihtir. Binaenaleyh insanlık tarihinde asr-ı saâdetten rönesans’a kadar geçen yedi asırlık bir devir var ki, bu devirde bütün insanlığın ilimlerini, Müslümanlar inkişaf ettiriyor. Tetkikler gösteriyor ki, bugünkü insan bilgisinin en aşağı yüzde 60 - 70 ini Müslümanlar inkişaf ettirmişlerdir. Bunun mânası ne demek? Bize poz yapan, şu karşımıza gelip de Müslümanları küçük görmeğe kalkan insanın ilminin yarısından fazlasının sahibi Müslümanlardır. O insanın bu tavrı takınması, sadece bunları bilmediğinden dolayı. Acaba hakikaten böyle midir? Yani hakikaten Müslümanlık devrinde, bu ilimlerin inkişafı bu derece yükselmiş midir? Bunun tetkikine geçmeden önce sizlere şu iki noktaya ait üçer hususiyet söylemek istiyorum.

  • Bakınız, Asr-ı Saâdette Müslümanların ilme yapmış olduğu hizmet nasıl olmuştur? Rönesans’ta Avrupalıların Müslümanlardan ilmi alışı nasıl olmuştur?

  • Muhterem kardeşlerim, bizim karşımıza gelmiş olan insanlar için sadece, Batı ilmi diye bir şey vardır, sizin bundan haberiniz yoktur demekle kalmazlar, ayrıca birtakım İslâm düşmanı müsteşriklerin kendilerine öğrettikleri birtakım yanlış fikirlerle de doludurlar. Ve bunlar ne derler biliyor musunuz? Müsterihlerin şu sözlerini tekrar ederler: «Müslümanların ilme aslında sizin büyüttüğünüz kadar hizmeti olmamıştır. Onlar eski Yunanlı, eski Hindistan’da eski Mısırda bulunan ilimleri almışlar, öğrenmişler, insanlık sevk-i tabiisiyle bunları da bir miktar inkişaf ettirmişler ve ondan sonra bu ilmin sahibi olan Avrupalılara getirip tekrar teslim etmişlerdir» derler. Bu külliyen yanlıştır.

  • Müslümanlar hakikaten eski Mısırlıların, eski Yunanlıların ve eski Hindlilerin ilimlerini inceleyip almışlardır. Fakat bu alışta, üç mühim hususiyet vardır:

    1) Bu ilmi, bu bilgiyi kimin kitabından aldıklarını açıklamışlardır. Demişlerdir ki, «Biz Batlamyus’un kitabında okuduk, biz Öklid’in kitabında okuduk, böyle diyor; biz Pisagor’un kitabında okuduk, şöyle diyor» diye daima aldıkları kaynağı belirtmişlerdir.

    2) İslâm alimleri bu eskilere ait kitapları okuyarak bilgileri alırken bunları ezbere almamışlardır. Bunları hemen kabul de etmemişlerdir. Bu bilgileri tashih etmişlerdir.

    3) İslâm alimleri, Yunanlılardan, Mısırlılardan, Hindlilerden ilmi alırken kendileri yüksek seviyede bulunup, aldıkları milletler aşağı seviyede bulunuyorlardı. Yani aşağıdan yukarıya doğru almışlardır.

  • Bu ne demektir? Şimdi bunu size açıklamağa çalışacağım. Üçüncü hususiyetle Müslümanlar kendinden önceki ilmi alırken aşağıdan yukarıya doğru almışlardır. Buna mukabil Haçlı seferi yapılıp da Avrupalılar Müslümanlarla temas ederek onlardan birtakım ilimler almaya başladıkları zaman da üç hususiyet göze çarpmaktadır:

    1) Avrupalılar bu ilmi kimden aldıkları kat’iyen söylememişlerdir. Müslümanların kitaplarını okumuşlar, fakat kimin kitabından hangi bilgiyi aldıklarını kendi kitaplarında zikretmemişlerdir. Diğer Avrupalılar bu kitapları okudukları zaman, o adam bunu kendi yazmış zannetmişlerdir. Böyle birtakım yanlış yere büyütülmüş insanlar vardır Avrupa’da. Bizim kitaplarımıza bugün bu isimler geçmiştir. Biz bu prensipleri onların bulmuş olduklarını zannederiz. Oysaki onlar bu prensipleri Müslümanların kitaplarını okuyarak almışlardır. Acaba böyle midir? Bunların isbatı için size misaller arz edeceğim. Yalnız önce şu hususiyetleri bitirelim.

    2) Avrupalılar, Müslümanlardan ilmi alırken bu ilimleri anlamadan almışlardır. Bizim bugün büyük gördüğümüz Avrupalı muhterem insanlar nasıl anlamazlar, nasıl olur efendim? Şimdi misaller vereceğim. Hep beraber göreceğiz, anlamadan aldıklarını.

    3) Avrupalılar, Müslümanlardan ilimleri alırlarken kendi seviyeleri bu ilimleri almaya müsait değildi. Yani Avrupalılar, Müslümanlardan ilimleri alırken yukarıdan aşağıya almışlardır. Müslümanlar yukarıdaydı, Avrupalılar aşağıdaydı.

  • Ne bakımdan Müslümanlar yukarıdaydı? Avrupalılar, bu ilimleri alırken önce lisanları bu ilimleri almağa müsait değildi. Müslüman kitaplarındaki mefhumları kavramıyorlardı. 14. asırda tercüme ettikleri bir kitaptaki mefhumları ancak 18. asırda anlamağa başlamışlardır. Yani dört asır sonra. Bazı ilimleri ise beş asır sonra anlamışlardır.

  • Muhterem kardeşlerim, özetle Müslümanlar başkalarından ilmi alırken bunu kimden aldıklarını bildirmişlerdir. Bu ilimleri olduğu gibi almamışlar, yanlışlarını düzeltmişler, tashih etmişlerdir. Bilgiyi aldıkları milletlerden daha yukarı seviyede idiler. Buna mukabil Avrupalılar Müslümanlardan ilmi alırlarken Müslümanlardan daha aşağı seviyede idiler. Kimden ne aldıklarını zikretmemişlerdir. Bu aldıkları anlamak için de çok asırlar harcamak mecburiyetinde kalmışlardır.

  • Şimdi biz, bunları burada aramızda rahatlıkla konuşuyoruz. Fakat mühim mesele, İslâm düşmanı müsteşriklerinden karşısında bunları konuşmak ve onlara bu meseleyi kabul ettirmek. Onun için bu konuşmuş olduğumuz hususların hakikate uygunluğunu ispat etmek mecburiyetindeyiz.

  • Bakınız, bu hususiyetlere ait bazı misaller vermeğe çalışalım. Şimdi ortaya büyük bir iddia koyuyorum. Diyorum ki, bugün Batılının İlmî dediğimiz Fiziği, Kimyayı, Matematiği Astronomiyi, Tıbbı, Tarihi, Coğrafya ve hatta bugünkü ilimlerin hepsini Müslümanlar kurmuşlardır. Bu tabiî çok büyük bir iddia... Fakat bu iddianın isbatına hazırız.

  • Bakınız, meselâ en mühim mevzulardan bir tanesi, Aya, yıldızlara gitme konusudur bugün değil mi? Bu aya, yıldızlara gitme konusu bizim astronomi dediğimiz yıldızlar bilgisine ait bir husustur. Diyoruz ki biz, astronominin kurucusu Müslümanı ardır. Kimdir bu Müslümanlar?

  • Size bunlardan sadece birkaç tanesinden bahsedeyim: Meşhur İslâm alimlerinden El-Battanî isimli büyük bir astronomi alimi yani feza ilmi aliminden bahsetmek istiyorum. El-Battanî kimdir? İçinizde bilen var mı? Belki bazılarımız bunun ismini işittik. Bizim kendi ilimlerimiz maalesef bize öğretilmemiştir. Çocuğumuz Batlamyus’un ismini işitmişizdir. (Ptoleme veya Batlamyus diye...) Niçin? Çünkü bizim kitaplarımız bu ismi yazar. El Battanî’ye gelince ismini bile zikretmez. Neden? Çünkü bizim kitaplarımız birtakım taraf tutan Batılıların kitaplarından tercüme edilmiştir. Halbuki Ptoleme (Batlamyus), nerede, El-Battanî nerde?

    Bakın bunların arasındakini size açıklamaya çalışayım. El-Battanî kendinden önceki Mısırlı alim Batlamyus’un kitaplarının hepsini inceliyor. Bu sırada Batlamyus’un güneşin fezada bulunmuş olduğu yerden aynı yere tekrar gelmesi için, yani bir senelik bir zamanın geçmesi için, bizim bugünkü tabirimizle arzın kendi etrafında 260 defa dönmesi lâzımdır, dediğini, yani bir seneyi 260 gün zannettiğini görüyor. El-Battanî, Batlamyus’un düşüncesinde yanıldığını

  • El-Battanî kendinden önceki Mısırlı alim Batlamyus’un kitaplarının hepsini inceliyor. Bu sırada Batlamyus’un güneşin fezada bulunmuş olduğu yerden aynı yere tekrar gelmesi için, yani bir senelik bir zamanın geçmesi için, bizim bugünkü tabirimizle arzın kendi etrafında 260 defa dönmesi lâzımdır, dediğini, yani bir seneyi 260 gün zannettiğini görüyor. El-Battanî, Batlamyus’un düşüncesinde yanıldığını bir senenin 365 gün, 5 saat, 46 dakika, 22 saniye olduğunu söylüyor. Şimdi müşteşrik, bize El-Battanî ile Batlamyus arasındaki farkın basit bir fark olduğunu iddia edebilir mi? Şu görmüş olduğumuz rakam, bugünkü en hassas ölçü aletleriyle yapılmış olan ölçüye nazaran bir senenin hakiki müddeti bakımından sadece iki dakika ve 24 saniye kadar farklı bir miktardır. El-Battanî, senenin uzunluğu bu kadar hassas bir şekilde ölçüp ortaya koymuştur. Pekiyi, bir saniye 260 gün zannetmenin durumu nedir? Bir seneyi saniyesine kadar bildirmenin durumu nedir? Evet bu farklar başka sahalarda şimdi göreceğimiz gibi, devam edecek, Niçin? Çünkü Müslümanlar ilmi ellerine almış, bu tarihlerden sonra. Batlamyos eski devirlerde kalmış olan bir insandır.

  • Eski Mısırlılar, Akdeniz’in genişliğini yani, meselâ Mersinden İskenderiye’ye kadar olan mesafeyi bugünkü hakiki mesafenin yirmide biri kadar olduğunu zannediyorlardı. Yani Ankara ile Konya’nın arası 260 kilometre. Onlar Ankara ile Konya’nın arasını 10 kilometre olarak zannediyorlardı.

    İş İslâm alimlerine gelince Akdeniz’in hakiki genişliğini ilk defa İslâm alimleri ölçmüşlerdir. Nasıl ölçtüler? Abbasîler devrinde, Halife Me’mun, «Ben, Akdeniz bölgesindeki Müslüman toprakların kadastrosunu çıkartmak istiyorum. Herkesin hakkını tesbit etmek istiyorum.. Bana bütün Akdeniz boyundaki İslâm diyarlarının ölçülerini kesin olarak çıkartıp getireceksiniz» dedi ve bu işi İslâm alimlerine vazife olarak verdi. İslâm alimleri o zamanki imkânlara göre Akdeniz’in genişliğini ölçmek için, şöyle bir yol takip ettiler. Akdeniz’in kenarında sahilde bulunan bir şehirden ölçüye başladılar. Yüksek bir tepenin üstüne çıkıyorlar, o tepeden itibaren görebildiği kadar, ileriki mesafeye bakıyor. Şimdi çıkmış olduğu tepenin yüksekliğini ölçüyor. Güneş batarken tepeden o zamanki aletlerle oradaki açıyı ölçüyor.

    Daha açık bir misal üzerinde konuşursak, meselâ Konya’da bir tepeye çıktık. Bakıyoruz Kulu’nun orada güneş baltıyor. Güneşin orada kaç derecelik bir zaviye ile battığını ölçüyoruz. Bulunduğumuz tepenin yüksekliğini ölçüyoruz. Bu yüksekliği ve bu zaviyeyi ölçtükten sonra aradaki mesafeyi hesapla buluyoruz. Yani Kulu’dan Konya’ya kadar olan mesafeyi hesaplıyoruz. Nasıl hesaplıyoruz. Sırf bunu hesaplamak için bizim bugün trigonometride kullandığımız sinüs, kosinüs, tanjan, kotanjan mefhumlarını icat ederek hesaplıyor. Bu mefhumları ilk defa bulan halife Me’mun zamanındaki Müslüman alimlerdir. Bunlar bu mesafeyi hesaplarken karşısındaki açının sinüs ve kosinüsünü hesaplıyor ve bu hesaplar vasıtasıyla mesafeleri ölçüyorlar. Şimdi bu sinüs meselesi üzerinde tekrar döneceğiz. Sadece bütün Akdeniz’in genişliğini nasıl ölçtüklerini arz edeyim. Buradan gidiyor, Kulu’daki tepeye çıkıyor; oradan da Ankara istikametine bakıyor. Ara yerdeki mesafeyi ölçüyor, böylece tepelere çıka çıka şehirler arasındaki mesafeleri ölçe Ölçe Akdeniz’in bütün uzunluğunu hesaplıyor. Bu suretle bulmuş oldukları uzunluk, Akdeniz’in bugün bildiğimiz uzunluğunun kendisidir.

    Eski Mısırlıların Akdeniz’in uzunluğunu bugünkünün yirmide biri kadar zannetmelerine rağmen Müslüman alimleri işi ele alınca o günkü imkânsızlıklara rağmen hakiki mesafeyi hesaplayabiliyorlar.

  • Şimdi bu sinüs meselesine gelelim. Trigonometri okuyan nisbeten yaşlı kardeşlerimiz, ağabeylerimiz burada bilirler ki, eskiden trigonometri dersi okunurken sinüs kelimeleri yerine ceyb, taceyb kelimeleri kullanılırdı. Bizim otuz sene önce yazılmış lise kitaplarında bunlar ceyb, olarak geçer.

    Ceyb kelimesi Arapça bir kelimedir. İlk defa halife Me’mun zamanındaki Müslüman alimleri mesafe ölçerlerken bu kelimeyi kullanmışlardır. Şu uzunluğu o zamanki insanlar cebe benzetmişler ve buna bizim Türkçede cep demek olan ceyb demişlerdir. Hesaplarında, kitaplarında «ceyb aşağı, ceyb yukarı» diye bir sürü hesaplar yapmışlardır. Şimdi bu kitapları Haçlı seferlerinden sonra Avrupalılar almışlar, bakmışlar ki, bunlar Akdenizin genişliğini fevkalâde doğru bir şekilde ölçmüşler. Bunu nasıl yaptıklarını ve hesaplamalarda —ceyb gibi — kullandıkları tabirleri anlamamışlardır. Bu hesapları anlamadan lügati açmışlar, Arapçadaki ceyb kelimesinin Latince karşılığı olan (sinüs) kelimesini kullanmışlardır. Avrupalılar, buna (sinüs) dedikleri için, biz de her şeyimizi Avrupalılardan aktarmağa kalktığımız için bugün kendi mekteplerimizde kendi bulduğumuz ilimlerin adlarını onların anlamadan kullandıkları kelimelerle okutuyoruz.

    Onun için sinüs, kosinüs tabirlerini kullanıyoruz. Halbuki bunları bulanlar Müslümanlardır. Malın sahibi Müslümanlardır. Avrupalı bizden bunu anlamadan almış, biz de anlamadan onlardan alıyoruz.

  • Bakın, Müslümanların yaptıkları sadece bunlardan ibaret değildir. Müslümanlar, bugünkü coğrafyada bildiğimiz arz daireleri sırasındaki mesafeleri ölçmüşlerdir. Halife Me’mun zamanında, Harran ovasında bizim Türkiye’de bulunan bir kaza ile Irak’ta bulunan diğer bir şehir arasındaki mesafeleri fiilen ölçüleri ve mesafelerde güneş bölgelerine ait yapıları hesaplarla tesbit edilmiştir. Arz daireleri arasındaki miktar bugünkü bilgimize göre 111.000 kilometredir. Daha Halife Me’mun zamanında bunun 111.000 kilometre olduğu hesaplanarak ortaya konulmuştur.

  • Mesele bundan ibaret değildir. Müslümanlar, bu ilimler arasında sinüsü, kosinüsü v.s. bulduktan başka bunların tablolarını da yapmışlardır. Sinüs cedvelini bugün mekteplerde kullanıyoruz. Hatta bu cedvellerin çokları tercüme edilmiştir. Tercüme edilen kitaplara bakarsak İngiltere’de, Fransa’da, Almanya’da basılmış kitaplardır. 

  • Ve biz zavallı insanlar olarak bugün zannederiz ki, bu kitapların içindeki hesapları ilk defa yapanlar Avrupalılardır. Halbuki ilk defa trigonometri cedvellerini Müslümanlar hazırlamışlardır. Hem de öylesine bir hassasiyetle...

    Büyük Müslüman alimlerinden Horasanlı Gıyaseddin Cemşît, «Disâletü’l-Muhitiyye» adlı kitabında bir derecenin sinüsünü ilk defa hesaplamıştır. Şimdi tekrar karşımızda Avrupalıyı, hususiyle müsteşriki alıp soralım. Diyelim ki, «Siz diyorsunuz ki, Müslümanlar bu ilimleri Yunanlılardan ve Mısırlılardan aldılar. Nerede Mısırlılarda sinüs mefhumu, nerede Mısırlılarda trigonik hesap mefhumu?» Nerede Mısırlılarda sinüs bir derecenin kıymeti? Böyle şey yok. Ama Gıyaseddin Cemşîd, sinüs bir dereceyi bakin ne hassasiyetle hesaplamıştır. 0,017 452 404 437 238 371. Takriben virgülden sonra 18 hane hassasiyetle sinüs bir dereceyi hesaplıyor. Bugün bu hesabı elektronik makine ile yaptığımız zaman hiç bir rakamı şaşmıyor. Gıyaseddin Cemşîd, trogonometri cedvelini bu hassasiyetle oturup yapmıştır. Nasıl yazmış? Onların bu işi nasıl yaptıklarını düşündüğümüz zaman akıllar duruyor. Öyle metotlar bulmuşlar ki, onların metotları karşısında hayranlıktan başka bir şey duymak mümkün değil.

  • Keza bugün yine Avrupalılara «Pi sayısı» nın kimin tarafından bulunduğunu sorsak, «efendim» Pi sayısını «eski Yunanlılar bulmuşlar» derler. Hayır, «Pi sayısını» ilk defa bulan ve «Pi sayısını» rakamlarını hassasiyetle hesaplayanlar yine Müslümanlardır. Ve yine Gıyaseddin «Risaletü’l-Muhıtiyye» adlı kitabından bu hesabı sizlere veriyorum. Gıyaseddin Cemşîd, Pi sayısı için şu rakamları veriyor : 3,141 592 653 589 843 ve 2. Yani virgülden sonra yine 18 tane hane hassasiyetle «Pi sayısını» doğru olarak hesaplıyor. Bugün elektronik makinalara hesaplattığımız zaman bunun hiç bir rakamını yerinden oynatamıyoruz. Çünkü Asr-ı Saâdet gelmiştir. İnsanların ilmi, Müslümanların eline geçmiş ve ilim, asıl ilim olmağa başlamıştır.

  • Muhterem kardeşlerim, Müslümanlar sadece trigonometri ve Astronomi ilimlerini kurmakla kalmamıştır. Müslümanlar bugün okuduğumuz cebir ilmini kurmuşlardır. Müslümanlar, bugün gördüğümüz bütün Matematiğin esaslarını kurmuşlardır. Bakın, bizim karşımıza gelip «Biz aya gidiyoruz, yıldızlara gidiyoruz», diyen insanlardan birine, «şu hesabı nasıl yapıyorsun?» dediğimiz zaman birtakım rakamlar yazacak... Hangi rakamları yazacak? 1, 2, 3... gibi bildiğimiz rakamları yazacak. Bu rakamların sahibi Müslümanlardır. Bu rakamların. şekillerini Müslümanlar bulmuşlardır. Avrupalının şu rakamları Afrika ve İspanyadaki Batı Müslümanlarının kullandıkları rakamlar gibidir. Şu rakamlar ise, yani eski yazıda kullandığımız rakamlar ise, Doğu Müslümanlarının kullandıkları rakamlardır. Binaenaleyh Avrupalıların kullandığı rakamların sahibi dahi Müslümanlardır.

  • Daha ileriye gidiyorum. Karşımızda bizi hakir görme alışkanlığı içerisinde, fiyaka yapan insanın hesapları yaparken kullanmış olduğu metotları, onlara verenler de Müslümanlardır. Nasıl olmuş? Bakınız, müsteşrik bize geliyor ve diyor ki, «Müslümanlar eski Hindlilerden, eski Mısırlılardan ve eski Yunanlılardan ilmi almıştır.» Bu nasıl ilim alıştır ki, eski Yunanda rakamlar 60 dan daha büyük değildir. Zira eski Yunanda 60 dan daha büyük rakam yoktur. Niçin? Çünkü eski Yunanlıların kaç tane harfleri varsa o kadar da rakamları vardır. Yani harfleri bitiyor, rakamları da bitiyor.

    Müslümanlar geliyor ve diyorlar ki «Bizim geniş ufkumuza sizin bu basit kalıplarınız kifayet etmez. Biz yeni bir rakam sistemi getireceğiz.» Ne getireceksiniz? Cevap olarak diyorlar ki, «Biz her türlü sayıyı ifade edecek bir rakam sistemini getireceğiz. Meselâ, biri ele alalım, bunu şöylece (1) işaretiyle ifade edeceğiz. Bunu böyle yazar, önüne bir nokta koyarsanız bu o zaman (10) olacaktır; iki tane nokta koyarsanız bu, (100) olacak; üç tane nokta koyarsanız o zaman da (1000) olacak.» deyip bugünkü «aşarî» (onluk) sistem değimiz sistemi icat ediyorlar.

  • Bu sayede sonsuz rakam ifade etmek mümkün oluyor. Dahası var. Bu aşarî sistemi alıp getirmek suretiyle bugünkü toplama, çıkarma, çarpma ve bölmenin de prensiplerini koyuyorlar. Halbuki eski Yunanlılar toplama, çıkarma, çarpma ve bölmeleri yapamazlardı. Çünkü onların rakam sistemleri buna müsait değildi. Bu çeşit toplama ve çıkarmaları yapmak için çubuklarla çalışırlardı. Muhtelif boylarda çubuklar alırlar ve bu çubukları uç uca eklemek suretiyle hesap yapıyorlardı. Nihayet Müslümanlar, bunların yaptıklarını incelediler. Yetersiz bulup bu aşarî sistemi getirdiler. Bu ondalık sistem insanlığa yapılan ne büyük hizmet...

  • Müslümanlar sadece, «Her şeyi size veriyoruz ama yalnız şu bizim ondalık sistemimizi verin» deseler, ortada Avrupalıya ait hiç bir şey kalmaz. Fakat beyler geliyorlar, diyorlar ki; «Bu sizin Müslümanlık dediğiniz şey gericiliktir.» Hay hay biz, bu gericiliğe razıyız, yalnız bizim mallarımızı bize geri verin, çıkın bizim karşımıza da ilericilik diye «biz artık ondalık sistem kullanmayacağız» deyin. Yeni bir hesap metodunu getirin de görelim sizi. Bu çeşit hesap metotlarını getirmiş ve bu çeşit ilimleri insanlığa hediye etmiş olan Müslümanlardır. Ama biz kendimizi tanımıyoruz.

  • Bakın, bu kadar da değil Müslümanların yaptıkları. Müslümanlar Cebir ilmini de bulmuşlardır. Nedir bu cebir ilmi dediğimiz? Cebir ilminin kelimesi dahi El-Cabir adlı İslâm aliminden geliyor. Avrupalılar da buna El-Gebra diyorlar. El-Cabir demeğe dilleri dönmediği için, bunun okunmasını beceremedikleri için El-Gebra demek suretiyle El-Cabir’in adına izafeten bu ilmi takdim ediyorlar. Biz de bu ilmi liselerde cebir diye okuyoruz Kim bulmuş bunları? Elbette Müslümanlar bulmuştur.

    Peki ne yapmıştır bu Câbir? Câbir’in yaptığı şu: Eski Yunanlıların ve Hindlilerin yaptıklarını incelemiş. Ama müsteşriklerin dediği gibi onlara sahip çıkmamış. Ya ne yapmış? Onların inceledikleri hususlara bakmış, bunların birtakım cebir meselelerini üçgenlerle, hendesî şekillerle yaptıklarını görmüş. Çünkü cebir ilmi eski Yunanda, Mısırda ve eski Hintte yoktu.

    Câbir birtakım büyüklükleri harflerle göstererek bugünkü cebirin esaslarını ortaya koymuştur. Bugün bizim karşımıza geçip de fiyakasını yaptıkları bu ilmin sahibi de Câbir’dir Yani Cebirin sahibi de Müslümanlardır. «Bir eşitliğin iki tarafına aynı miktar ilâve edilirse, çıkartılırsa, çarpılırsa veya bölünürse bu eşitlik kat’iyen bozulmaz.» diyen Câbir’dir.

    Câbir ne yapmış? Birinci derecedeki denklemlerin çözümünü vermiş kitabında... İkinci dereceden denklemlerin çözümünü vermiş. Aynı zamanda üçüncü derecede denklemlerin çözümünü vermiş.

    Bugün üniversitede okuyan talebelerimizin çokları üçüncü dereceden denklemi çözemezler. Fakat Câbir, yani Müslümanların ilimleri ilerlettiği devrin büyük bir alimi olan El-Câbir, üçüncü derecede denklemlerinin çözümünü vermiş, ayrıca karekök almayı göstermiş ve hem de bütün bunların yanında küpkök almayı da göstermiştir. Bunlar öyle büyük meseleler ki, bu meseleleri eski basit vaziyetinden alıp da götürmek ancak Müslümanların ferasetiyle olmuştur.

    Efendimiz (s.a.) buyuruyor ya «Mü’minin ferasetinden den korkun. Onlar Allah’ın nuriyle bakarlar.» Bu bakış sadece manevî sahada olmamıştır, maddî sahasa da olmuştur. İslâm alimlerinin bu ilimlere getirdikleri disiplinleri incelediğimiz zaman aklımız durur. Bunlar bu büyük otoriteyi, bu büyük disiplini nasıl kurmuşlar, diye hayret edersiniz. Çünkü eskiden çubuklarla, şekillerle bu meselelerin çözülmesi nerede? Bugün bakın, on asır geçmesine rağmen hala Câbir’in getirdiği ilmin yerine daha iyisini getirmek mümkün olamamıştır. Haydi ilericilik yapın da görelim sizi...

  • Şu bizim cebirde kullandığımız sıfır mefhumunu da Müslümanlar getirmişlerdir. Bugünkü cebirin en yüksek kısımlarını gösteren ümit hesapları vardır.

  • Müslümanlar, ayrıca logaritmayı bulmuşlardır. Bugün (logaritma) dediğimiz cedvelleri ve logaritma mefhumunu ilk defa bulan El-Harzem adlı bir İslâm alimidir.

  • Müslümanlar, bütün bu riyaziyeyi kurmakla kalmamışlar, ayrıca tarihî, fiziği, kimyayı kurmuşlardır. Peki Müslümanlar, fizikte ne yapmışlardır? Müsteşrikin dediği gibi eski Yunanlı aliminin söylediğini hemen almamışlardır.

    Bir misalle anlatayım: Bugün fiziğin kurucusu İbn-i Heysem’dir. Kimdir İbn-i Heysem desem, tabiî hiç biriniz tanımıyoruz, dersiniz. İçimizde çoğumuz lisede ve yüksek okulda okuduk. Fakat İbn-i Heysem’in adı dahi bize öğretilmedi. Ama İbn-i Heysem fiziğin kurucusu, fiziğin babasıdır.

    İbn-i Heysem, ayrıca bugünkü atom ve molekül nazariyesini getiren insandır. İbn-i Heysem, bu atom ve molekül nazariyesine istinaden kırılma kanunlarını bulup getiren insandır. Eski Yunanlılardan meselâ Öklit kırılma kanunu olarak demiş ki, bir prizmadan ışık kırılarak öbür tarafına geçerken ışığın hızı kesilir ve bu kesilmiş olan hız aradaki açılarla orantılıdır. İbn-i Heysem, Öklid’in yanlış düşündüğünü, aslında açıların kendileriyle değil, bu açıların sinüsleriyle orantılı olduğunu ileri sürüyor. Bu hızların kırılması bu malzemelerin yoğunlarıyla orantılıdır, diyor. Ve bu malzemelerin içerisindeki molekül nazariyesine istinaden bu hesaplan yapıp ortaya koyuyor.

  • Kimya ilminin kurucusu da yine MüslümanJardır. Câbir b. Hayyan kimyanın kurucusudur. O ilk defa atomun parçalanabileceğini söyleyen insandır. İkinci hicri asırda yaşamış büyük bir alimdir. Hemen Asr-ı Saâdetten sonra kimya ilmine ait incelemeleriyle bilinen İbn-i Hayyan muazzam bir insandır. Atom nazariyesini ortaya koymuştur. Câbir b. Hayyan bugün bize kimya derslerinde okutulan Lavoisier prensibini koymuştur. Gay Lussac prensibini koymuştur. Newton prensibini koymuştur. Kaç asır önce? Avrupalılardan takriben on asır önce. Câbir b. Hayyan 8. Asrın insanı. Halbuki Newton prensibinden ancak 19. asırda Avrupa’da bahsedilmiştir. Câbir b. Hayyam yerçekimi kanunlarını koymuştur. Nerden biliyorsunuz? Yakında Almanya’da 4 ciltlik bir kitap basılıyor. Câbir b. Hayyan’ın kitabının fotokopileriyle intişar edecek. O kitabın içerisinde herkes bilmeye ve görmeğe başlayacak.

    Avrupalılar Câbir b. Hayyan’ın kitabını 14. asırda tercüme etmişlerdir, ama ancak 15. asırda ne olduğunu anlamışlar ve böylece Lavoisier ortaya çıkmıştır. 17. asırda öbür söylediğini anlamışlar. Gay Lussac Prensibi ortaya çıkmış ve 19. asırda çâzibe prensibini anlamışlar, böylece Newton prensibi ortaya çıkmıştır. Ama bunları Câbir b. Hayyan on asır önce ortaya koymuştur.

  • Câbir b. Hayyan bütün ilim tarihinde ilk defa laboratuvar kuran ilim adamıdır. İlk defa müşahede ve deney metodunu ilme getiren insandır. Hatta kendi laboratuvarında ilk sun’î hücreyi yapmış insandır ki, Avrupalı bugün dahi halâ onun seviyesine ulaşamamıştır. Tabiî buraya gelince aklımız durur. Ama Câbir b. Hayyan Hicrî 2. asırda kimya ilmini bu noktaya getiren insandır.

    Bugün Almanya’da Câbir b. Hayyan’ın eserlerin üzerinde doktora çalışmaları yapılıyor. Fakat maalesef biz kendi insanlarımızı, bulmuş olduğu ilimleri Batılılardan aldığımız için ve Batılılar da Müslümanların kitabını kendilerine aktarırken isim zikretmedikleri için kendi büyüklerimizin farkında değiliz.

  • Müslümanlar, Tarihi bulmuşlar, Coğrafyayı kurmuşlardır. Eskiden tarih hikâyelerden ibaretti. İlk defa İbn-ı Haldun «Mukaddime» sinde tarihin bir hikâye ilmi olmadığını) bütün insanların, milletlerin yaşayışlarını sebepleriyle, neticeleriyle inceleyen, bunların tahlilini yapan bir ilim olduğunu belirtti ve ilk tarih kitabını yazdı.

  • Ve yine ilk defa Coğrafya haritasını çizen Müslümanlardır. Hatta size şunu anlatacağım, Amerika’nın keşfi, ilk defa Müslümanlar tarafından yapılmıştır. Müslümanların haritalarında, Amerika’nın mevcudiyeti gösterilmekte idi. Biz biliyoruz ki, Amerika’yı Kristof Kolomb keşfetti. Neden böyle biliyoruz? Çünkü biz bilgilerimizi Avrupalılardan aktarıyoruz da ondan.

    Lâkin Kristof Kolomb hakkında yeni yapılan tetkikler neleri gösteriyor: Kristof Kolomb, Venedikte, Müslüman kitaplarından batıya doğru gidildiği fazla temasta bulunan bir yerden. (Kitaplar daha ziyade Venedik’te, Ceneviz’de tercüme edilerek Avrupa’ya intikal etmiştir.)

    Kristof Kolomb Venedikte Müslüman kitaplarından batıya doğru gidildiği zaman yeni kıtalara rastlanacağını okumuş ve öğrenmiştir. Bundan dolayı kendisi de bu işe merak etmiş, ben de gidip bunu göreyim, demiş ve ilk defa Atlantik’e açılmak cesaretini göstermiştir.

    Kristof Kolomb Atlantik’te aylarca gidiyor, fakat bir türlü karaları bulamıyor. Hatta öyle bir noktaya geliyor ki, gemisinin içerisindeki insanlar bunaltıdan dolayı isyan etmeğe kalkıyorlar. Geri döneceğiz diyorlar. Sen bilmediğin yere bizi götürüyorsun, bunun sonu çıkmaz diyorlar. Yapılan tetkikler gösteriyor ki; o gemide bulunan bazılarının hatıra defterlerindeki notlardan anlaşıldığına göre Kristof Kolomb şu sözleri söyleyerek isyanı bastırıyor: «Öyle çıkışmayın, böyle söylemeyin. Ben devamlı olarak batıya gidildiği zaman yeni karalara rastlanacağı fikrini ve bilgisini Müslümanların kitaplarından okudum. Bu karaya mutlaka varacağız. Çünkü Müslümanlar yalan söylemezler». Ve nitekim sabrediyorlar, devam edip gidiyorlar. Nihayet Amerika Kıtası karşılarına çıkıyor.

  • Muhterem kardeşlerim! Müslümanların Tarihe Coğrafyaya, Fiziğe, Kimyaya, Matematiğe, Cebire yapmış oldukları hizmetin ardı arkası gelmez. Bundan dolayı bu ilimlerin yukarıya doğru fışkırmasında Müslümanların büyük rolleri olmuştur. Avrupalılar bu ilimleri nasıl aldı Müslümanlardan? Biraz da bu noktaya gelelim: Avrupalılar Haçlı seferlerini yaptılar ve Müslümanlardan bu ilimleri yavaş yavaş kendi lisanlarına tercüme edip öğrenmeğe başladılar. Fakat başlangıçta ne olduğunu anlamadılar.

    Fransızlar muhtelif seferler yapıp İspanya’da bir takım İslâm şehirlerini zapt ettikleri vakit bu şehirlerdeki İslâm alimlerinin çalışmalarının ne olduğuna akıl erdirmek şöyle dursun, bu kitapları toplattılar ve yaktılar. Yalnız Kurtuba şehrinin meydanlarında otuz bin adet kitap yakılmıştır.

  • Hülâgu, Bağdat’ı zapt ettikleri zaman Bağdat kütüphanelerindeki kitaplar, Bağdat’tan geçen Dicle ve Fırat nehirleri üzerine atıldığı zaman, bir hafta sürmüş kitapların akışı. Fransızlar, İspanya’yı işgal ettikleri zaman, İspanyadaki bir çok İslâm merkezlerinde bulunan rasathanelerin ne olduğunu uzun müddet anlayamamışlar ve sonra bunları anladıkları zaman Müşirini anlara karşı büyük hayranlık duymuşlardır. O kadar ki, daha iki asır öncesine gelinceye kadar Paris’teki Sarbon üniversitesinde ders veren profesörler, kürsüye Müslüman hocaların kıyafetiyle, sırtlarında cübbe, başlarında sarıkla çıkıyorlardı. Çünkü ilmi bu insanlar yapmışlardı. İlim adamı olmak için bu kisveye girmek lâzım diyorlardı.

  • Avrupa’nın İslâm ilimlerine karşı hayranlığı sadece iki asır öncesinde kalmış değildir. Bu güne kadar devam edip gelmiştir. Avrupalı içtimai hayatın bir çok örneklerini de Müslümanlardan almıştır.

  • Sırası gelmişken size başka bir vak’ayı arzedeyim; Bendeniz bir gün Almanya’da Düsseldorf şehrindeki bir iktisat müzesini geziyorum. Bu müzede çeşit çeşit bölümler var. Öyle hazırlanmış ki, alt katında ev banyolarının zamanla inkişafı gösterilmiştir. Yukarı katta meselâ arabaların inkişafı gösterilmiştir. Onun üstündeki katta tayyarelerin inkişafı gösterilmiştir. Yalnız meselâ tayyarenin inkişafı için bütün bir salon tahsis edildiği halde, ev banyosunun inkişafını gösteren kısım bunun yanında çok küçük kalmaktadır. Neden? Çünkü orada ev banyosunun tarihi yok. Çünkü onlar, eskiden yıkanır, değillerdi. Niçin yıkanır değillerdi? Müzenin banyolar kısmının duvarına şu sözler bulunan levha asılmıştır. «Almanların meşhur filozofu Goethe, bir gün banyo yaparken gözü takvime ilişti ve baktı ki, daha önceki en son yıkanışı tam bir sene önce imiş.»

    Çok affedersiniz bu gün bizde sosyetik olanlar yatağın yanına konan dolaba, komidin derler. Ne dolabıdır bu komidin? Biz, bunu Avrupalılardan almışız. Komidinin lügat manası çok affedersiniz «içerisine lâzımIık konan dolap» demektir. Niçin böyle? Çünkü Avrupalı, yıkanmayı bilmez, yüznumarayı da bilmez.

    Nitekim Fransadaki Versay sarayında yüznumara yoktu. Bu saraya yabancı elçiler öğleden sonra kabul edilirdi, bir asır öncesine kadar. Niçin? Çünkü sabahleyin yüznumara noksanlığından hasıl olan kokular elçilerin gelmesine mani idi.

    Müslümanlar bütün insanlığa sadece bu müspet ilimleri vermekle kalmamışlar, insanlığa getirip vermişlerdir. Bugün Avrupada gördüğümüz temizlik, Müslümanlardan alınmış bir husustur. Onun için bugünkü bir Avrupalının, Müslümanların karşısına çıkıp da fiyaka yapmağa, pozlu vaziyetler takınmağa hiç bir hakkı yoktur.

  • Müslümanlar, onun üstündeki hakkını isterlerse çırılçıplak bir zavallı olarak orta yerde kalır. Çünkü kafasındaki ilmin, sırtındaki elbisenin, her türlü İçtimaî hayatın esaslarını Müslümanlardan almışlardır.

  • Müslümanlık insanlığa hem manevî ilimleri getirmiştir.

  • Şimdi Muhterem kardeşlerim, Avrupalılar bu ilimleri anlamadan aldılar. Fakat uzun asırlar boyunca bunları yavaş yavaş yavaş anlamaya başladılar. Kendiliklerinden bir şeyler yapmak istediler. Bugünkü tıkanık noktaya geldiler kaldılar. Bu tıkanık noktadan ileriye gitmeye de güçleri yetmez. Niçin güçleri yetmez? Çünkü size söylediğim deminki mefhumların yerine yeni mefhumlar getirebilmek için onların güçleri kâfi gelmez. Ne olacak? Ne olacağı meselesini size şöyle anlatmaya çalışayım.

    Bakınız şöyle bir söz vardır : «İnsanlara temel bilgiler peygamberler tarafından getirilmiştir.» Sadece manevî bilgiler değil, dinin, imanın, yapılacak ibadetlerin şekillerinin peygamberler vasıtasiyle geldiğini biliyoruz. Ama maddî ve müspet ilimlerin de peygamberler vasıtasiyle gelmiş olduğunu hepimiz bilmeyebiliriz. Meselâ gemicilik sanayiine ait temel fikirleri Nuh (a.s.) getirmiştir. Terziliği İdris (a.s.) Tıbbı İsa (a.s.), sihirlere ait ilimleri Musa (a.s.) getirmişlerdir. Peygamberlerin bunlara benzer temel fikirleri getirmesiyle bu İlmî inkişaflar yapılmıştır.

  • İçinde bulunduğumuz âhir zamana ait bütün ilimlerinin hepsinin temelini de Kur’an-ı Kerim insanlara getirmiştir. Onun için bizim içnde bulunmuş olduğumuz devir, mutlaka Kur’anı-ı Kerim’in göstermiş olduğu yollar içerisinde kalmaya mahkûm bir devirdir.

  • Bugün, biz, feza asrında yaşadığımızı söylüyoruz. Halbuki Kur’anı-ı Kerim’de fezava ait ne kadar ayetler vardır. Adeta bize önümüzdeki devrin feza devri olacağını söylemektedir. Fakat biz bunun farkında değiliz. Bütün bu ilimlerin temelleri Kur’an-ı Kerim’de vardır.

  • Şimdi «Efendim, fezaya gidilmekle Kur’an-ı Kerim arasında ne münasebet vardır.» deriz. Bendeniz, burada size muhtelif ayetlerin tefsirini yapacak değilim. Yalnız bir noktayı açıklamak istiyorum, o da şu: Size demin dedim ki; muhtelif formüllerin sahibi Müslümanlardır. O formülleri sıktığımız zaman yere düşen esans, üç damladan ibarettir. Bu esansın ne olduğunu da onlar bilmezler. Yeni mefhumlar bulmak lâzım. Bu yeni mefhumların bulunması için insanların Kur’an-ı Kerim’den ışık almaya ihtiyaçları vardır. Efendim nasıl olacak? Bakınız bir arkadaşımızın bir makalesi var. Kendisi on sene Amerika’da profesörlük yapmıştır.

    Geçenlerde mühim bir noktayı anlatmıştır. Eski eserlerden bir tanesi eline geçmiş. Bu kitap meşhur Yusuf Has Hâcib’in «Kutadgu Bilgi» adlı şiir kitabıdır. Yusuf Has Hâcip, aslında büyük bir alim biz bu zâta sadece birtakım manevî şiirler yazmış bir insan gözüyle bakarsak çok hata ederiz.

    Kutadgu Bilgi’deki bir şiirde bakın ne yazıyor; bu riyaziye profesörü arkadaşımız bu şiire dikkati çekiyor : «Ey bir olan Tanrı, bir başkası Sana şerik koşulamaz; başta, herşeyden evvel ve sonra, her şeyden sonra Sensin. Yaratıcı varlığına, yaratılmış olanlar şahittir. Yaratılan iki, Birin hazır şahididir.»

    Şimdi ’biz bunu okuduğumuz zaman diyoruz ki; işte Cenabı Hakka ve Onun sıfatlarına ait yazılmış manevî bir şiir. On sene riyaziye profesörlüğü yapmış olan arkadaşımız, bunu okuduğu zaman beyninden vurulmuşa dönüyor. Niçin tabiî biz farkında değiliz.

    Bu arkadaşımız tabiî sayılara ait kitap yazmış, 1, 2, 3 dediğimiz sayılar var ya, işte bu sayılara ait kitap yazmış. Bu sayıları tarif ederken bir riyaziye profesörü olarak diyor ki, tabiî sayılan öyle sayılardır ki, önce bir birim varlığı kabul edilir, diğerlerinin hepsi onun tekrarıyla meydana gelir. Bunların ezelde ve elbette sonu yoktur. Matematik aksiyomlar dediğimiz bir takım konular vardır.

  • İtalyan Peano beş sene uğraşmış, tabiî sayıların aksiyomunu hazırlamak için. Bu profesör arkadaşımız da Peano’nun kitabından bu bilgileri almıştır. Tabiî sayıların aksiyomlarına bugünkü matematikçiler Peano aksiyomu diyorlar.

    Şimdi bu matematik profesörü arkadaşımızın şurada size getirmiş olduğunu İslâm Medeniyeti adlı mecmuada yazdığı makaleden naklediyorum size : «Bu aksiyomları Peano beş senede yazmış. Yusuf Hâcib dört tane satırın içerisinde Cenabı Hakka ait manevî bir şiir yazmıştır. Fakat bu şiirde Cenabı Hakk’ın birliğini ifade etmek için bir zekâ eseri gösteriyor. O zekâ eseri Peanonun tabiî sayıları aksiyomunu ortaya koymak için gösterdiği zekâ eserinden, bin kat daha keskin. Ben kitabımı tashih etmeğe mecburum. Yusuf Has Hâcib’in bu keskin zekâsı karşısında hem Peano’nun söylediklerini kabul etmeğe mecburum, hem de bu aksiyomlara artık Peano aksiyonu diyemem. Ben bu aksiyomlara Peano-Yusuf Has aksiyomu demeğe mecburum. Çünkü bu zekâ eserini Yusuf Has Hâcib, Peano’dan dört asır önce getirmiştir.»

  • Muhterem kardeşlerim, size Batıdaki ilmin bugün hangi noktaya gelip tıkandığını belirtmeğe çalıştım. Size Müslümanların, Batılıların kendilerinin zannettikleri ilmin sahibi olduğunu izah etmeğe çalıştım.

  • Şimdi müsaade buyurursanız, konuşmanın bu son kısmında bütün bunları toplayıcı ve bizi neticeye götürücü bir bağlama yapmak istiyorum.

  • Önce bir defa şu suali sormağa mecburuz bu konuşulmalardan sonra. Acaba hangi sebepten dolayı bütün insanlıkta ilim yavaş yavaş ilerlerken Asr-ı Saadet’te birden bire bugünkü mânada hakiki ilim olmaya başlıyor? Bu başlayışın kaynağı, insanlığa bu hızı veren tılsım nedir? Bu sualin cevabını Kur’an-ı Kerim’den başka bir şeye bağlamak mümkün mü? İnsanların ilim sahasındaki bu büyük inkişaflarının tılsımı dünya ve ahiret saadeti getiren Kur’an-ı Kerim’den başka bir şey değildir.

  • Bugün gelip Batıdaki ilimler tıkandığında demin de arz ettiğim gibi yine ona Kur’an-ı Kerim’in ışıklariyle yol bulunabilir. Onun için Kur’an-ı Kerim üzerinde tetkikatı olmayan insan, müsbet ilim sahasında hakiki ilim adamı olamaz. Size bu hususu şöyle açıklamağa çalışayım. Bakın, Doğu ve Batının mukayesesini yapıyoruz bir bakıma.

    Çok kıymetli bir mütefekkirimizin güzel bir benzetişi var. Kendisi bir defa uzun bir konuşma yapmış Batıdaki felsefeler ile Doğudaki İslâm alimlerinin düşüncelerini hülâsa ettikten sonra, şu suali sormuştu. Demişti ki : «Batıdaki felsefeleri size anlattım. Görüyorsunuz hep birbirilerinizi nakzetmişler. Descartes gelmiş kendinden önceki bilmem falancanın nazariyesini nakzetmiş, yanlış düşünüyor demiş. Arkasından bir başka adam gelmiş, hayır Descartes öyle söylüyor, ama asıl şudur, demiş...»

    Hasılı Batıdaki fikir ve düşünce silsilesi bu güre kadar hep birbirini tekzip ederek gelmişlerdir. Doğudaki fikir silsilelerine baktığımız zaman bütün İslâm alimlerini te’yid ederek geliyor. İmam-ı Âzam hazretleri «Peygamber efendimizin buyurdukları gibi» diye söze başlamış. Ashab-ı Kiramdan birinin sözü nakledildiği zaman falanca zatın rivayet ettiğine göre gibi deniyor.

    Muhyiddin-i Arabî hazretleri, «İmam-ı Âzam hazretlerinin buyurduğu gibi» diyor. İslâm alemindeki bütün ilim sahipleri her biri diğerini te’yid ede ede konuşuyorlar.

    Avrupalılar ise; birbirlerini tekzip ede ede konuşuyorlar. Şimdi soruyorum, dedi o arkadaş, eğer hakikaten mutlak bir hakikat varsa bu hakikat birbirini tekzip eden Batılıların arasında mı, yoksa birbirlerini te’yid eden Müslümanlar arasında mı? Hakikat tekzip olunur mu? Ama Yatılıların işleri güçleri hep birbirlerini tekzip etmek. Bir hakikat var ise —ki muhakkak vardır — elbette İslâm alimlerinin getirdiklerinin içindedir.»

  • İlim alemine yukardan bakış yaptığımız zaman muhterem kardeşlerim, Doğu ile Batının mukayesesinde manzara şudur: Batıdaki insan gözleri kapalı nereye gideceğini bilemiyor. Elleriyle bir takım hakikatları arıyor, tutuyor, fakat bu değildir, diyor. Öbürünü tutuyor, bu değildir diyor. Batıdaki ilim adamının hali budur. Doğudaki ilim adamının hali bundan tamamen farklıdır. O ilim sarayının içine iman anahtarıyla giriyor. Kur’an-ı Kerim’den almış olduğu ilhamlarla onun her tarafını aydınlatarak dolaşıyor, öğreniyor, öğretiyor. Bu itibarla ilim, bu devrin ilmi, Müslümanlar tarafından getirilmiş olan ilimdir.

  • Bizim karşımıza geçip de, Batıda şu vardır, bu vardır diye kimse konuşmasın. Biz ve Batılılar için tek çıkar yol İslamlaşmaktır. Bu size sadece hamd edeceğimiz imanımızdan dolayı söylemiyorum.

  • Müsbet ilimler sahasında nelerece çalışmış bir kardeşiniz olarak şunu söyleyeyim ki; bütün müsbet ilimler gelmiş tıkanmıştır. Bu tıkanıklık dışarıya çıkmanın yolunu bütün, her türlü maddî ve manevî düşünce sistemimle mutlak surette inanıyorum ki; ancak Kur’an-ı Kerim’den almış olduğumuz ışıkla bulabiliriz.

  • Muhterem kardeşlerim, artık bundan sonra karşınıza çıkıp da Batılı şöyledir, böyledir diyen insanların, hakikî mahiyetlerini daha yakından tanımak imkânını bulacaksınız, inşaallah...

  • Bir hayli vaktinizi aldığım akşamımı müsaadenizle şu âyet-i kerimenin duasıyle kapamak istiyorum:

  •  Konferans konuşması